KADIN YAŞAMALI YAŞATILMALI
Yitip Giden Kadınlara Saygıyla…
Yirmi birinci yüzyıldayız ama kadına şiddet hala
devam ediyor. Oysa kadın; estetiğin, güzelliğin adı, emeğin, doğurganlığın
simgesi, tanrının gücünün ispatı, ezilmişliğin, sömürünün, cinsel tabuların
mağduru, gülüşün, ağlayışın, şaşkınlığın, mutsuzluğun, şiddetin öznesi,
dostluğun, yoldaşlığın yol arkadaşı, samimiyetin, naifliğin, hoşgörünün,
paylaşımın tacı…
Uzayıp gider benzetmeler ve betimlemeler. Ne yazılsa eksik. Hal böyle olunca dünyayı erkekle tamamlayan kadına ne oldu da bu denli hırpalandı, ezildi, sömürüldü, şiddete maruz bırakıldı?
Hayalleri yarım bırakılmış, istekleri göz ardı edilmiş, hayat
bir başkasının tekelindeymiş gibi, neyi yaşayıp yaşamayacaklarına başkalarınca
karar verilen dramatik hayatlar yaşamalarına sebep ne?
Eril bir dünyada doğmuş olsa bile kadın; sevmek, sevilmek,
okşanmak, aşık olmak, doğurmak, doğurganlığının tadını çıkarmak, süslenmek,
gezmek, tozmak, tanımak, tanışmak, kendini bilmek istedi. Bu isteği kimi zaman
hoş görüldü kimi zaman da hor karşılandı. İstedi ki sadece kendisinin arzu
ettiği bir yaşamı olsundu. Ne giyeceğinin, nereye gideceğinin, kimi sevip
sevmeyeceğinin kararını kendisi vermek istedi. Olmadı.
Ataerkil toplumun ferdiydi erkek. Her şeye ve herkese sahip
olduğunu, kendinden başka, küçük dünyasında yaşattığı namus bekçiliğiyle
dünyayı kurtaracağını sandı. Doğduğu andan itibaren etrafındakilerce cinsiyeti
yüzünden onurlandırılan(!) ve bu onuru yaşamı boyunca gururla taşıyan, “ya
benimsin ya toprağın” mantığıyla beraber olduğu kadını tanımadan yaşayandı o.
Terk edildiğinde, namusunun elden gittiğini, sahip olduğunu zannettiği kadının
bir başkasıyla yaşadıklarını, gururunun ayaklar altına alınması olarak düşünüp
hırçınlaşan, öfkelenen, döven, kıran, öldürendi o.
Oysa narindi, naifti, alımlıydı, sevendi, okuyandı,
sorgulayandı, sınırları zorlayandı, bilinçliydi, hayallerinin peşinden gidendi
kadın. Tıpkı Tezer Özlü, Tomris Uyar, Virginia Woolf, Rosa Luxemburg, Sylvia
Plath, Özge Can Aslan, Emine Bulut ve daha niceleri gibi.
Oysa insanın tarihsel gerçekliğine bakıldığında kadının ilkel
kominal toplumda, toplumun lideri pozisyonunda olduğunu, erkekle aynı işlere
koştuğunu, bedensel güç olarak erkekten geri kalmadığını, günümüz sömürü
sisteminin dayattığı bedensel ölçülerden (90-60-90) çokça uzak olduğunu
söylüyor.
Yaşamsal ihtiyaçlar ilkel insanları göçebelikten yerleşik hayata zorlayınca kadının gücü de azalmaya başladı. Doğurganlık başlarda baş tacı edilen bir özelliği iken kadının; sonradan mağarada çocuklarının başında bekleyen, onların ihtiyacını karşılayan edilgen bir nesne durumuna düşürdü. Ailenin ihtiyacını karşılayan erkek daha da güçlenmeye, söz sahibi olmaya başladı.
Üretim arttıkça ihtiyaçlar da arttı. Bölüşüm kavgası başladı.
Özel mülkiyet kavramı, beraberinde cinsiyet ayrımını getirdi ve sınıflar ayrışmaya
başladı. Daha çok mala mülke sahip olan diğerlerine sahip oldu, onu
köleleştirdi. Buna kadın da dâhildi.
Kölelik döneminde kadın neredeyse haklarının büyük bir kısmını kaybetmiş, alınıp satılan bir köle durumuna geldi. Erkekler için çekici bir cinsel objeydi artık. Kendi hemcinsiyle kavgası da böyle başladı. Erkeğini en çok mutlu eden kadın en makbul kadındı. Üretime dair yeteneklerini yavaş yavaş kaybetti. Var olma nedeni bedensel güzelliğiydi artık. Erkek çocuk doğurmadığında eksik etek olarak tanımlanması yaşama zevkini de kaybettirdi ona…
Feodal toplum döneminde de kadının rolü ve statüsü kölelik
dönemine göre pek farklı olmamıştır. Bu dönemde de kadının en temel görevi;
"erkeğe itaat etmesidir!"
Yani kocasına itaat eden bir kadın ve gücü elinde tutan, emreden, yaptırım
kullanan bir erkek tipi hâkimdir. "Kocamdır
hem döver hem sever" sözü, feodal dönemde hem aşkın hem de
evliliklerin temel anlayışıdır.
Kadının yaşamsal, kimliksel ve bedensel dönüşümü kapitalist sistemde bambaşka bir boyut kazandı. Çünkü kadın hem bireysel hem de toplumsal olarak üretimin içindedir. "Kutsal aile" çemberinin dışına çıkmış ve dış dünya ile tanışmıştır. Toplumsal üretimin içinde olan kadın, emeğinin ücretlendirilmesi aşaması ise "sınıfsal bilinç" kavramıyla karşılaşır. İnsan hakları mücadelesine koşut olarak "kadın hakları" düşüncesinin örgütlü güç olarak sahneye çıktığı süreçtir. Kadın- erkek eşitliği, boşanmanın kolaylaştırılması, yaşamın her alanında temsiliyet, seçme ve seçilme, eğitim, kürtaj hakkı gibi taleplerin yükseldiği, cinsel, fiziksel ve psikolojik şiddete karşı kadın dayanışmasının güçlendiği dönem, kapitalist toplumun karmaşık ilişkilerinin sonucudur.
Aslında tüm bu gelişmeler, kadının göreceli özgürleşmesinin ve toplumsal üretime katılmasının doğurduğu sonuçlardır. Toplumsal gelişim ve değişim süreçlerinin kendi iç dinamikleri, kadının rolü ve statüsünde de değişiklikler yaratmıştır. Ancak bu düzende de erkek egemen ve ataerkil yapının, gücünü ve sırtını sermayedara dayadığı ve kendini daha modern bir yapı içinde yeniden ürettiği bilinmektedir.
Sonuç olarak kadının kurtuluşu, sömürüsüz bir toplum özleminde mümkün görünmektedir. Mücadele ise eşitlikçi, derinlikli ve sevgi odaklı bir büyük aşkla, yani birbirini tamlayan bir dayanışmayla yürütülmelidir.
Tarihsel süreç bu şekilde devam ederken dur
demeli ama nasıl? Her fırsatta okumaktan ve özellikle erkek çocuklarımızı doğru
dürüst, ama adam gibi, insanca, hakça, eşitlikçi değerlerle yetiştirmekten,
eğitmekten söz eden ben perişan haldeyim. Yine bir kadın katledildi. Onu
katleden yaratık aramızda. Sözün bittiği yerdeyim.
Mesele büyük ve derin. Hatta altından kalkılması en müşkül
konulardan biri. Kadın ve erkek birbirini dışlamadan, horlamadan, yok saymadan
severse, değerli görürse, inancım o ki çok daha kolay kucaklayacağız bize bir
armağan olarak sunulan hayatı...
Selma Sayar
selmatas99@yahoo.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder