Doktor
Civanım
Her mesleğin kendine göre zorlukları vardır. Hepsi kendi içinde değerli
olsa da öğretmenlik gibi, doktorluk gibi bazı meslekler su götürmez bir
saygınlığa sahiptir. Özellikle doktorluk, insanlık için olmazsa olmaz hale
gelen mesleklerin başını çeker ki zorluğu da saygınlığı da belli ki bu
yüzdendir.
Doktorlar, bunun aynı zamanda bir akademik unvan olmasından mütevellit
kendilerinin hekim diye ünlenmesini daha çok tercih ederler. Ben de, manalı
gelmese de bu hassasiyetlerine özen gösterir,
ne zaman bir doktorla konuşsam kendisinden ve meslektaşlarından hekim diye
bahsederim. Yüzlerindeki gözle görülür memnuniyet hoşuma gider. Bu yazıda ise
tıp doktorlarından bahsedeceğimin anlaşıldığını düşünerek bu meslek
mensuplarına “doktor” diyeceğim. Neticede büyük çoğunluğumuz doktor deyince
“Acaba tıp doktoru mu, ekonomi doktoru mu?” diye sormuyor.
İnsanın ölümle olan bir tül perde yakınlığına “Açılın ben doktorum” diye
müdahale edebilen bir mesleğin başımızın üstünde yerinin olmasına şaşmamalı. Bir
yolculukta, yaşadığımız mahallede hatta apartmanda uzmanlığı ne olursa olsun
bir doktor varsa kendimizi daha güvende hissettiğimiz gerçeğini kim
yadsıyabilir? Ama yine de beşeri ilişkilerimizde yer alan, aramıza giren o
dağlar taşlar kadar mesafeyi neredeyse gözümüzle görürüz. Çocukluk arkadaşımız,
ahbabımız hatta akrabamız bile olsa doktorların mesleklerinin dışında bir
ilişki geliştirmesi sancılıdır. Bu da etraflarında, istemeseler bile -ki bundan
emin değilim- sınırları belirli bir hare oluşmasına yol açar.
Bir mimar, dost meclisinde gündüz yaptığı çizimleri unutabilir, öğretmen
okuduğu not kâğıtlarını, müzisyen yeni bestelediği eserini aklından
çıkarabilir. Oysa doktorlar sahip oldukları bilgiyi, donanımı ve varsa
tecrübelerini akıllarından çıkarma lüksüne sahip değildir. Çünkü bunları ne
zaman kullanmak zorunda kalacaklarını bilemezler. Çoğu kez de onlar istese bile
karşısındakiler unutturmazlar doktor olduklarını. İster düğün, ister cenaze,
ister selamlaşma ister sohbet olsun, onlara mutlaka soru soran birileri çıkar.
Cenaze merasiminde merhumun epikriz raporunu kontrol ettireni de gördüm,
yürüyüşte karşılaşıp cebinden reçetesini çıkarıp göstereni de. Ne kadar samimi
olursanız o kadar çok sorarsınız. Kendi derdini, ne bileyim hayal kırıklıklarını,
coşkusunu, üzüntüsünü anlatamaz doktor.
Çünkü karşısındaki ne kadar yakını da olsa o sırada sırtındaki ağrıları
sormak için fırsat kolluyordur. Böylece doktorlar
bir süre sonra meslektaşları dışında kimseyle arkadaşlık etmez olurlar. Yani
sebebin bu olduğunu ümit ediyorum. Yoksa zümreleşme ya da ait olmadığını
düşündükleri topluluklarda kendini rahatsız hissetme gibi bir sebep yoktur
sanırım.
Hakikaten doktorların diğer meslek gruplarına göre kendi içlerine dönük
bir yaşamları olduğunu gözlemlersiniz. İstisnalar elbette kaideyi bozmayacağını
söylememe gerek yok sanırım. Yine de ben doktor tanıdıklarımın hayatlarına
baktığımda aileleri ve meslektaşları dışında sosyalleşemediklerini görüyorum.
İnsan ilişkilerindeki tavırları, onları bazen soğuk, bazen kibirli bazen de
itici yapabiliyor. Sözgelimi alışveriş yaptığı marketin kasiyerine gülümsemeyi,
ayaküstü esnafla sohbet etmeyi, komşuları ile kısa selamlaşmalar dışında herhangi
bir konuda konuşmayı pek tercih etmez doktorlar. Veli toplantısı, apartman toplantısı
gibi aynı tarafta yer aldığınız ortamlarda bile katılmazlar tartışmaya. Sanki
hastane, kongre ya da tıp bayramı etkinlikleri dışındaki her ortamda
kendilerini yalnız hissederler. Oraya ait olmadıkları duygusunu yaşamakla
kalmayıp bunu size de fark ettirirler. Bazen de sizlerle metazori konuşmaları
doktor-hasta jargonu ile gerçekleşir.
“Merhaba, nasılsınız Nergis Hanım?”
“Teşekkür ederim”
“…”
Sizin nasıl olduğunuzu sormaya korkarlar belki de. Kim bilir asansörde
birkaç hastalık sayıverirsiniz.
Çalışma koşullarının güçlüğü bir yana, geçirdikleri uzun ve zorlu eğitim
sürecinin de bu davranışlarda etkisi olabilir. Siz okulu kırıp, servis şoförünü
suç ortağı yapma planları içindeyken onlar günlük çözülecek test soru sayısını
nasıl arttıracaklarını düşünüyordu hatırlayın. Ya da siz kantinciyle muzip
sohbetler edip sosisli sandviçin torpillisini hayal ederken, onlar gidecekleri
fakültenin laboratuvarlarını düşlüyorlardı.
Siz belki üniversiteye girişte istediğiniz bölümü birkaç puanla kaçırıp
muadil bir bölüm yazmak zorunda kaldığınız için üzüldünüz, onlar diledikleri
tıp fakültesini kıl payı farkla kaçırdıklarına.
Üniversite eğitiminin kolayı yoktur. Özellikle mesleğinde başarılı olmak
isteyenler için. Ama yine de siz yeri geldi okulu asıp gençliğin coşkusuna
verdiniz kendinizi, yeri geldi telafi edeceğinizi düşündüğünüz ölçüde
dağıttınız ilginizi başka yerlere. Onların böyle bir şansı hiç olmadı. Tıp
Fakültesinde okumakla sözgelimi Siyasal Bilimler Fakültesinde okumak aynı şey
değildir, bunu kimse inkâr edemez. Siz dört ya da beş sene sonra altın
bileziğinizi kolunuza takıp şanslıysanız (KPSS, staj gibi aşamalardan çabucak
geçip) paranızı kazanmaya başlayabilirsiniz. Oysa onlar hala öğrencidirler ve
önlerinde daha çok sınav vardır. Hele ki TUS adı verilen Tıpta Yeterlilik
Sınavı büyük ihtimalle üniversite sınavı stresinden daha şiddetlidir. Bazı
meslekler mecburi hizmete gerek duymaz. Örneğin mühendislik okuduysanız
dilediğiniz şehirde iş bulma şansınız vardır. Oysa doktorlar memleketin
kendilerinin seçmediği herhangi bir köşesinde birkaç yıl çalışmak zorundadır.
Üstelik yeni mezun olmuşlardır ve neredeyse yıllardır sadece ders çalışmışlardır,
insan ilişkilerinde sosyal hayatta diğerlerinden daha acemidir.
Yine de herkes tercihi doğrultusunda yaşar ve bunun bedelini diğerleri
ödemek zorunda değildir diyebilirsiniz. Naif ve samimi insan ilişkilerinin
mesleklerle bağlantılı olmadığını düşünüp bu basit davranışları karşınızdan
beklemekte haklısınız. Bir bankacı içine girdiği ortamda diğerlerinin kredi notunu
hesaplayıp ona göre davranmıyorsa, bir kimyacı bildiği formülleri
karşısındakinin hayatı boyunca duymadığına emin olsa da bunu onlara
yansıtmıyorsa, bir dansçı elini kolunu bile oynatamayan birine tepeden
bakmıyorsa, aynısını doktorlardan da beklemek yanlış olmaz sanırım.
Bizim ülkemizde “doktora çıkmak” diye bir deyim vardır. Belki mesleğin
saygınlığından belki de halkımızın mertebecilik sevgisinden. Yeni mezun olmuş
bir doktora bile “hocam” denir. Hal böyle olunca mesleğini sindirememiş bazı doktorların
talihsiz yaklaşımlarına şahit oluruz. Yaşlı annesini muayene ettiren biri
anlatıyor:
Kadın işi bitince torunu yaşındaki doktora minnetini sunmak için
“Teşekkür ederim kızım” diyor. Doktor Hanım ise hışımla ayağa kalkıp kadını
azarlıyor, “Kızım mı? Doktor Hanım diyeceksin!”
Pek çoğumuz bir türlü senli benli konuşmaktan vazgeçmeyen doktorlara bu
konuda tepki göstermeyiz. Canımız onların elindedir, yaşı başı ne olursa olsun
koskoca doktordur ne dese haklıdır. Yazıcıdan çıkan tahlil sonuçlarınızı “Şuradan
al kâğıtları, sonra da git röntgen çektir” der doktor, odasına girersiniz siz
ayakta beklersiniz o kafasını kaldırmaz, ola ki ilacınız ya da hastalığınız
hakkında bir şey söylemeye kalkarsınız “Sen mi doktorsun ben mi?” diye
paylanırsınız yine de sesiniz çıkmaz.
Doktor bir ahbabım bizzat kendi hocasının hastası ile yaşadığı diyaloğu
kahkahalarla anlatıyor:
Pek ünlü bir beyin cerrahına ameliyat olan hasta, operasyon sonrası ne
yazık ki gözlerini kaybediyor. İlerleyen günlerde doktorunu ziyaret ettiğinde
“Hocam ben kör oldum.” diye üzüntüyle yakınıyor. Hocaların hocası büyük
cerrahın cevabı ise iç yakan cinsten. “Aman bu b.ktan dünyayı görüp de ne
yapacaksın?” Kan donduran bu olayın ve akabinde yaşanan hakaretin bir dava
konusu bile olmadığını söylememe gerek yok sanırım.
Oysaki hastaneler de hizmet kurumlarıdır. Teknik olarak doktorlardan bedelini
ödediğiniz bir hizmeti satın alırsınız. Elbette bu durum saygı ve insani
yaklaşım çerçevesini etkilemez. Tıpkı doktorun verdiği hizmetin karşılığını
almadan bu işi gönüllü yaptığı durumlarda bile hastasına böyle davranma
hakkının olmadığı gibi.
Ne yazık ki tablo her zaman hastanın mağduriyetiyle çizilmiyor. Özellikle
son yıllarda insani olmayan çalışma koşulları içinde çalışıyor doktorlar.
Dinleyemez, çözümleyemez ve tedavi edemez ölçüde hasta ile muhatap olmak
zorunda olmaları yetmiyormuş gibi bunca eğitim ve hizmet yılının emeğini maddi
olarak alamıyorlar. Üstüne üstlük cinnet seviyesindeki halkın doktorlara
yönelik şiddet olayları gün geçtikçe artıyor. Sonu ölümle sonuçlanan pek çok
vaka duyuyor, görüyoruz. İnsanlar ne yazık ki derdini sakince anlatamıyor,
empati yapamıyor, hakkını konuşarak almayı düşünmeden ilkel bir şekilde şiddete
başvuruyor. Her iki durumu da cehaletle açıklamak doğru olur sanırım.
Doktorlara kızmayınız. Böyle benim gibi genelleme de yapmayınız hatta.
Davranışlarının, mizaçlarından, kişisel farklılıklarından, mesleklerini sevip
sevmemelerinden, çalışma koşullarından ya da başka herhangi bir sebepten
doğacağını göz ardı etmeyiniz. Doktorlar başımızın tacıdır. Seviniz, sayınız
ama hakkınız varsa da aramaktan da korkmayınız.
Hande Çiğdemoğlu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder