Giderken
Acımasız güneşin kavurduğu tenime sorsan, bir anda suya
atlamam, sıcaktan nefessiz kalan bedenimin her karesini suyla buluşturmam
gerekirdi. Ama ben iskelenin yosunlu merdivenlerinden usul usul indim. Önce sağ
ayağımın başparmağını suda gezdirdim. Hiç bilmediğimi sanacak kadar ayrı
düştüğüm bir dünyanın tadı vardı. Ayağımın tamamı suyla buluşunca diğerini de
yanına aldım. Bir basamak daha indiğimde ise buz mavisi bir ürperti yükseldi,
aşağıdan yukarıya. İşte bu tanıdıktı. Unuttuğum her şeyi bir anda
hatırlamıştım. Deniz!
Birazdan beni kollarına alacak, sarmalayacak, örtecek,
iyileştirecekti. Hasta mıydım ki? Bilmem? İyi değildim ne zamandır, onu
biliyordum. Su dizlerimi aşar aşmaz,
önüne geçilemez bir arzuyla ama yine de usulca kollarımı içerden dışarı
uzatarak suya girdim. Gereksiz konuşmalar da, abartılı kahkahalar da, çocuğun
ısınan meyve suyu da, tuzdan sertleşmiş havlular da, kapağı kumlanmış güneş
kremleri de, yıllık iznin son üç günü de o kavurucu sıcakla birlikte dışarıda kalmıştı. Daha bir an geçmemişti ki, derin bir nefes
alıp olanca gücümle suya daldım. Boyumu geçti geçmedi suyun dibinde havalanan
kumları parmaklarımla işaretledim. Kollarımdan beni yukarı çeken ağırlığa
direnerek yüzdüm, yüzdüm. Nefesimin boğazıma dayandığı o son an gelince küskün
bir can havliyle, başımı yukarı kaldırdım. Deniz, buraya ait olmadığımı hatırlatır
bir güçle beni yüzeye itiyordu. Gönülsüz bir nefes aldım. Tuzlu gözlerimi ondan
daha tuzlu parmaklarımla ovalayıp açmaya çalıştığımda, önümde hayal gibi bir
mavi uzanıyordu. Dudağımdan yayılan gülümseme öyle coşkundu ki neredeyse ruhuma
yayılacaktı. Elbette buna izin vermedim. Rahatladığımı, bir parça da olsa huzurlu
olduğumu hisseden o kemirgen yaratık, saklandığı yerden çıkmıştı işte!
Şaşırmadım. Telaşla yüzümü kıyıya çevirdim.
Gördüğüm siluetlerin hepsi tanıdıktı. İnsan ömründe çok da
uzun sayılmayacak bir süre önce âşık olduğum adam mesela. Ablası ve onun âşık
olup olmadığını bilmediğim kocası. En yakını ise çocuklarım. Şemsiyenin
gölgesini paylaşmış iki küçük insan, bedenime sonradan eklenen uzuvlar gibiydi.
Biri, çıkarmamak için canını vereceği siyah tişörtü ve başının bir parçası gibi
duran kulaklıklarıyla bağdaş kurmuş otururken, bebeklikten çocukluğa koşar adım
yürüyen diğeri ise hamakta uyuyordu.
Etraflarında büyüğünün yüzünün daha asık olup olmadığı, güneş
koruyucusunu yenileyip yenilemediği, küçüğünün üzerine sinek, böcek konup
konmadığı, terleyip terlemediği hatta hamaktan düşüp düşmediği ile ilgilenecek
kimse yoktu. Bir an denizin suyu buz gibi oldu. Ancak düzene giren nefesim tekrar
hızlanmaya başlamıştı. Henüz birkaç dakikadır suda olmama rağmen sanki kıyı
beni kendine çekiyordu. Elti mi görümce mi ne dendiğini bir türlü öğrenemediğim,
çocukların “hala” dediği kadına güvenemezdim. Onun hayati bir tasası vardı
çünkü. Güneşin yüzünde leke yapmadan, vücudunda henüz tam olarak hurma rengine
dönmemiş yerleri yakmasını sağlamalıydı. Bunun için, koca şapkasını
çekiştirerek şezlongunda bir o yana bir bu yana dönüyor, çantasından çıkardığı çeşit
çeşit kremi dönüşümlü olarak yüzüne, göğsüne, bacaklarına sürüyordu. Ay
sonunda, kulübün toplantısı vardı. Konusu neydi bilmiyordum ama temasının en
çok kimin bronzlaştığı, en güzel kimin giyindiği, en fazla kimin kocasının
kazandığı, en çok kimin harcadığı olacağına emindim. Orta yaşı çoktan geçmesine
rağmen bir genç kız gibi umarsızdı o. Çocuğu olmamasından mı, hayatta hiç gerçek
sıkıntı çekmediğinden mi, karakterinden mi bilmem, sorumluluk duygusu
gelişmemiş, bulutların üstünde yaşayan bir prenses havasında yaşardı. Bu yüzden
bunca yıldır ne o benim hayat mücadelemi, ideallerimi, yoksunluklarımı ve hayal
kırıklıklarımı anlayabildi, ne ben onun önceliklerini, keyiflerini,
huzursuzluklarını ve bakış açısını sindirebildim. Ama severdim onu. Ne de olsa
ailedendi. Hem birbirini sevmek için anlamaya gerek yoktu.
Çocuklar bıraktığım gibiydi. Bacaklarımı ve kollarımı
batmayacak kadar hareket ettirsem de kıyıdan bir hayli uzaklaşmıştım. Yine de
bir sorun olsa görebilir, yüzerek çabucak onlara ulaşabilirdim. Denizi
böylesine pürüzsüzleştiren ve beni açıklara doğru iten rüzgâr, şu tepelerin
üstünden aşıp geliyor olmalıydı. Köse bir yanağı andıran kayaların ardında
başka bir dünya olduğunu hayal etmeye yeltendim. Oysa hayal kuramayacak kadar
gerçek bir dünyam vardı benim. Sorumluluklarım öyle büyüktü ki rüyalarımda bile
özgür değildim. Uçan kazın boynuna sarılıp tepeleri aşamaz ya da Moby Dick’in
peşinde okyanusları geçemezdim.
Çünkü ben yetişkindim. Hayatlarının içindeki her bir kareden sorumlu olduğum çocuklarım vardı. Sonra öğrencilerim vardı. Bir kaç sene sonra hayata atılacak olan kendini yetişkin sanan çocuklardı onlar da. Bildiklerimi layığıyla aktarmaya çalışırken hayatlarında benden de bir iz kalsın istiyordum. Becerebildiğimden emin değildim. Bunun yanında ikinci düzeltmeyi alan tezimi bitirmem, çevirileri henüz tamamlayabildiğim makaleleri yayınlatmam ve bir üst unvan için kimi sınavlara girip puanlarımı yükseltmem gerekiyordu. Bunca gereklilik arasında hayal kurmak, rüya görecek kadar huzurla uyumak mı?
Çünkü ben yetişkindim. Hayatlarının içindeki her bir kareden sorumlu olduğum çocuklarım vardı. Sonra öğrencilerim vardı. Bir kaç sene sonra hayata atılacak olan kendini yetişkin sanan çocuklardı onlar da. Bildiklerimi layığıyla aktarmaya çalışırken hayatlarında benden de bir iz kalsın istiyordum. Becerebildiğimden emin değildim. Bunun yanında ikinci düzeltmeyi alan tezimi bitirmem, çevirileri henüz tamamlayabildiğim makaleleri yayınlatmam ve bir üst unvan için kimi sınavlara girip puanlarımı yükseltmem gerekiyordu. Bunca gereklilik arasında hayal kurmak, rüya görecek kadar huzurla uyumak mı?
Hem bir evim vardı benim. Yuva olarak da tanımlanabilecek,
yolunu en iyi bildiğimiz, geceleri orada uyuduğumuz, arkadaşların, akrabaların
hatta bazen komşuların ağırlandığı derli toplu yaşam alanımızdı burası. Kutsaldı.
Üç oda bir salon bu betonarme sığınakta yaşayan herkesin yiyeceği, giyeceği,
temizliği, güvenliği hatta keyfinden ben sorumlu olsam da çocuklar ileride
buraya “baba evi” diyeceklerdi. Boş bırakmaya gelmezdi. Faturasını, aidatını,
kredisini unutur, birkaç gün temizlemeden durursan küser, arkasını dönerdi.
Ve hayat arkadaşım!
Önümüzde gidilecek çok yol, seçilecek çok rota vardı el ele tutuştuğumuzda.
Önümüzde ne olursa olsun, heybesinde aşk olan yol arkadaşları olacaktık. Bu
yüzden şahitler önünde imza atmış, parmaklarımıza yasal halkalar takmıştık.
Sevmek, saymak, destek olmak, bağlı kalmak için söz vermiştim. Sözümü tutmak
benim görevimdi. Yetişkinler koşullar ne olursa olsun sözünü tutar!
Ben ayaklarımın altından kayan akıntı ve üzerimden geçen rüzgârla
usul usul giderken, kıyıdakiler gittikçe küçülüyordu. Yine de büyük kızımın
hamakta kıpırdanan kardeşini diğer yana döndürmek için kalktığını görebilmiştim.
Akıllı kızım benim. Umursamaz görüntüsünün altında koca bir sorumluluk dağı
olduğunu biliyordum. Ne de olsa armut dibine düşüyordu. Biraz içim
rahatlamıştı.
Kollarımı yukarı kaldırıp bacaklarımı birleştirdim. Hafif bir
hamleyle suya gömülüp, çabucak yüzeye çıktığımda yüzüm hala kıyıya dönüktü. Bu
kez de onları gördüm. Hayat arkadaşım ve ablasının hayat arkadaşı, çocukların
babası ve halalarının kocası, yani kocam ve görümcemin kocası ya da görümcemin
kardeşi ve onun eniştesi diye adlandıracağım iki adam tavla oynuyordu. Bir
zamanlar sevgilim diye ünlerken şimdi eşim ya da kocam diye anlattığım adamın, üst
üste gelen hepyeklerin hırsıyla daha da terlemiş olduğuna emindim.
Üzülüyordum
ona. İki yetişkin, iki çocuk her şey dahil bir otelde tatil yapmanın
maliyetinden kaçmanın bedelini, gündüzleri ev sahibiyle tavla oynayarak, evin
ufak tefek tadilat işleriyle ilgilenerek, akşamları barbeküyü yakarak ödüyordu.
En zoru da eniştesinin üst perdeden tonlanan sesiyle anlattığı, gerekli
gereksiz her konuda onunla hem fikir olma durumuydu. Aksi halde sohbetin
tartışmaya dönüşmesi an meselesiydi. Ev sahibiyle tartışmak ise sayılı birkaç
günü zehir etmekten başka neye yarardı? En ufak bir gerginlikte perişan olan
hatta hastalanan ablasını üzmeye değer miydi? Onu üzmektense canını vermeye
razıydı öyle severdi ablasını. Zaten bayram ve izinler gibi bulduğumuz her
fırsatta maaile onların yanında olmamızın sebeplerinden biri de, ablasının
biricik kardeşi ve yeğenlerine olan düşkünlüğüydü.
Şu anda da eniştenin
ise elindeki zarları uzun uzun sallarken bir yandan krize rağmen işlerinin iyi
olduğunu, üretimlerinin devam ettiğini hatta ihracat oranlarının artacağını
ballandıra ballandıra anlattığına emindim. Neredeyse söylediklerini bile duyabiliyordum.
“Oğlum sende de ne inat varmış. Gel benim şirkette çalış
işte! Üç beş fosil mükellefin defterini tutmakla ne köy olunur ne kasaba. Hem bana
da iyi olur. Muhasebe dediğin şirketin yatak odası. Senden iyisini mi
bulacağım. Ha ha haaah!”
Kocamın, zoraki bir gülümsemeyle kafa sallarken, yine mars
olmamak için hamle yaptığı anlardı bunlar. Bu sırada çocukların varlığını
unutmuş olması kuvvetle muhtemeldi.
Zaten çocuklarla ilgili bir şey yapması için ondan bunun
talep edilmesi gerekirdi. Öyle görmüş, öyle alışmıştı. Şimdi de idealini, doğrusunu düşünmeden öyle yaşayıp gidiyordu
işte. Ona göre çocuklar, annenin sorumluluğundaki değerli taşlar gibiydi. Baba
onların güvenliğinden ve refahından sorumlu olan bir bekçiden fazlası değildi.
Sorsan canından çok severdi ama belli etmezdi. Sevginin, karşındakine
renklerini bulaştırmadığında bir işe yaramayacağını anlayamamış şanssızlardandı.
Üstelik baba dediğin, çocuklarla öyle yüz göz olmazdı. Hele ki, henüz regl
olmuş kafası karışık bir kız çocuğu ile daha altı bezli ana kuzusu için bir
baba ne yapabilirdi? Anneleri vardı ya! Anneleri her şeye yeterdi.
Anne dediğin, eş dediğin her şeye yetebilmeli ve bununla
mutlu olabilmeliydi. Beni bunun için seçmemiş miydi zaten? Aşk, sevgi bir yana
dursun, bir kadının ona eş olması için hayatını dayayabileceği kadar güvenilir,
çocuklar doğurup onları yetiştirebilecek kadar yetenekli belki de görev insanı
olması gerekirdi. Tıpkı yeni bir şirket kurarken yapılan fizibilite çalışmaları
gibi titiz olunmalıydı eş seçerken. Karlılık ve verimlilik oranı arttıkça,
imzayı atmak kolaylaşıyordu. Seçiminden pişman olmadığı her halinden belliydi.
Bir yolculuğa çıkarken hedefi belli olanlar her zaman
mutludur. Oysa kimileri sadece yolculuğu sevdikleri için yoldadır. Bileti
alırken, akıllarındaki şey varacakları istasyon değil, yolculuğu seviyor
olmalarıdır. İşte aşkı asıl yolculuk sananlarla, aşkı yolculuğun olmasa da olur
parçalarından biri olarak görenlerin birliktelikleri bir taraf için oldukça
yorucudur. Yorgunluk hayal kırıklığı ile birleştirdiğinde ise yıkıcı olabilir. Neyse
ki yorgun değildim, olamazdım.
Ne zamandır suda olduğumu bilmiyordum. Yüzmek yerine öylece
suda durmuş, kıyıda kalanlardan oluşan hayatımı izliyordum. Onların dışındaki
her şey, onlara ait zamandan çalmaktı. Mesleğim dışındaki kitapları sindirerek
okumayı, hani şu gençken dinlediğim gürültülü müzikleri kendimden geçercesine
dinlemeyi, uzun uzun yürümeyi ya da sadece yalnız kalmayı aslında ne kadar
özlediğimi düşünmek gereksizdi. Tartışmak değildi niyetim. Şikâyet etmek hiç
değil. Bu hayatı ben seçmiştim. Pek çoklarının hayal ettiği bir hayata sahip
olduğu için insan şikâyet eder miydi? “Allah taş yapardı.”
Annemin sesi kulaklarımda çınladı. Bir çocuğu kardeşsiz
büyütmemem gerektiği salık verildiği için ikinci çocuğuma hamile kalmıştım.
Oysa kariyerimi sekteye uğratmamam için doktora sınavlarını geçmem gerekiyordu.
Bir kez daha anne olmakla, yeni bir eğitim basamağına adım atmam aynı zamana
denk gelmişti. Bütün gece uyumadığım bir gecenin sabahı, yardım için annemi
çağırmıştım. Geldiğinde, yara olmuş memelerimin acısına aldırmadan ona sımsıkı
sarılmıştım.
“Anne, beceremiyorum ben yetişemiyorum. Bebek çok ağlıyor.
Ablası çok mutsuz, sürekli kapris yapıyor. Babaları ise evdeki yeni bebeğin
stresinden kaçıyor olmalı, eve çok geç ve yorgun geliyor. İznim bitmek üzere,
ders programını almadım bile. Anne şu evin haline bak, günlerdir temizlenmedi. Üstelik
akşama yemek yok. Anne duş almam lazım. Anne çok uykum var. Anne canım çok
yanıyor.” diye hıçkırarak ağladığımı hatırlıyorum. Annem kollarımdan tutup beni
sarsmıştı. “Ne varmış beceremeyecek? Herkes yapıyor. Sakın şikâyet etme. Allah
taş yapar sonra!”
Bedenimi geriye atıp, sırtüstü yattım. Suya giren kulaklarımla
dünyanın sesleri silindi. Başka bir dünyanın uğultusuyla dinlenmeliydim. Beni
tüm benliğimle kucaklayacak bir dünyaya ihtiyacım olduğunu inkâr etmek neye
yarardı? Islanan başımı sudan çıkarıp bir kez daha kıyıya baktım. Beyaz kibrit
kutuları gibi duran evlerin önündeki ağaçlar, begonviller, şemsiyeler birbirine
karışan renklerden ibaretti. Diğerleri bir yana çocuklarımı görmeye çalıştım.
İki küçük karınca bile onlardan daha iyi seçilebilirdi. Neyse ki kokularından,
seslerine, tenlerinden, hareketlerine kadar her şeyi hissetmem için onları
görmeme gerek yoktu. Artık belki de sadece onların babası olarak
nitelendirebileceğim adam, ise hızla silinen bir karaltı gibiydi. Kıyı, tüm
gerçeklikler gibi uzakta kalmıştı. Ellerimi sudan çıkarıp buruşmuş
parmaklarıma, sonra da ürkek ayaklarıma baktım. Onlar ve kuşkanadı gibi çarpan
kalbim çocuk oluvermişti. Kendi dünyasından daha büyük bir yer bilmeyen, saf ve
hevesli bir çocuk… Yüzümü maviliklere
döndüm. Uzun zamandır bir şey için duymadığım bir coşkuyla yüzdüm, yüzdüm. Sonra
durup, dinlenmekten utanmadan, özgürce nefeslendim. Artık derinlere dalmaya
hazırdım. Üzerimden tıpkı Nills’in uçan kazına benzeyen bir martı
geçiyordu. Seslendim.
“Bana şans dile arkadaşım! Moby Dick’ i bulmaya gidiyorum…”
Hande Çiğdemoğlu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder