Trende, ikişer koltuğun karşılıklı olduğu dörtlü gruba
oturduk kızımla. Karşımda 8-9 yaşlarında yerinde oturamayan bir oğlan çocuğu
vardı. Oturdu kalktı, oturdu kalktı, ofladı pufladı, en son cama dayandı,
dışarıyı seyretmeye başladı.
Pencerenin önünden yeni yükselen semtin uzun binaları hızla
geçiyordu. Cam kaplı binaların tren yoluna bakan tarafında, henüz yıkılıp
yapılaşmamış, eski, küçük, derme çatma evlerin önünden gitmeye başladık.
Muşamba, çinko levha, tahta plakalarla yapılmış bir barakanın önünde, bir aile
masa koymuş kahvaltı ediyordu; az ilerde boş tarlada bağladıkları at, kuyruğunu
sallıyordu, herhalde önüne koyulmuş samanı yiyordu. Kızım bana:
- Anne, atlar duygusal mı olur? diye sordu.
Ben beklemediğim anda gelen bu sorunun şaşkınlığını
atamamışken, karşımdaki esmer, zayıf çocuk, bize dönerek, gayet rahat bir
şekilde:
- Bazıları duygusal olur dedi. Ama bazıları da... diyerek
parmaklarını açıp sağa sola yatırarak, yüzüyle “fena yaramaz olur!” anlamında
mimikler yaptı. Muzipti.
- Benim dedemin atı vardı mesela "Aliş" ...çok
iyiydi ama "Kırat’ı” boş ver! Diye de devam etti.
Sohbet sohbeti açtı, zaten haraketli ve konuşkan olan bu
çocuğu çok da şımartmadan, konuşmayı
devam ettirecek sorular soruyordum. Olanca doğallığı ile konuşkan yapısı bana
çok sevimli gelmişti. Yanımdaki hanım:
- Mert, yerine oturmuyon mu?! diye çocuğa seslendi.
Bu bir soru değildi, bana "Çocuğun annesiyim" diye
işaret vermek istemişti. Ama hiç karışmadı sohbetimize, sessizce dinledi bir
süre. Oğlanın yanındaki yolcu gidince, hemen karşı koltuğa oturdu, böylece yüz
yüze geldik, gülümsedim, o da bana gülümsemeye çalıştı. Mahcup bir insandı.
Yaklaşık 45 yaşlarındaydı ama ağzının sol alt tarafında zar zor tutunan bir
sarı dişten başka hiç dişi yoktu.
Çocuk sessiz geçen bir süreden sonra gayet bilinçli bir
şekilde bana dönüp, gizli bir şey soruyor gibi gözlerime baktı.
-Siz neye bakılmaya gidiyosunuz?
Bir iki saniye kadar tereddüt ettikten sonra çocuğun bu
soruyla neyi kastettiğini anladım. İki durak sonra devlet hastanesi vardı,
hastaneye gidiyorlardı. Bu güzergahta çok hastane yolcusu olur, çocuk da büyük
ihtimalle bu trendeki herkesin aynı yere gittiğini düşünüyordu.
- Ben hastaneye gitmiyorum, sen hasta mısın? Senin neyin
var? diye sordum.
Bir akrabasıyla motor sürerken köpek dalamış, kaçmaya
çalışırlarken ayağı zincire takılmış ve yırtılıp yara bere olmuş, ama artık
iyileşmiş. Önce yürüyemiyormuş ama artık yürüyebiliyormuş...
Kadın belediyede işçiymiş. Mert’ten küçük bir kızı daha
varmış, “Bir”e başlamış. Mert'in büyüğü Dilara, bir de okula gitmeyen 2 büyük
oğlan, toplam beş çocuk.
Çok gibi geliyor duyunca, ama anne oğulun iletişimleri ve
diğer kardeşlerden bahsedişleri inadına sevgi dolu.
Birazdan çocuk annesinin telefonunu elinden kaptı ve başladı
bana fotoğraf göstermeye. Kahverengi bir tavşanları var, erkekmiş. Her şeyi
yiyormuş, ekmek, marul, havuç, domates, boncuk yem-sanırım öyle bir şey-
söyledi. Sonra minik bir kedi yavrusu gösterdi. Annesine dönüp:
- Senin hiç haberin yok! Biz dün gece kediyi aldık
yatağımıza beraber yattık ki!
Anne anlayışla gülümsedi, hiç bir şey demedi, belli ki her
şeyden haberi vardı ama ses etmemişti. Bir de almışlar kediyi çekmeceye
koymuşlar, kedi tıkır tıkır ses çıkararak çekmeceden çıkmaya çalışıyormuş…
Anne, kediyi çekmeceden çıkarmış ve “Hiç öyle şey olur mu!?” dedi bana bakarak
ama aslında Mert'i uyararak. Mert yorum yapmadı, kabahatinin farkındaydı.
Sonra kalabalık bir doğum günü fotoğrafı gösterdi. Teyzeler,
genç kızlar, çocuklar… Yiyeceklerle
donatılmış bir masa ve üstü resimli büyük bir pasta.
- Bak bak! Bir ben yokum fotoğrafta!
- Sen de ordaydın da fotoğrafta yoksun çocuğum! diye sakince
teselli etti bu tatlı sitemi anne. Konuşurken, olmayan dişlerini saklamak için
ağzını neredeyse açmadan konuşuyordu, bu sebeple söyledikleri zor
anlaşılıyordu.
Sonra, dedesinin uzaktan çekilmiş bir fotoğrafını gösterdi.
Bu küçük, kavruk adam, kurbanda kesilen koyunlarını gösterirken, tereddütlü
biçimde yanımdaki kızıma baktı.
- Sen bakma, korkarsın! dedi.
Yine aynı doğum gününde çekilmiş bir fotoğrafta, kucağında
yaklaşık 8-9 aylık bir bebekle genç bir kadının resmi geldi.
- Annem bu bebeği çok seviyor yaa! dedi.
Anneye baktığımda gözleri dolmuş, yüzü kızarmış, dudakları
titremeye başlamıştı; ağlamak üzereydi.
- Babası öldü dedi. Babası öldüğünde 3 aylıktı bu yavrucak.
Üzüldüm, bir anda böyle bir şey duyunca.
- Neden öldü? dedim.
- İş kazası dedi.
- Allah rahmet eylesin dedim ve fazla düşünmeye fırsat
bulamadan, peş peşe görüntüler açıp
telefonu yüzüme tutan Mert'e yenilerek, diğer fotoğraflara bakmaya başladım.
Bu defa, üzerine boydan boya kabaca dikiş atılmış bir erkek
eli gösterdi. Önce bunun ne fotoğrafı olduğunu anlamaya çalıştım, dikkatlice
fotoğrafa bakarken:
- Bu ne?! diye sordum.
- Dayım dedi çocuk.
- Dayısı. Makinaya yağ koyarken eline gres yağı patlamış,
dedi kadın.
- Nerde oldu?
- İş kazası.
- Ne iş yapıyordu?
- Beton işi.
İşin ayrıntılarını bilmiyordu, anladım, uzatmadım.
Aynı aileden peş peşe iki iş kazası haberi beni çok
şaşırtmıştı, onları hiç tanımadığım halde yaşadıklarına çok üzüldüm. Bir
fotoğraf gösterme neşesi nerelere gelmişti. Bu masum, deli dolu çocuğun, henüz
içinde bulunduğu hayatın şiddetinden habersiz, besledikleri yavru kedi ile
dayısının yarılıp, siyah iplikle dikilmiş elini aynı sıradanlıkla bana
göstermesi ne kadar garipti. Sevgi dolu fakir aile, ne iş olsa yapmak zorunda
olan babalar ve iş kazaları.
Sonra dayısının hastanede eli sargılı, yüzündeki korkulu ve
ölümü görmüş ifadesi ile çekilmiş bir videosunu gösterdi Mert. Video, büyük
ihtimalle uzaktaki aile büyüklerine yollanmıştı, çünkü dayının hemen yanı
başındaki güleryüzlü sevecen eş, "iyi iyi çok iyi, bakın hiç bir şeyi
yok!" diye sesleniyordu kameraya. Dayının kocaman sargılı eli bir yastığın
üstünde duruyor, yüzündeki korkmuş ifade
ve boş bakan gözler başka şeyler söylüyordu. Karşımdaki dişsiz anne:
- Avucunun içi de dışı gibi dikişliydi, diye bir yandan
anlatmaya devam ediyordu. Bir ay oldu, az az eli kımıldamaya başladı, diye
ekledi.
Omzum çöktü istemsiz.
Tren son durakta durunca, zamanın nasıl geçtiğini
anlamadığımız bir sohbetin buruk tadıyla birbirimize iyi günler dileyip
ayrıldık.
Gözleri zeka pırıltıları saçan bu kara kuru çocuk, bir gün
büyüyüp de, daha güvenli ve saygıdeğer ortamlarda çalışırken, iş kazasında
yitip giden ya da bir uzvunu kaybeden bu tanıdık aile babalarını hatırlayıp, iş
güvenliği konusunda kesin çözümler üreten bir beyin takımında olacak mı acaba?
Yoksa o zamana kadar “iş kazası” denen bu tedbirsizlik cinayetleri çoktan
bitmiş mi olacak?
Asiye Açar
acarasiye01@gmail.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder