“Akif!”
“Kime diyorum, hiç duyuyor mu?”
“Akiff! Allahın cezası bıktım senden!”
Akif kafasını bile çevirmeden, hızla kapıyı
çarpıp çıktı evinden. Merdivenleri ikişer üçer indi. Sokağa iner inmez derin
derin soluk alıp verdi. Soluğunu içinde biraz daha tutsa patlayacaktı. Oysa
alışmış olmalıydı hemen her gün karısıyla yaptıkları bu kavgalara. Yine her
zamanki gibi koşar adım yürüyerek, arkadaşı Fazlı’nın yanına gidiyordu...
Akif ile Sultan görücü usulüyle evlenmiş gibi
görünse de Sultan deliler gibi âşıktı Akif’e. Akif uzun boylu, ipek gibi uzun
uzun kirpikleri olan, esmer bir delikanlıydı. Mahallenin parmakla gösterilen
mert, yakışıklı, efendi delikanlısı... Firuze’nin sevdiği!
Akif ile Firuze lise yıllarını birlikte okumuş
ve birlikte büyümüşler, birbirlerinin ilk aşkı olmuşlardı. Üniversite
tercihlerini bile aynı şehre, aynı bölüme yapmışlardı. Üniversite son sınıfta
Firuze, Akif’ten bir günde uzaklaşmış, hatta ertesi gün sebepsiz ayrılmak
isteyip, Akif’i terk etmişti. Bir yıl sonra da lisedeki öğretmenleri Yakup
Bey’le evlenmişti. Akif o gün bugündür içine kapanmış, hayat önüne ne getirirse
sesini çıkartmadan kabul eder olmuştu. Aile büyükleri 4 yıl önce beğenmiş ve
almışlardı Sultan’ı. Lakin bu ilgisizlik ve durgunluk zamanla Sultan’ı çileden
çıkarmış ve dayanılmaz kavgalara dönüşmüştü.
“Selamünaleyküm Fazlı”
“Ve Aleykümselam dostcan! Hoş geldin. Yüzüne
bakılırsa yine yemişsin paparayı”
Akif ne bir ses verdi ne de kafası ile en ufak
bir hareket yaptı. Fazlı bilirdi bu hali, artık derin sulara iyice dalmışlığın
hayat bulmuş haliydi.
“Anlat hele neyin var senin?”
“Hiiç! İşyerinde yeni bir makine kurulumu var,
uğraştırdı birkaç gündür. Aklım ona takıl... Firuze! Firuzeyi gördüm 2 gün
önce. Bizim şirkete gelmişti eşi ve oğluyla beraber. Oğlu Akif! İnanabiliyor
musun Fazlı? Oğlunun adı Akif! Kocası sesleniyordu oğluna, oradan duydum.
Maşallah öyle güzel ki. Aynı Firuze’ye benziyor. Kalbim yerinden çıkacak gibi
oldu. O an bu andır düzelmedi kalbim. Ben hiç iyi değilim Fazlı. İnan ne
yapacağımı bilemez oldum”
“Allah Allah! Ne işi varmış ki sizin orda?”
“Allah aşkına Fazlı! Ben diyorum oğlunun adı
Akif, sen ne işi var diyorsun! Bu mu şimdi merak ettiğin şey?”
“Sitemlenme dostcan; merakım sebepsiz değildir.
Sizin orası, herhangi bir hanımın gelip gideceği, alışveriş yapacağı bir yer
değil. Hem o da makine mühendisi olmuştu seninle beraber. Sakın iş için gelmiş
olmasın?”
Akif’in kafasından kaynar sular döküldü bir
anda. Sakallarını sıvazlayıp
“Olamaz! Bu benim aklıma neden hiç gelmedi.
Genel müdür geçen toplantıda demişti, yeni bir mühendis başlayacak diye. Kesin
Firuze o.”
“Dur bakalım kaybetme kendini hemen. Başlarsa
başlasın. O derelerden çok sular aktı Akif.”
Daraldığını, nefes alıp veremediğini fark edip,
müsaade istedi Fazlı’dan. Gitmeli, her şeyden uzaklaşmalıydı. Annesi ve
babasının evinin üst katındaki tavan arasında küçücük bir odası vardı, pek ışık
almayan, kasvetli bir oda. Orayı özlediğini hissetti. Orası demek Firuze
demekti onun için. Her bir köşesi Firuze doluydu. Sessizce en üst kata çıkıp,
yavaşça uzandı yatağına. Gözlerini tavana dikip Firuzeyi düşünmeye başladı.
“Nasıl da özlemişim onu” diye iç geçirdi. ”Hiç
değişmemiş, hala çok güzel gülüyor...”
Sonra uzun uzun Firuze’nin oğlunu düşündü. Neden
bırakıp gittiği insanın adını vermişti ki? Yüreğinde kendisinin bile ilk kez
keşfettiği derinlerde bir yer, gözlerinden yaş akıtana kadar acıdı. Acıdı... Acıdı...
Eve gitmek istemiyordu.
“Ahh Firuze! Ahhhh! Nasıl çok sevdim seni. İçime
nasıl bir işlemekti böyle. Kalbim kandan önce seni pompaladı, ciğerlerime
oksijenden önce sen girdin. Karşına geçip bir kez bile soramadım, ‘neden’
diye”. Çok uzun zamandır böyle ağlamamıştı.
Vakit gece yarısını geçmişti. Kalkıp istemeye
istemeye evine doğru yola koyuldu. Sabah yine karşılaşacak olursa, kaçabildiği
kadar kaçacaktı. “Akif’in yüreğine de yazık” diye mırıldandı kendi duyacağı
kadar bir sesle.
Tam Fazlı’nın tahmin ettiği gibi olmuş ve Firuze
yeni mühendis olarak işbaşı yapmıştı. Onu 5 yıl sonra yeniden her gün görmek
işkenceden başka bir şey olmayacaktı.
“Akif!”
Olduğu yerde mıh gibi çakılıp kaldı Akif.
Kalbinin çarpıntısı tüm bedenini sallıyor, her yanı titriyordu. İçinde anlam
veremediği depremler oluyordu. Akif... Akif oydu. Bu onun adıydı. Adı ne
güzelmiş meğer. Kuş tüyü gibi yumuşacık...
“Akif! Lütfen bakar mısın?”
Lütfen bakmaz mıydı Firuze’ye. Lütfen delirmez
miydi sesini duyup, yüzünü gördüğünde. Lütfen vurulmaz mı kalbi, o ceylan gibi
gözlere her baktığında...
“Buyrun Firuze Hanım” deyip arkasını döndü Akif,
içinden geçenler hiç geçmiyor gibi buz gibi bir sesle.
“Ve ayrıca bana adımla seslenmezseniz
sevinirim.”
“Özür dilerim Akif Bey. Bir an alışkanlıkla
çıkıverdi ağzımdan. Sizden yardım isteyecektim. Şu yeni gelen maki...”
“Firuze hanım! Sizinle Fikret Bey pekâlâ
ilgilenebilir. Kendisinin odası sağdan ilk kapı. Ben size yardım etmek
istemiyorum!”
Bir tokat gibi inmişti yüzüne Firuzenin son
sözler. Hala ne kadar dürüst ve dobra diye düşündü. İçindekini kıvırmadan
haykırmıştı yüzüne, bir zamanlar aşkını haykırdığı gibi.
Akif nefes nefese odasına geldiğinde bir bardak
suyu zorlukla içebildi. Bir yanında, ipini koparmış atlar dörtnala uçsuz
bucaksız vadilerde koşuyor, diğer yanında dünyanın en korkunç yanardağı
patlamış, lavları her yeri yakıp eritiyordu. Bir yanında bayramlar yaşanıyor,
öbür yanında bayraklar yarıya indirilmiş, yaslar tutuluyordu. Çok yorulmuştu
Akif. Bu duygu karmaşası çok yormuştu onu. Gözleri kararmış ve olduğu yere
yığılmıştı.
Günler sonra gözlerini açtığında, kalbindeki
yorgunluk bıraktığı yerden devam etmeye başladı. Araladığı gözleriyle her
tarafının kablolara bağlı olduğunu gördü. Başında Sultan, gözlerinden kan
gelmişçesine ağlıyordu. Belli ki uzun süredir başındaydı.
“Akifimm. Canım kocam. Evimin direği. Çok şükür
açtın gözlerini. Allah seni bana bağışladı. Çok korktum öleceksin diye!”
Akif’in konuşmaya hali yoktu. Zorlu bir hareket
yapar gibi uzanarak eşinin parmak uçlarını tuttu, “Sakin ol Sultan. Bak iyiyim
artık” diyebildi.
“Günlerdir herkes mahvoldu Akif’im. Sen sakin
sakin yat ben haber vereyim annemlere. Düğün bayram bugün bize.” diyip yoğun
bakım odasından heyecanla çıktı. 10 dakika sonra dostcanı Fazlı girdi yanına.
Onun da gözleri ağlamaktan 10 yıl yaşlanmış bir haldeydi.
“Dostcan! Şükürler olsun bugünü de gördük.
Doktoru çok zor ikna ettim içeri girip yüzünü sadece bir dakika görebilmek için.
Sen bir çık hele, eskiteceğim o yüzünü baka baka”. En candan en kıymetli en
samimi gülümsemelerini yolladılar birbirlerine.
Fazlı ne dost adamdı Akif’in hayatında. Deniz
kabarıp dalgalar kudurduğunda, herkesin böyle bir dost limanı olmalıydı. Kardeşten
de öte bir can, ayrıntılı açıklamalara gerek kalmadan ne dediğini anlayan,
gözlerine bakınca ne hissettiğini gören bir dostun varlığı çok önemliydi.
“Anne de baba da perişan oldular dostcanım.
Odana bir hayırlısıyla çıkaralım rahatlayacaklar. Lafı evirip çevirmeden ben
söyleyeyim. Firuze de çok üzgün dostcan. Biliyorum onu soruyor gözlerin.
Gerçekten günlerdir çok ağladı, suçladı kendisini. Ben şimdi çıkayım
kızdırmadan kimseyi. İnşallah bir çık, bol bol konuşuruz yine.”
“Fazlı”
“Akif’im”
“Dostcan onu görmem lazım benim. Nedenini
öğrenmeden bu dünyadan gitmek istemiyorum.”
“Kızıyorum ama Akif! Bu ne karamsar konuşma
böyle. İyisin ve daha da iyi olacaksın diyorum sana.”
“Bütün enerjimi sana yalvarmama harcatma bana.
Lütfen bir yolunu bul ve onu buraya getir. Korkuyorum anlasana. İyi olursam,
eyvallah, bir alacağın olsun ama ölürsem bu yükle yollama beni. Öl dese
öleceğim kadın, beni neden öldürdü bilmek hakkım.”
“Peki. Ama bil ki bunun da acısını ayrı
çıkartırım senden.”
Fazlı ciğerine saplanan ince sızı yüzünden
gülümseyemeden çıktı odadan. Akif, kısa sürede derin bir uykuya daldı. Kalbi
yine çok yorulmuştu. Doktorlar ailesine zamanında yapılan müdahale ile hayata
döndürüldüğünü, fakat geçirdiği kalp krizinin yüksek oranda ölüm riski taşıdığını
detaylı bir şekilde anlatmışlardı. Bu ağır krizi Akif’in şu anlık atlatması
bile bir mucizeydi.
O gün peşinden giden Firuze odada onu o halde
görmüş ve kalp masajıyla yeniden yaşama tutunması sağlamıştı. Şifası gözlerinde
olan kalbi, parmaklarıyla iyileştirmişti, anlık da olsa. Annesi boynuna
sarılmış, ağlayarak hem özür dilemiş hem de hakkını helal etmesini istemişti.
Firuze, hiçbir şey söylemeden ağlayarak çıktığı
hastaneye, Fazlı’nın isteğiyle geri döndü. Bir hırsız gibi gizlice odaya girdi.
Akif çağırmıştı ve ne için çağırdığını çok iyi biliyordu.
“Akif”
İşte yine o yumuşacık, kuştüyü gibi ses, diye
düşündü Akif. Adıma sanki aşık gibi nasılda güzel çıkıyor o 4 harf. Ben iyi ki
Akif’im. Başka hiçbir isim bir ağza bu kadar yakışamazdı...
“Akif”
Pazar kahvaltısına uyanır gibi neşeyle uyandı
Akif. Gözlerini meleğine açar gibi açtı ve baktı. İçinde yanan o volkana inat
ipini koparan atlar yine dörtnala koşmaya başladı Akif’in kalbinde.
“Firuze. Hoş geldin Firuze.”
“Geçmiş olsun Akif. Hoş buldum. Şimdi iyisin
değil mi?”
“Evet iyiyim. Şimdi iyiyim”
“Yorma kendini Akif. Çünkü beni neden
çağırdığını biliyorum. O gün neden bitti dedim ve gittim. Bunu merak
ediyorsun.”
“Evet. Bilmek hakkım Firuze. Bu yükü taşıyamıyor
artık kalbim. Neden?”
“Peki. Kendini yormadan beni dinle. O gün sen
gelmemiştin okula. Hani bana sürpriz yapmak için hastayım demiş ve gelmemiştin.
İşte o gün annen ve baban geldiler ama. Benimle uzun uzun konuştular. Benim
onlara layık bir gelin olmadığımı, oğullarının aklını bu kadar karıştıran bir
kızın ancak fettan olabileceğini, onlara aile kızı bir gelinin layık olacağını
ve Sultan’dan başkasını asla kabul etmeyeceklerini, eğer evlenirsek seninle
asla görüşmeyeceklerini ve mutsuzluğumuz için ellerinden geleni yapacaklarını
söylediler. Bir sürü hakaret, bir sürü olumsuz örnekler verdiler. Senin 3 gün
üzülüp sonunda unutacağını ama benimle olursan bir ömür mutsuz yaşayacağını
söylediler. Ve annen, annemi arayıp Yakup bey ile okulda yakınlaştığımızı,
adımızın çıktığını söylediğini, eğer hemen ayrılmazsam başıma daha çok şey
geleceğini de söyledi. Bu en ağırı oldu benim için. Sonrasını ağlamaktan ne
duydum ne de hatırlayabildim. Yapabildiğim tek şey bütün gücümü toplayıp,
ertesi gün sana bitti demekti. Kırgınlığım aşkımın da üzerine çıkmıştı çünkü.
Sonrası daha fena oldu benim için. Annem babamlara söylemiş. Ya okuldan
ayrılırsın ya da hemen evlenirsin dediler. İkna edemedim ne yaptıysam ne
dediysem.” Hıçkırıklarını kesip gözlerini silmişti ki Firuze, Akif’in acı ile
kıvranan yüzünü görebildi.
“Akiff!”
“Dur Firuzem dur iyiyim. Şu an o kadar üzgünüm
ki anlatacak kelime bulamıyorum. Bütün acılarımın sebebi canım bildiğim ailem
mi yani?“
Akif’in ne konuşacak ne kızacak gücü vardı.
Yaşadığı şaşkınlık ve derin kırıklık yüzünün her yerine yayılmıştı. Oysa azıcık
gücü olsa haykırmak isterdi annesi ile babasına. En çok annesine. Annesi ki
günlerce ağladığında elleriyle silmişti gözyaşlarını. ”Unut oğlum hayırsızmış
işte. Kadir kıymet bilmeyene ömür mü harcanır? Seni istemeyeni sen de isteme”
demişti.
Ahhh anne ahhh! Benim hayatımı sen mi yaktın?
Yüreğinle can verdiğin bu bedeni, ellerinle mi yok ettin?
“Yakup Bey ile evlenirken tek şartım oldu. Eğer
oğlum olursa adını Akif vermek. Çok zordu Akif, gurbet çok zordu”
“Demek başka şehirdeydin Firuzem”
“Hayır! Aynı şehirdeydik. Ama bana senin
sesinden, gözünden, nefesinden uzak her yer gurbet oldu. Yıllarca oğlumu senin
adınla sevdim ben. Bir gün bile unutmaya çalışmadım seni.”
“Demek ondandı adımı kadife gibi çağırman”
Gözyaşları içinde sarıldı Firuze Akif’in başına.
Kokladı, kokladı, öptü. Öyle hasretlerdi ki birbirlerinin her zerrelerine.
Günlerce ağlasalar, sarılsalar bir dirhem bile doyamazlardı.
“Ama annen çok pişman Akif. Sakın ona kızma,
gönül koyma. Çok fazla üzülmüş. Senin çektiklerini yıllarca gözyaşı ve
pişmanlıkla izlemişler. Benimle konuştu ve özür diledi.”
Çok geçti ama artık. İnsan ömründe bir defa
severdi böyle. Karşılıksız ve dupduru. İki kırık kalp, asla tutunamıyordu başka
topraklarda. Yeniden filizlenemiyordu işte. Başka yağmurlar, başka rüzgârlar,
başka baharlar yalnızca başkalarına vardılar.
Akif’in sesi hırıltıya dönmüş ve Firuze korkudan
delirecek gibi olmuştu. Akif zorlukla Firuzesinin ellerini tutup durdurmuş ve
“dur!” diyebilmişti.
“Firuzem. Bekle ne olur. Benim ne annemden hesap
soracak ne de seni durduracak vaktim var. Biliyorum çok üzüleceksin çok
ağlayacaksın benden sonra. Üzülme, ağlama. Bunca vakit silemedim bir ceylan
gibi bakan gözlerinden akan yaşlarını. Ama bil ki adını anmadan, yağmur sonrası
toprak gibi kokan saçlarını koklamadan uyumadım, uyanmadım. Sana sözümü tuttum.
Son nefesime kadar yalnızca seni sevdim.”
“Hasretim, gurbetim, vuslatım Akifim. Lütfen
şimdi gitme, lütfen. Sana bir ömür gurbet yaşayayım ama ne olur gurbeti sensiz
yaşatma bana.”
Yüzünde yaz gününün seherinde doğan güneş gibi
sımsıcak bir gülümseme vardı Akif’in giderken. Elleri kalbini ona adamış bir
kadının ellerindeydi. Adını duymaya doyamadığı o kadife ses uğurluyordu onu
yalnız yolculuğuna.
“Akifimmm 99 yıl sonra da olsa dönüşüm
sanadır...”
Gülcan
Sural
gulcansural@hotmail.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder