Cumhuriyet Aydınlanmasında Yüksek Öğretim Devrimi - Arka Plan - Sevdalım Hayat
Cumhuriyet Aydınlanmasında Yüksek Öğretim Devrimi - Arka Plan

Cumhuriyet Aydınlanmasında Yüksek Öğretim Devrimi - Arka Plan

Paylaş
Zihin gelişimi, temel eğitimi ve ergenliği 2002 sonrasına dayanan ’90 kuşağının en baştan ve derinlemesine bir “Cumhuriyet” ve “Atatürk” okumasına başlaması gerektiği kanısındayım. Ya da bu iddialı önermeden sakınayım ve kendi özelimde buna ihtiyaç duyduğumu belirtmekle yetineyim.


Bu okumalara, hem kişisel ilgim hem de Ankara Hukuk Fakültesi’nden Anayasa Hocam Prof. Dr. Merih Öden’in önerileri üzerine, günümüz ideolojik kalıplarının uzağında kalmış bir alan ile, (Üniversite Reformu da denen) “Cumhuriyet’in yüksek öğretim projesi” ile başladım. Bu konu bende ciddi bir heyecan uyandırdı ve bu heyecan artarak devam ediyor. Zira bu süreç başlı başına, Cumhuriyet'in aydınlanma idealini, bu idealin kapsamını ve dayanaklarını somut ve açık bir şekilde ortaya koyuyor.

İşte biz de bu yazıyla birlikte; “Cumhuriyet Aydınlanmasında Yüksek Öğretim Devrimi” serisine başlıyoruz. İlk olarak belirtmem gerekir ki, “Yüksek Öğretim Devrimi” ifadesindeki kavramsal tercihin göze battığının farkındayım. Gerçekten de bu süreç için tarih yazınında ağırlıklı olarak; “Üniversite Reformu” nitelemesi tercih edilmektedir. Ancak bizim “üniversite” yerine “yüksek öğretim” ifadesini tercih etmemizin sebebi, bu sürecin kapsamına “üniversite” kavramı içinde sınıflandırlamayacak çeşitli uzmanlık okullarının da girmesidir. “Reform” yerine “devrim” tercihimize gelince; ilk aşamada Osmanlı’dan kalan 300-400 arası medresenin kapatılması, ardından muhafaza edilen üç askeri akademi ile Darülfünun’un yeni üniversiteler ile ikamesi, basit bir reformun ötesinde, Cumhuriyet'in en kalıcı ve uzun soluklu değişikliklerini barındırdığından bu hareket için “devrim” kavramını tercih ediyoruz.

Son yıllarda bu konuya ilişkin artan bir ilgi ve kapsamlı bir yerli&yabancı akademik üretim var. Ancak bu seride, Yüksek Öğretim Devrimi'ni, bir tarihçi gibi belirli bir metodoloji çerçevesinde ele almayacağız. Bunun yerine, önem taşımakla birlikte kıyıda köşede kalmış belirli kişiler, olaylar ve anılar üzerinden bu süreci okumaya çalışacağız.
Alman üniversite öğrencileri, “Alman olmayan her şeyi ateşe atıyorum” pankartı altında yahudi hocalarının kitaplarını yakıyor.

Ancak her durumda bu sürecin okunması, başta Almanya olmak üzere Avrupa’nın çeşitli ülkelerini Nazi Rejimi sebebiyle terketmek zorunda kalan akademisyenlerin hikayelerinden bağımsız değerlendirilemez. Yüksek Öğretim Devrimi esasen; Cumhuriyet'in, Nazizm'in büyük akademi tasfiyesinden doğan trajik sonuçları, kendi idealleri doğrultusunda kullanabilme kapasitesinin bir hikayesi ve kendi ülkelerinde yok olmama mücadelesi verenlerin başka bir medeniyetin kuruluşunda oynadıkları “başrol”ün dokunaklı serencamıdır. Dolayısıyla bu süreç, Darülfünun'un, Üniversiteye evrilmesini öngören bir kanunun yayımıyla gerçekleşmiş bir sürecin çok ötesinde; büyük trajedileri ve dokunaklı hikayeleri barındıran, şerden hayır çıkaran, tahayyül ötesi bir vizyonu çerçeveleyen geniş bir bakış açısı ve derin bir okumalar bütünü gerektiriyor.

Ancak her şeyden önce sürecin arka planının anlaşılması için ilk olarak cevabı aranması gereken soru; Cumhuriyet'in ilanından sonra “dokunulamaz” denilen bir çok alanda tahayyül ötesi devrimler yapılmışken, yüksek öğretim gibi temel bir alanda somut adımlar atılması için neden 10 yıla yakın bir süre beklenildiğidir.


Bir çok kaynakta Mustafa Kemal’in ilk olarak ilk ve orta öğretimde yapılacak değişiklikleri ele aldığı, bu bağlamda 1924 yılında Tevhidi Tedrisat Kanunu’nun çıkarıldığı ve yüksek öğretimde yapılacak değişikliklerin sonraya bırakıldığı, bundan dolayı da İstanbul Darülfünunu'nun uzun süre ayakta kalmış olduğu ifade edilmektedir. Ancak kanımca bu açıklama yukarıdaki sorunun cevabına ilişkin bir bilgi içermiyor. Evet, bir çok enstitünün ve yüksek okulun kurulması daha sonraya bırakılmıştı, ancak Darülfünun'un tamamen kapatılması bu değişiklikler kapsamında Atatürk’ün aklında olmayan bir seçenekti.


Bu sonuca ulaşmamızın en önemli sebebi; İstanbul Darülfünunu'nun kapatılmasına gerekçe gösterilen bir çok olaydan sonra, 21 Nisan 1924 tarihinde İstanbul Darülfünununun Şahsiyeti Hükmiyesi Hakkında Kanun’un çıkarılarak Darülfünun'un hukuki varlığının Kurucu Meclis eliyle güçlendirilmesidir. Çeşitli kaynaklarda; Atatürk’ün Darülfünun'a hep kuşkuyla yaklaştığı, bunun sebebinin ise, Kurtuluş Savaşı sırasında Darülfünun'un saltanat tarafında saf tutmuş olması, bunun ardından yaşanan büyük öğrenci grevi ve Cumhuriyet'in ilanı üzerine, "üniversitenin siyasetin dışında kalması gerektiği" gerekçesiyle kutlama mesajı gönderilmesine karşı çıkılması gösterilmektedir. Ancak tüm bu olayların yaşanmasından hemen sonra, Mustafa Kemal’in Darülfünun'u onurlandırıcı, oldukça pozitif konuşmaları meclis tutanaklarına yansımıştır.

Atatürk'ün İstanbul Üniversitesi ziyareti, 1933.

Bunun yanında, söz konusu kanun ile İmparatorluk döneminde hiç görülmemiş şekilde, Darülfünun'a tüzel kişilik tanınıyor, mevcut özerk yapısı kuvvetlendiriliyor, akademik kadronun statü güvencesi sağlamlaştırılıyordu. Nitekim Wildmann bu kanunun “akademik özgürlüğü dokunulmaz kıldığını” belirtmekte ve “üniversitenin bağımsızlığı yolunda ilk adım” olarak görmektedir. Bununla birlikte, Cumhuriyet'e ve yaşanan yeni gelişmelere soğuk durduğu bilinen pek çok hocanın ve hatta idarecinin şahsı özelikle hiçbir tasarrufta bulunulmaması da kayda değerdir. Belirtmek gerekir ki, dönemin milli eğitim bakanlarının ve Atatürk’ü Darülfünun'a çeşitli defalar ziyareti ve hocalarla görüşmesi de vakidir.


Devrimler açısından hoşgörüsü kabil olmayan bunca olay yaşandıktan sonra, kurucular tarafından Darülfünun'a karşı benimsenen bu “olağandışı” tutumu, kanımca, devrimlere katılma konusunda Darülfünunun hocalarına verilmiş açık bir teşvik olarak yorumlamak gerekir. Zira kültürel ve düşünsel alanında dünyada eşi görülmemiş, Lewis’in deyişiyle, “catastrophic” devrimlere girişenler, o dönem ellerinde bulunan tek yüksek öğretim kurumunun taşıdığı öneminin farkındaydı.

Prof. Dr. Albert Malche


Ancak kurucular tarafından atılan tüm bu adımlara rağmen, harf ve dil devrimi ile Cumhuriyet'in oluşturmaya çalıştığı tarih tezine karşı Darülfünun hocalarının benimsediği fazlasıyla soğuk tutum, bu işin Darülfünun ile gerçekleştirilmeyeceğini ortaya çıkarmış ve Darülfünun’da değişiklik yapılması 1931 yılında programa alınmıştır. Esasında, günümüzde hala yürülükte olan 1416 sayılı Ecnebi Memleketlere Gönderilecek talebe Hakkında Kanun çıkarılarak 16 Nisan 1929 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanmasıyla Türk öğrencilerin Avrupa’ya yüksek öğrenime gönderilmesinin önünün açılması bu soğumanın ilk işaretleri olarak alınabilir.

Akabinde TBMM, Darülfünun’un 1932 yılına ait bütçesini ancak yabancı bir uzmanın getirtilmesi ve esaslı bir şekilde iyileştirilmesi ve düzenlenmesi şartıyla kabul etmiştir. Bu kapsamda, incelemelerde bulunmak üzere davet edilen pedagog Prof. Albert Malche, 16 Ocak 1932’de Türkiye’ye gelir. Prof. Malche, Darülfünun’da derslere girer, hocalarla görüşür, binalarda incelemelerde bulunur ve  29 Mayıs 1932 tarihince “Rapport sur l’universite d’İstanbul” (İstanbul Üniversitesi Hakkında Rapor) başlıklı 66 sayfalık raporunu hazırlar ve 1 Haziran’da Milli Eğitim Bakanı’na sunar.

Prof. Malche’nin raporu üzerine, Darülfünunu’da yapılacak iyileştirme ve reformların, önceki tecrübelere istinaden, sonuçsuz kalacağı değerlendirilerek ve Atatürk’ün ifadesiyle “radikal bir  tedbirle” 31.05.1933 tarihli ve 2252 sayılı İstanbul Darülfünununun İlgasına ve Maarif Vekaletince Yeni Bir Üniversite Kurulmasına Dair Kanun ile Darülfünun, medreselerin kaderini paylaşmış ve ilga edilmiştir. Ardından kurulan İstanbul Üniversitesi ise, Dr. Reşit Galip tarafından ısrarla vurgulandığı gibi, Darülfünun’un devamı ya da yenileştirilmiş hali olmayıp, “Türk inkılabının esaslı vasfını taşıyan” tamamen bağımsız bir kurum olarak düşünülmüştü. Nitekim, her ne kadar, İstanbul Üniversitesi tarafından günümüzde kullanılan logoda 1453 tarihi kuruluş tarihi olarak belirtilse de, İstanbul Üniversitesi’nin ilk logosunda 1933 yılı kuruluş tarihi olarak alınmaktadır.


Darülfünunun ilgasının temel sebebinin hocaların tutumu olduğu göz önüne alındığında, bu hocaların yeni üniversiteden uzak tutulduğunu tahmin etmek güç değil. Darülfünun'da müderrislik ve muallimlik yapan hocaların büyük çoğunluğu İstanbul Üniversitesi’nin ihdas edilen yeni kadrolarına alınmadı. Wildmann’ın aktardığına göre Darülfünun’un, müderris, muallim ve asistanlardan oluşan toplam 240 hocasından 157’si İstanbul Üniversitesi’ne alınmadı. Bunlardan 14’ü Hukuk Fakültesi müderrisiydi. Ancak belirtmek gerekir ki, bu hocalar teknik olarak hükümet tarafından görevden alınmamış, Darülfünun’un tüzel kişiliğinin tüm akademik kadrolarıyla birlikte  bir kanun ile ilga edilmesi ve Üniversite kadrolarına da alınmamaları üzerine açıkta kalmışlardır. Bu hocalardan bazıları emekliye sevkedilmiş, bazıları ise başka görevlere atanmıştır. Görevden el çektirme, istifa ve emekliye sevk etmeler 1933 sonrası da İstanbul Üniversitesi’nde devam etmiştir.

Kuşkusuz çeşitli “yumuşatma” girişimlerine rağmen bu dönem özü itibariyle “devrim siyasetinin” şekillendirdiği bir akademik tasfiye dönemidir. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, “devrim siyaseti”nin özü itibariyle sert ve yıkıcı olması beklenen tasfiye dalgası, cumhuriyet tarihinin belki de en “yumuşak” ve “insani” tedbirlerini içeren akademik müdahalelerle geçiştirilmiştir. Hocalar onur kırıcı şekilde listelenerek kamuya teşhir edilmemiş, “devrim karşıtlığı” ya da “ihanet” ile itham edilmemiş, cezai tatbikata tabi tutulmamış, yurt dışına seyahatlerinde sorun çıkarılmamış, maaşsız bırakılmamış, diğer kamusal faaliyetleri engellenmemiş ve en önemlisi Darülfünun’dan Üniversite’ye alınan hocalar, kadrolara kabul edilmeyen meslektaşlarının haksızlığa uğradıklarını düşündüklerinde; 20. yy’ın en “çetin” Devrimi'ne karşı “istifa” ile tepki gösterebilmişlerdir. Ancak devrim siyasetinin getirdiği meşruluk ne kadar sağlam olursa olsun, bu süreçle birlikte; akademyayı siyasi müdahalenin dışında tutmak amacıyla “akademik özerklik” hattına çekilen “cordon sanitaire” bir kere yırtılmıştır.

Darülfünun'dan İstanbul Üniversitesi'ne geçiş, 1933/34 akademik yılı.

Böylece, devrimin tabiatından kaynaklanan zorlayıcı sebeplerin doğurduğu çıkmaz, Cumhuriyet devrinin ilk geniş çaplı akademik tasfiyesi ile sonuçlanmış oldu. Kanımca bu tasfiye, tartışmalı yönleri bir kenara, o dönemde hiçbir devrimcinin üzerinde kemali serbestiyetle tasarruf edebileceği bir konu olmadığı gibi, gönül rahatlığı ile de uygulanan bir tasarruf da değildi. İlerleyen bölümlerde hem bu süreci, hem de İstanbul Üniversitesi’ne alınmayan hocaların sonrasında neler yaptıklarını detaylıca ele alacağız.

Peki böylesi bir devrim kurumu, kendinden uzak tuttuğu hocaların yerine varlığı için hayati olan kaynağı, yani yeni kadrosunu nereden ve nasıl temin edecekti? “Kaderin cilvesi” ve cumhuriyetin idealinin vizyonu ile birleşince, İstanbul Üniversitesi için eşsiz bir hoca kaynağı ortaya çıkmış oldu: Nazizim sebebiyle, başta Almanya olmak üzere Avrupanın çeşitli ülkelerini terkederek Türkiyeye gelen yabancı hocalar. İşte bu hocalar Türkiye’ye geldiklerinde, üniversitelerin içinde bulundukları akademik, siyasal ortam böylesi bir çalkantılı dönem geçiriyordu. Bir sonraki seride bu ortama gelen Avrupalı hocaların serüvenini ele alacağız.

Enes Yalçın

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder