Yazdan Kışa - Hande Çiğdemoğlu - Sevdalım Hayat
Yazdan Kışa - Hande Çiğdemoğlu

Yazdan Kışa - Hande Çiğdemoğlu

Paylaş
Image result for neşet ertaş
 Yazdan Kışa

Neşet Ertaş’ın anısına

Geçmek bilmeyen bir Perşembe’ydi. Nihayet mesai bitmiş, servise binmişti. Birazdan araç hareket edecekti. Saatine baktı. Yolda bir terslik çıkmazsa tam 48 dakika sonra evinde olacak, bu kez de geçmek bilmeyen bir ev mesaisi başlayacaktı. Kravatını gevşetip gömleğinin son düğmesini açtı. Boynu rahatlayınca içi de ferahlar gibi oldu. Derin bir nefes alıp başını koltuğun arkasına yasladı. Servis birazdan cenk meydanına benzeyen trafiğe girecek, sağlayacak, sollayacak ve 12 tane kırmızı ışıkta duracaktı. Eğer şansları yoksa bazı ışıklarda ikinci yeşili bekleyeceklerdi.

Yine en arka koltuğun sol tarafında kalan cam kenarına oturmuştu. Şoförün, dünyaya olan hıncını gazdan, frenden, vitesten çıkardığını bile bile, bu zıplatan tekerlek üstünde oturmaktan vazgeçmezdi. Minibüsün en korunaklı yeriydi ona göre. Hafta sonu oynanacak derbi, falanca sitesinde indirime giren ayakkabı, bölge müdürü ile kırıştırdığı için terfi aldığı düşünülen ve artık servise binmeyen Nergis Hanım gibi konular birkaç koltuk önde kalıyordu. Üstelik bu dörtlü koltuğun sağ yanında kalan Selami Bey’le aralarında kimse olmazdı. Olabildiğince az çalışarak, suya sabuna dokunmadan, kimseyle didişmeden, emekliliğini bekleyen, nam-ı değer “Eski Abi”, başını cama yasladığı gibi uyur, inmesine beş dakika kala, alarm çalmış gibi uyanırdı. Bu yaklaşık bir saatlik nefes alma molası için en uygun yol arkadaşıydı.

Artık kuru temizlemeciye gitme vakti gelen ceketini ve çantasını yanındaki koltuğa koydu. Çantasında yine üzeri rakamlar ve ruhsuz kelimelerle dolu beyaz kâğıtlar vardı. Evde çalışmak için çantaya konan ve hiç dokunulmadan ertesi gün geri gelen mavi dosyalar, zaruri bir yalanın suç ortaklarıydı. Kapıda ayakkabılarını çıkarırken başlayan, elini yüzünü yıkarken, salatanın suyuna ekmeğini batırırken, tabakları bulaşık makinesine dizerken, haberleri seyrederken, akvaryumda balıklara yem verirken süren ve kendiliğinden asla bitmeyen o çığırtkan yakınmalardan kaçmanın tek yoluydu. Şimdiye kadar hiç yapmadığı şekilde yalan söylüyordu hayat arkadaşına. Bu durum, ona inceliği keskin bir vicdan azabı yaşatsa da bir süreliğine suçlanmamak, sessiz ve sakin birkaç saat geçirmek için başka çaresi yoktu. Mutfak tezgâhından vazgeçmeyen karıncalardan bozulan kombiye, merdivenleri iyi silmeyen kapıcıdan balkondan halı silkeleyen üst komşuya kadar bütün sorunların kaynağı olarak görülmek yorucu, daha da fenası kırıcıydı.  Sadece, “Bu analizi yarına yetiştirmem gerekiyor.” dediğinde azat oluyordu. Ekmek parası, anlayış görmek için geçerli bir sebepti.

Geçen gün, çalışmak için salondaki masanın üzerindeki dantel örtüyü kenara sıyırıp bilgisayarını açtığında, “Mutlu bir adam olmanın yolu, mutlu bir kadın yaratmaktır.” diye bir şey okumuştu, Facebook’ta. Fonda elini çenesine dayamış, hülyalı gözleriyle uzaklara bakan bir kadın resmi vardı. Partnerine mesaj vermek için yazılan ama sadece kız arkadaşları tarafından beğenilip, yorum yapılan gönderilerden biriydi. Yine de ilgisini çekmişti. Acaba şu mutlu etme işini beceremiyor muydu? Karısını seviyor, önemsiyor, kendince sürprizler, jestler yapıyor ya da öyle zannediyordu. Elinden gelen buydu ama ne yaparsa yapsın onun öfkeli bakışlarından kurtulamıyordu. Artık susmaktan ve kaçmaktan başka çaresi yoktu. Cebinde hiç taş kalmamıştı. Zaten o taşlar ürküttüğü kurbağaya hiç değmemişti.

Evlendikleri 2 yıl olmuştu. Önceleri böyle değildi Leyla. Neşeli, coşkulu, güçlü bir kızdı. Karşılaştığı en çetin sorunları bile çın çın öten kahkahasıyla bastırır, yoluna devam ederdi. Üniversitenin bahar şenliklerinde tanıştıkları o günden beri hiç ayrılmamış, okul biter bitmez de evlenmişlerdi. Aşk denen sihirli kutunun içinde birlikte olmaktan mutlulardı.

Leyla, evcilik oyununa kendini kaptırdığı ilk birkaç ay keyifli gibiydi. Her gün internetten yeni bir yemek tarifi öğreniyor, çeyizinden çıkan örtüleri bir o sehpaya, bir bu masaya yayıyor, daha yeni alınmış halıları köpük köpük siliyordu. Akşam izlenecek filmleri özenle seçiyor, hafta sonu yapılacak etkinlikleri belirliyor, cumartesi akşamları ise şarkılı türkülü bir çilingir sofrası hazırlıyordu. Kendi okulundan da, memleketinden de alabildiğine uzak bu şehirde yaşadığı yalnızlık ona koymamış gibiydi. Kendinden yaşça büyük ev hanımlarıyla komşuculuk oynuyor, mahalledeki kuaförle, mantıcıyla arkadaşlık ediyordu. Daha üç beş ay önce arkadaşlarıyla Kordon’da bira içip, tutkunu olduğu fantastik dünyalar üzerine kurduğu hayalleri anlatan kız şimdi sabahları Neriman Teyze ile Müge Anlı izliyor, öğleden sonra Figen Abla’nın fön makinesini tutup ona yardım ediyordu. Bu yaşadığı, üzerine oturmamış bir elbiseyle, ait olmadığı bir partide eğleniyormuş gibi görünmekten başka bir şey değildi.

Birbirinin aynı günler hızla ilerliyordu. Zaman, kısa sürede bu illüzyonu parçalayarak dağıtacaktı. Leyla, atamasının yapılmadığı her gün bir parça daha öfkeli, bir parça daha hırçın bir kadına dönüşüyordu. Günde birkaç tane içtiği sigarayı bir pakete çıkarmıştı, artık kimseyle görüşmüyordu. Aynı eşofmanla günler geçiren, çalan telefonları bile açmayan akşamları ise canavarlaşan bir kadın olmuştu. Yakınmadan anlattığı hiçbir şey yoktu. En kötüsü de artık gülmüyor, hayallerini anlatmıyor belki artık hiç hayal kurmuyordu. Mutsuzluğu evin her bir köşesine sinmişti.

Servis hareket etmek üzereydi. Koşarak gelen kızı görünce kapıyı açtı şoför. Geçen hafta işe başlayan stajyer kızdı bu. Kızarmış yanaklarının telaşıyla, tökezleyerek basamağa bir adım attı. Servistekilere fazlaca kibar selamlar verdikten sonra oturacak tek yer olan arka koltuğa doğru ilerledi.
“Mert Bey, oturabilirim değil mi?”

Eski Abi, sırtını cama dayamış, kıvırdığı dizini de yanındaki koltuğa koyup çoktan derin bir uykuya geçmişti. Koltuk başına yasladığı sıkkın başını kaldırıp kıza baktı Mert. Gülümseyen biri görmeyeli epey olmuştu. Yanındaki ceket ve çantasını isteksizce kucağına alırken, “Tabi, gel otur.” dedi. Kız, bir iltifat duymuşçasına sevinçli bir teşekkür edip, ilişti yanına. Bir süre sağa sola bakındı, sonra eğilip ceketini çıkardı. Özenle katlayıp sağ yanına koydu. Sonra biraz daha kıpırdandı, kısa eteğinin sıyrıldığını fark edince mahcup bir hareketle onu çekiştirdi. Olmadı çantasını kucağına aldı. Bir türlü yerleşememişti, kemikli dizleri birbirine sürtüldü. Bir elmadan daha yuvarlak olan topukları, yeni giymeye başladığı belli olan ökçeli ayakkabılardan kurtulmuştu nihayet. Çantasını uzun uzun karıştırıp sonunda bulduğu kurşun kalemi bir çırpıda topladığı saçlarına sokuşturdu. Taze terle karışık bir çiçek kokusu yayıldı etrafa.

Mert, başını cama yasladı bu kez. Gözlerini kapadı. Burnuna gelen koku ona Leyla’yı hatırlatmıştı. İçinden arzu dolu bir özlem geçti. Bir zamanlar, eve dönüş yolunda yanan her kırmızı ışığa nasıl sabırsız küfürler savurduğunu düşündü. Aynı yol şimdi çabucak bitiyordu. Çünkü artık onu, kapıda muzip gülümsemesiyle bekleyen, daha kapıdayken kucaklayıp öpücüklere boğan biri yoktu. Buz gibi bir “Hoş geldin” Arkasından aslında cevabının merak edilmediği belli  “Nasılsın?” sorusu. Çabucak yenen yemek, hızlıca sıralanan şikâyetler, kimi sonu kavgaya dönen sataşmalar, ayrı koltuklarda izlenen saçma televizyon dizileri, yanlışlıkla bile birbirine değmeyen iki bedenin zorla daldığı huzursuz bir uyku. Zaman zaman onu yoklayan iki el, yine boğazını sıkıyordu. Sıkışmış camı, zorlayarak açtı. Birkaç nefesten sonra kızın hala nemli olduğunu tahmin ettiği sırtına gelen rüzgârı kesti, camı kapattı.

Kızın koca beyaz kulaklığını taktığını fark etti. Az önce parıldayan gözleri hüzünlenmiş, coşkun gülümsemesi sadeleşmişti. Kulaklığından yayılan türkünün sözleri ise sağa sola bir buhur gibi yayılıyordu.

“Yazımı kışa çevirdin
Karlar yağdı başa Leyla'm
Viran oldu evim yurdum
Ne söylesem boşa Leyla'm

Aldığı soluk içini yaktı. “Ah Neşet Baba” dedi. Eve 3 kırmızı ışık kalmıştı.

Hande Çiğdemoğlu
hande.cigdemoglu@gmail.com
 Image result for neşet ertaş


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder