YÜREK,
KÖK SALACAK YER ARAR
MELİSA
KESMEZ-NOHUT ODA
Sobalı evlerde büyüyenler bilir. Uykunuzun en
tatlı o son evresindeyken annenizin yaktığı soba, siyah önlüğünüzü giyip
yüzünüzü buz gibi suyla yıkadıktan sonra karşısına geçtiğiniz bir mabet
gibidir. Yağlı-ballı ekmeğinizi bir gözünüz kapalı ağzınızda gevelerken,
sobanın harı, hala ıslak olan yüzünüzü ısıtır da ısıtır. Ne zamanki annenizin
güç bela ayağınıza soktuğu çizmeleri, montunuzu, berenizi giyip sokağa
çıkarsınız, bir nöbetçi gibi kapıda bekleyen sabah ayazıyla karşılaşırsınız.
Aldırmazsınız çünkü yüzünüzün sıcaklığı yanınızdadır. Bu sizi bazen sokağın
başına, bazen de okula kadar idare eder. Yanaklarınızın allığına dokunur
dokunmaz eriyen kar taneleri bile gördüğünüz olmuştur.
İşte Melisa Kesmez’in öyküleri böyledir. Kitabı
kapatıp, hayatın tanıdık soğukluğuna geri dönmek zorunda kaldığınızda sizi bir
süre idare edecek sıcaklık vardır bunlarda. Ama öyküleri, dumanı tüten
kahvenizin yanına eşlik edecek çiçekli böcekli ikindi hikâyeleri ile
karıştırmayın. Tanıdık sızıların, bildik acıların, hayata küsmemeye ona sımsıkı
tutunmaya çalışan insanın inatçı mücadeleleri ile karşı karşıya kalırsınız.
Sayfaları çevirirken hikâyelerin içine girersiniz. Sesini hiç duymamış, yüzünü
hiç görmemiş, tek kelam etmemiş de olsanız yazarı tanıyorsunuzdur artık. Bütün
hikâyeler onundur, bütün karakterler onun ta kendisidir. Dizlerinizi göğsünüze
çekip, kulaklarınızı ve kalbinizi açarak dinlediğiniz bir dostunuzdur o.
Edebiyatı kurallardan, ölçülerden, matematiksel denklemlerden bir adım öteye
taşıyan şey bu duygu değil de nedir? Melisa Kesmez’in sanırım en büyük başarısı
bu! Güncel ve yalın dili, samimi anlatımı ile yarattığı sahici hikâyelerle
okuyucuda bir tanıdıklık hissi bırakmak.
Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz ile ve
Bazen Bahar adlı öykü kitapları ile edebiyat dünyasına giren Melisa Kesmez,
2018 yılında yayınlanan Nohut Oda adlı kitabı ile 2019 yılı Sait Faik Hikâye
Armağanı’na layık bulundu. Nohut Oda, yazarın alışkın olduğumuz anlatımı ve
kurgusuyla yazılmış 5 uzun öyküden oluşuyor. Yazar, öykülerinde insanın “yuva” ile özdeşleşen
sevgi, bağlılık ve aidiyet arayışını, umutla devam eden mücadelesini işliyor.
Bunu yaparken, hikâyelerin öznesine, yaşadığımız evler ve içindeki eşyaları
alıyor. Bir evi, bir odayı, bir bahçeyi öyle sahici, öyle ayrıntılı anlatıyor
ki cümleleri bir fotoğrafa bakar gibi okuyorsunuz.
“Koliler kamyondan iner inmez elini hiçbir yere
sürmeden ilkin mutfağı yerleştirip evin ilk çayını demleyen, bunu mekânı
kutsayan bir ayin gibi gören birini tanıyordum. Taşındığının haftası kabilesini
ateş başına toplayan bir şaman gibi büyük bir masa kuran ve toplu halde yeme
içmenin bir mekâna derhal hayat katan, daha doğrusu bir mekanı derhal hayata
katan bir yöntem olduğuna inanan bir başkasını da biliyordum. Bir evi bir an
evvel senin ilan etmek için bu tür icatlara ihtiyacın vardı. Zamanın uzağı
gören bilge gözleri başka kehanetler fısıldasa da, sen kulaklarını tıkayıp
artık buradayım diyordun kendine. Bundan böyle buradayım. Bir yuvaya inanmanın,
kendini evinde hissetmenin tek yolu buydu. Diğer türlü hayatta kalamazdın,
nasılsa bir gün yıkacağın şeyi inşa ettiğini bilerek devam edemezdin.”
Kitapta, her giden dostu ile eksilip, onlardan
kalan eşyalar ile kalabalıklaşan bir kadının, ilk gençlik yıllarında
yaşadıkları aşkı aynı evde temize çekmeye çalışan bir çiftin, depremle birlikte
hayatlarındaki sarsıcı değişime uyum sağlayan bir ailenin ve annelerinin
ölümünden sonra savrulan iki kız kardeşin hikâyelerini okuyoruz. Hepsinde
çocukken düştüğümüzde yarılan dizimizin acısı gibi derin bir sızı hissediyoruz.
Neyse ki aynı yaranın çabucak kabuk tutmasıyla avunup, oyuna geri dönüyoruz.
İnsanın hayata tutunma çabası, içindeki umut, olağan bir son gibi bizi
kucaklıyor.
Melisa Kesmez’in önceki öykülerinde de göze
çarpan “içerikle uyumsuz sözcük seçimi” olarak tanımlanabilecek dil sorunu, bu
kitabın özellikle ilk iki öyküsünde tekrar kendini gösteriyor. Günümüz
Türkçe’sinde nadir kullanılan ancak öyle bir üslupla yazılmış yazılarda göze
batmayacak eski kelimeler var öykülerde. Elbette bazı sözcükler, yeni eş
anlamlılarının tadını vermiyor, “müşkülpesent” gibi. Ancak öykülerde yer alan
müteveffa, müspet, müstahkem, şahsi, hakeza gibi sözcükler, kitabın geneline
yansıyan güncel ve yalın bir dil genellemesine balta vuruyor. Bu sözcükler,
öyküye katkı sağlamaktan ziyade yazarın sadece sevdiği için kullandığı izlenimi
yaratıyor. Marka isimleri de gereksiz ayrıntılar olarak duruyor metinlerde.
Tuborg yerine bira, Migros yerine market, Cif yerine deterjan da denilseydi,
öykünün bütünlüğü bozulmazdı zannımca. Bu sorun, öyküleri, dönem hikâyelerinden
bir adım öteye taşıyamayacak temel sorun gibi görünüyor. Bunun yanı sıra daha
çok yayınevi editörlerinin eksikliğinden kaynaklanan redaksiyonla ilgili
hatalar, özellikle dil konusunda titiz olan okuyucuları rahatsız ediyor. Öyle
ki Sait Faik Hikâye Yarışması gibi edebiyatımıza yön veren bir yarışmada
birinci olan bir kitapta bu tarz hatalar affedilmez oluyor.
“Altından saçlarımız ne sebeple soldu, yıldızlı
kocaman gözlerimiz ne ara sönüp bu iki umutsuz deliğe dönüştü?”
Yine de Selanik örgü kırmızı hırka, karpuzun
suyuyla beneklenmiş beyaz baba atleti, içine çiçek dikilen plastik yoğurt
kovası, tüllere sarılmış üç bademden oluşan nikâh şekeri, fişi çekilip buzu
çözüldükten sonra temizlenen buzdolapları, içindeki battaniyeler ve yorganlarla
birlikte yüklüğe kaldırılan hurçlar gibi tanıdık objelerle süslenmiş öyküler,
bizi kendine çekiyor. Bunlar kadar tanıdık olan asıl şey ise hepimizin
hayatında var olan arayışlarla ve hayal kırıklıkları ile dolu yoksunluk hissi.
Göğsümüze dağlanan geçmişin izleri, geleceğin
bilinmez rüyasıyla buluşamadan bugünün kırılganlıklarına sebep oluyor.
Köklerimizi önemserken, köksüz kalmanın depremiyle sarsılıyoruz. Sahici ve
samimi Melisa Kesmez öykülerini belki de araftaki bu halimize dokunduğu için
seviyoruz.
“Geçmiş çok uzaktı. Gelecek ise ne kokusu, ne
şekli belli manadan yoksun bir yerdi.”
Hande
Çiğdemoğlu
hande.cigdemoglu@gmail.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder