Doktor Civanım - Hande Çiğdemoğlu - Sevdalım Hayat
Doktor Civanım - Hande Çiğdemoğlu

Doktor Civanım - Hande Çiğdemoğlu

Paylaş

Doktor Civanım



Her mesleğin kendine göre zorlukları vardır. Hepsi kendi içinde değerli olsa da öğretmenlik gibi, doktorluk gibi bazı meslekler su götürmez bir saygınlığa sahiptir. Özellikle doktorluk, insanlık için olmazsa olmaz hale gelen mesleklerin başını çeker ki zorluğu da saygınlığı da belli ki bu yüzdendir.

Doktorlar, bunun aynı zamanda bir akademik unvan olmasından mütevellit kendilerinin hekim diye ünlenmesini daha çok tercih ederler. Ben de, manalı gelmese de bu hassasiyetlerine özen gösterir,  ne zaman bir doktorla konuşsam kendisinden ve meslektaşlarından hekim diye bahsederim. Yüzlerindeki gözle görülür memnuniyet hoşuma gider. Bu yazıda ise tıp doktorlarından bahsedeceğimin anlaşıldığını düşünerek bu meslek mensuplarına “doktor” diyeceğim. Neticede büyük çoğunluğumuz doktor deyince “Acaba tıp doktoru mu, ekonomi doktoru mu?” diye sormuyor.

İnsanın ölümle olan bir tül perde yakınlığına “Açılın ben doktorum” diye müdahale edebilen bir mesleğin başımızın üstünde yerinin olmasına şaşmamalı. Bir yolculukta, yaşadığımız mahallede hatta apartmanda uzmanlığı ne olursa olsun bir doktor varsa kendimizi daha güvende hissettiğimiz gerçeğini kim yadsıyabilir? Ama yine de beşeri ilişkilerimizde yer alan, aramıza giren o dağlar taşlar kadar mesafeyi neredeyse gözümüzle görürüz. Çocukluk arkadaşımız, ahbabımız hatta akrabamız bile olsa doktorların mesleklerinin dışında bir ilişki geliştirmesi sancılıdır. Bu da etraflarında, istemeseler bile -ki bundan emin değilim- sınırları belirli bir hare oluşmasına yol açar.

Bir mimar, dost meclisinde gündüz yaptığı çizimleri unutabilir, öğretmen okuduğu not kâğıtlarını, müzisyen yeni bestelediği eserini aklından çıkarabilir. Oysa doktorlar sahip oldukları bilgiyi, donanımı ve varsa tecrübelerini akıllarından çıkarma lüksüne sahip değildir. Çünkü bunları ne zaman kullanmak zorunda kalacaklarını bilemezler. Çoğu kez de onlar istese bile karşısındakiler unutturmazlar doktor olduklarını. İster düğün, ister cenaze, ister selamlaşma ister sohbet olsun, onlara mutlaka soru soran birileri çıkar. Cenaze merasiminde merhumun epikriz raporunu kontrol ettireni de gördüm, yürüyüşte karşılaşıp cebinden reçetesini çıkarıp göstereni de. Ne kadar samimi olursanız o kadar çok sorarsınız. Kendi derdini, ne bileyim hayal kırıklıklarını, coşkusunu, üzüntüsünü anlatamaz doktor.  Çünkü karşısındaki ne kadar yakını da olsa o sırada sırtındaki ağrıları sormak için fırsat kolluyordur.  Böylece doktorlar bir süre sonra meslektaşları dışında kimseyle arkadaşlık etmez olurlar. Yani sebebin bu olduğunu ümit ediyorum. Yoksa zümreleşme ya da ait olmadığını düşündükleri topluluklarda kendini rahatsız hissetme gibi bir sebep yoktur sanırım.

Hakikaten doktorların diğer meslek gruplarına göre kendi içlerine dönük bir yaşamları olduğunu gözlemlersiniz. İstisnalar elbette kaideyi bozmayacağını söylememe gerek yok sanırım. Yine de ben doktor tanıdıklarımın hayatlarına baktığımda aileleri ve meslektaşları dışında sosyalleşemediklerini görüyorum. İnsan ilişkilerindeki tavırları, onları bazen soğuk, bazen kibirli bazen de itici yapabiliyor. Sözgelimi alışveriş yaptığı marketin kasiyerine gülümsemeyi, ayaküstü esnafla sohbet etmeyi, komşuları ile kısa selamlaşmalar dışında herhangi bir konuda konuşmayı pek tercih etmez doktorlar. Veli toplantısı, apartman toplantısı gibi aynı tarafta yer aldığınız ortamlarda bile katılmazlar tartışmaya. Sanki hastane, kongre ya da tıp bayramı etkinlikleri dışındaki her ortamda kendilerini yalnız hissederler. Oraya ait olmadıkları duygusunu yaşamakla kalmayıp bunu size de fark ettirirler. Bazen de sizlerle metazori konuşmaları doktor-hasta jargonu ile gerçekleşir.

“Merhaba, nasılsınız Nergis Hanım?”

“Teşekkür ederim”

“…”

Sizin nasıl olduğunuzu sormaya korkarlar belki de. Kim bilir asansörde birkaç hastalık sayıverirsiniz.

Çalışma koşullarının güçlüğü bir yana, geçirdikleri uzun ve zorlu eğitim sürecinin de bu davranışlarda etkisi olabilir. Siz okulu kırıp, servis şoförünü suç ortağı yapma planları içindeyken onlar günlük çözülecek test soru sayısını nasıl arttıracaklarını düşünüyordu hatırlayın. Ya da siz kantinciyle muzip sohbetler edip sosisli sandviçin torpillisini hayal ederken, onlar gidecekleri fakültenin laboratuvarlarını düşlüyorlardı.  Siz belki üniversiteye girişte istediğiniz bölümü birkaç puanla kaçırıp muadil bir bölüm yazmak zorunda kaldığınız için üzüldünüz, onlar diledikleri tıp fakültesini kıl payı farkla kaçırdıklarına.

Üniversite eğitiminin kolayı yoktur. Özellikle mesleğinde başarılı olmak isteyenler için. Ama yine de siz yeri geldi okulu asıp gençliğin coşkusuna verdiniz kendinizi, yeri geldi telafi edeceğinizi düşündüğünüz ölçüde dağıttınız ilginizi başka yerlere. Onların böyle bir şansı hiç olmadı. Tıp Fakültesinde okumakla sözgelimi Siyasal Bilimler Fakültesinde okumak aynı şey değildir, bunu kimse inkâr edemez. Siz dört ya da beş sene sonra altın bileziğinizi kolunuza takıp şanslıysanız (KPSS, staj gibi aşamalardan çabucak geçip) paranızı kazanmaya başlayabilirsiniz. Oysa onlar hala öğrencidirler ve önlerinde daha çok sınav vardır. Hele ki TUS adı verilen Tıpta Yeterlilik Sınavı büyük ihtimalle üniversite sınavı stresinden daha şiddetlidir. Bazı meslekler mecburi hizmete gerek duymaz. Örneğin mühendislik okuduysanız dilediğiniz şehirde iş bulma şansınız vardır. Oysa doktorlar memleketin kendilerinin seçmediği herhangi bir köşesinde birkaç yıl çalışmak zorundadır. Üstelik yeni mezun olmuşlardır ve neredeyse yıllardır sadece ders çalışmışlardır, insan ilişkilerinde sosyal hayatta diğerlerinden daha acemidir.

Yine de herkes tercihi doğrultusunda yaşar ve bunun bedelini diğerleri ödemek zorunda değildir diyebilirsiniz. Naif ve samimi insan ilişkilerinin mesleklerle bağlantılı olmadığını düşünüp bu basit davranışları karşınızdan beklemekte haklısınız. Bir bankacı içine girdiği ortamda diğerlerinin kredi notunu hesaplayıp ona göre davranmıyorsa, bir kimyacı bildiği formülleri karşısındakinin hayatı boyunca duymadığına emin olsa da bunu onlara yansıtmıyorsa, bir dansçı elini kolunu bile oynatamayan birine tepeden bakmıyorsa, aynısını doktorlardan da beklemek yanlış olmaz sanırım.

Bizim ülkemizde “doktora çıkmak” diye bir deyim vardır. Belki mesleğin saygınlığından belki de halkımızın mertebecilik sevgisinden. Yeni mezun olmuş bir doktora bile “hocam” denir. Hal böyle olunca mesleğini sindirememiş bazı doktorların talihsiz yaklaşımlarına şahit oluruz. Yaşlı annesini muayene ettiren biri anlatıyor:

Kadın işi bitince torunu yaşındaki doktora minnetini sunmak için “Teşekkür ederim kızım” diyor. Doktor Hanım ise hışımla ayağa kalkıp kadını azarlıyor, “Kızım mı? Doktor Hanım diyeceksin!”

Pek çoğumuz bir türlü senli benli konuşmaktan vazgeçmeyen doktorlara bu konuda tepki göstermeyiz. Canımız onların elindedir, yaşı başı ne olursa olsun koskoca doktordur ne dese haklıdır. Yazıcıdan çıkan tahlil sonuçlarınızı “Şuradan al kâğıtları, sonra da git röntgen çektir” der doktor, odasına girersiniz siz ayakta beklersiniz o kafasını kaldırmaz, ola ki ilacınız ya da hastalığınız hakkında bir şey söylemeye kalkarsınız “Sen mi doktorsun ben mi?” diye paylanırsınız yine de sesiniz çıkmaz.

Doktor bir ahbabım bizzat kendi hocasının hastası ile yaşadığı diyaloğu kahkahalarla anlatıyor:

Pek ünlü bir beyin cerrahına ameliyat olan hasta, operasyon sonrası ne yazık ki gözlerini kaybediyor. İlerleyen günlerde doktorunu ziyaret ettiğinde “Hocam ben kör oldum.” diye üzüntüyle yakınıyor. Hocaların hocası büyük cerrahın cevabı ise iç yakan cinsten. “Aman bu b.ktan dünyayı görüp de ne yapacaksın?” Kan donduran bu olayın ve akabinde yaşanan hakaretin bir dava konusu bile olmadığını söylememe gerek yok sanırım.

Oysaki hastaneler de hizmet kurumlarıdır. Teknik olarak doktorlardan bedelini ödediğiniz bir hizmeti satın alırsınız. Elbette bu durum saygı ve insani yaklaşım çerçevesini etkilemez. Tıpkı doktorun verdiği hizmetin karşılığını almadan bu işi gönüllü yaptığı durumlarda bile hastasına böyle davranma hakkının olmadığı gibi.

Ne yazık ki tablo her zaman hastanın mağduriyetiyle çizilmiyor. Özellikle son yıllarda insani olmayan çalışma koşulları içinde çalışıyor doktorlar. Dinleyemez, çözümleyemez ve tedavi edemez ölçüde hasta ile muhatap olmak zorunda olmaları yetmiyormuş gibi bunca eğitim ve hizmet yılının emeğini maddi olarak alamıyorlar. Üstüne üstlük cinnet seviyesindeki halkın doktorlara yönelik şiddet olayları gün geçtikçe artıyor. Sonu ölümle sonuçlanan pek çok vaka duyuyor, görüyoruz. İnsanlar ne yazık ki derdini sakince anlatamıyor, empati yapamıyor, hakkını konuşarak almayı düşünmeden ilkel bir şekilde şiddete başvuruyor. Her iki durumu da cehaletle açıklamak doğru olur sanırım.

Doktorlara kızmayınız. Böyle benim gibi genelleme de yapmayınız hatta. Davranışlarının, mizaçlarından, kişisel farklılıklarından, mesleklerini sevip sevmemelerinden, çalışma koşullarından ya da başka herhangi bir sebepten doğacağını göz ardı etmeyiniz. Doktorlar başımızın tacıdır. Seviniz, sayınız ama hakkınız varsa da aramaktan da korkmayınız.

Hande Çiğdemoğlu


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder