Herodot Şahin Ve
Şahmeran Efsanesi
Bugün
yapacakları gezinin sevinci, gecesini maviye boyamıştı. Mihriban, yatağının
yanı başında yatan Duman’ın miyavlamasıyla uyandı. Vücut
kırgınlığı ile birlikte başında hafif bir ağrı hissetti. Heyecanı sık sık uykusunu
bölmüş ve yatakta sabaha kadar sağa sola dönüp durmuştu. Heyecanla karışık
sevincinin nedeni, gezi miydi, yoksa hoşlandığı oğlanın da geziye katılacak
olması mıydı? Düşündü. İşin içinde çıkamadı! Kafası karıştı. Oğlanın çıktığı
kızı düşündü. Okulun en şımarık ve burnu havada kızlarından biriydi. Oğlanı,
kendisi kadar seviyor muydu acaba. Beyni bu düşüncelerle dans ederken, dışardaki sesleri
duydu. Kabarttı kulağını. Karabaş’ın havlamasını, eşeğin anırması bastırdı.
Sonra kalktı. Üzerine Teslime Nenesi’nin ördüğü hırkayı giydi. Odasından dışarıya açılan tahta kapının demir
sürgüsünü biraz zorlanarak açtı. Gıcırdayarak açılan kapıdan iki basamak inerek
avluya çıktı. İlkbahar yelinin uçurduğu tertemiz, arı duru oksijeni soludu.
Derin derin nefes alıp verdi. Bu ona iyi geldi. İçindeki kasveti dağıttı.
Başını kaldırdı. Uzun uzun sonsuzluğa baktı. Dün sabah yüzünü kamçılayan
yağmur, sanki bu gökyüzünden yağmamıştı. Akşam, toprak dam evlerinin üzerinden
büyülü ışıklarını kaçırırken, dağın gökyüzü ile öpüştüğü ufuk düzleminde ateş
topuna dönüşen o güneş, şimdi Torosların tepesinden gülümseyerek ovayı
selamlıyordu. İlkbahar sabahının serin sessizliğini, hayvanların sesleri
bozuyordu.
Nehir
kıyısında oluşan sazlıklardaki kurbağaların, kulağını tırmalayan vıraklamaları sanki
bir şarkının notaları gibiydi. Köyleri yüksekçe bir yerdeydi ve toprak dam
evlerinden ovaya tepeden bakıyordu. Çukurova’ya can katan ırmak, göz hizasının
epeyce altından hırçın, coşkun ve boz bulanık akıyordu.
“Türkiye’nin
en büyük ve benzersiz deltası Çukurova, binlerce yıldır lagünleri, kumulları ve
sazlıklarıyla, nice canlının kadim yurdu. Kâh balıkçılların, kâh çamur
çulluklarının kanat çırptığı bu yaban bahçesinde, yaşamın geleceği, insanın
doğaya göstereceği duyarlılığa ve saygıya bağlı” demişti tarihçi Şahin Hoca.
Mihriban
hızlıca giyindi. Uzun yola çıkacak bir gezgin gibi, özenle sırt çantasını
hazırladı. Çantasına yün hırkasını, bir şişe suyu, küçük bir not defteri ile
kalemi ve Efsanenin Adı Şahmeran adlı kitabı yerleştirdi.
Tarihçesini
ve mimari özelliklerini ezbere bildiği gar binasına doğru yola koyuldu. Ön
cephesinde büyük ve yuvarlak penceresi, saçaklarında oymalı ahşap kenarlıkları,
bacasında kesme taşları, biraz basıkça kemerleri ve doksan derece açıyla
yapılmış çatıları ile buram buram tarih kokan gar binasına geldi. Görünürde
gezi otobüsü ve şoförü dışında kimsecikler yoktu. Yaklaştı. Otobüsün yan
tarafındaki bankta oturan Şahin Hoca’yı gördü.
Herodot
Şahin, tarih dersini sevdiren hoca olarak, bütün öğrencilerin gönlünde taht
kurmuştu. Sosyal medyada “Şahin Hoca’dan tarih öğrenenler” adında bir grup bile
oluşturmuşlardı. Tarihi öğretmekten ziyade yaşatırdı. Ezberciliğe karşı çıkar,
tarih dersini savaşlara ve anlaşmalara boğmazdı. Sebep-sonuç ilişkisi kurar ve
dersini, mümkünse olayların geçtiği mekânlarda, müzelerde, antik kentlerde,
tarihi kalelerde, beden dilini ve etkileyici sesini kullanarak işlerdi.
Birer
ikişer gelen öğrenciler yarım saat içinde otobüsü doldurdu. Şahin Hoca, yani,
nam-ı diğer Herodot Şahin de otobüse binerek, şoföre eliyle “devam” işaretini
verdi. Yola koyulduktan sonra, kısa bir açıklama yaptı öğrencilerine. “Bugün
ihanetle pişmanlığın, dostlukla düşmanlığın, mitolojik bir dünyanın, Şahmeran
efsanesinin izini sürmeye gidiyoruz. Bu öyle bir efsane ki, yüzyıllardır dilden
dile, kuşaktan kuşağa aktarılır. Şahmeran yalnızca bizim yaşadığımız
toprakların değil, Mezopotamya coğrafyasının, bin yıllık efsanesidir.”
Mihriban’ın
yüreği cız etti. İhanet sözcüğü beynine bir zamk gibi yapıştı. Çok değil birkaç
hafta önce oğlanla bakışmaları geldi aklına. Hoşlanıyordu çocuk. Emindi. Bunu her hareketiyle hissettirmişti. Sonra ne
olduysa, anlayamadığı bir şeyler oldu. O kendini beğenmiş sünepe kız kapıverdi
oğlanı! Aksilik ya, şimdi de çaprazındaki koltukta kikir kikir gülüşüyorlar!
Anlatmaya
devam etti Şahin Hoca “Biliyorsunuz bugün, sarp kayalar üzerine yapılmış ve çok
önemli bir sanat değeri olan, sekiz burçlu Yılan Kalesi’ne gidiyoruz. Türk
gezgini Evliya Çelebi, Şahmeran Efsanesinden dolayı bu kaleye Şahmeran Kalesi
adını vermiş. Yüzyıllardır, halk arasında her iki adı da kullanılmaktadır.
Yaklaşık iki saat sonra kalede olacağız. Tepeye doğru yarım saatlik bir
yürüyüşten ve taş merdivenlerden geçtikten sonra ulaşacağız. Şahmeran
Efsanesini kale içinde konuşacağız.”
Otobüs
kalenin güney tarafındaki park yerinde durdu. Öğrenciler indi. Şahin Hoca
önderliğinde, kale içindeki tarihin, gizemli ve bir o kadar da büyülü
yollarında yolculuk başladı. Gökyüzü, serin ve keskin bir tazelik üflüyordu
havaya. Güneş, gülümseyerek bakıyordu ovaya. Toprak patikadan dik yokuşu
tırmanmaya başladılar. Yüzünü ovaya ve ovaya can katan ırmağa dönmüş yalçın
kayaların dibinde zaman zaman durdular, soluklandılar.
Kaleye
ulaştıklarında ve gözlerini etrafın manzarasına bıraktıklarında, yarım saatlik
tırmanışın yarattığı yorgunluk yok olup gitmişti. Mihriban, göz alabildiğine
uzanan ovaya ve gökyüzüne baktı. O an mutlu hissetti kendini. Ah bir de o
hoşlanma, yerini aşka bırakmasaydı. Geceleri rüyalarına o oğlan girmeseydi,
hayat daha güzel olacaktı. İlk kez bir oğlanı bu kadar sevmişti. Galiba aşk
dedikleri duygu buydu. Yüreğine düşmüştü bir kere. Bir türlü çıkaramıyordu.
Sanki rüzgârın önünde, yolunu bilmeyen yaprak gibi sürükleniyordu. Bir an için,
bu görkemli güzelliği el ele, göz göze seyrettiklerini hayal etti.
Öğrencileri
büyüleyen o davudi ses, anlatmaya devam ediyordu.
“İnsanlığın
en büyük utancıdır Şahmeran. Yılanların Şahı’dır. Ama ondan sadece yılanlar
değil, doğadaki tüm canlılar çekinirmiş. İşin gerçeği ise, ondaki bu güç,
aslında kimseyi korkutmazmış, çünkü Şahmeran gücünü bilgelikten alırmış.
Kâinatın tüm bilgisine hâkimmiş. Hakikatin yolundaymış. Bu sayede tüm
bildiklerini, tüm hayvanların dilini, her taşın tarihini bilirmiş.
Şahmeran en
çok insanlardan kaçarmış. Onların bencil arzularını iyi bilir, bu sebeple
bilgisini onlardan gizlermiş. İnsanlıktan uzak değilmiş, çünkü yarı insan, yarı
yılan görünümünde ne tam insan ne tam yılan; yarı ateş, yarı su; yarı gece,
yarı sabah gibi. Belden yukarısı, muhteşem denecek kadar büyüleyici, güzel bir
kadınmış. Başında boynuzları, taç gibi görkemli kılıyormuş onu. Ama belden
aşağısı ise yılanmış. Her birinin ucunda bir yılanbaşı olan, tam on iki ayaklı
güzel bir kadınmış. Bilge, güzel ve hikmet sahibi biriymiş, yılanların taptığı
Şahmeran bin yıldır kaçış halindeymiş. Ama hep de onları özlüyormuş. Tam bir
yılan olmadığı için, yılanların arasında da kendini yalnız hissediyormuş. Arada
bir dertleşmek, insani duygularını insanla, insanoğluyla paylaşmak istiyormuş.
Gel gelelim, bin yıllar boyunca, insandan, sadece ihanetin bin bir yüzü
olduğunu görmüş. İnsanlar yüzünden ülkesini hep taşımak, sürekli izini
kaybettirmek zorunda kalmış. Onun ölümü, sadece insan elinden olabilirmiş.
Mihriban
irkildi bir an. Efsanedeki Şahmeran, ne kadar da benziyordu kendi hikâyesine.
Hayatında ilk defa birinden hoşlanmış, ama bir başkası, sadece kendisinden daha
alımlı ve güzel olduğu için, hoşlandığı çocuğu kapıvermişti. Sessiz, sakin bir
kızdı Mihriban. Öyle kavgaya girişecek, hakkını arayacak, aşkının hesabını
soracak karakterde biri değildi. Kendi içinde fırtınalar kopsa da dışarıdan her
şey süt liman gibi görünüyordu. Gerçekle düş arasında gidip geliyordu gezi
boyunca. Arada hocanın anlattığı kimi ayrıntıları kaçırıyor, çaktırmadan
yanındakine soruyordu. Şahin Hoca, heyecanını kaybetmeden anlatmaya devam
ediyordu.
“Zamanların
birinde üç genç ormanda top oynuyormuş. Derken gençlerden topu yakalamaya
çalışan Cansap’ın ayağı taşa takılmış ve oradaki kuyuya düşmüş. Arkadaşları,
onu kuyudan çıkarmak için çok uğraşmışlar ve tüm çabaları sonuçsuz kalmış.
Arkadaşlarını kurtaramadıkları için, ailelerinden çok korkan gençler, olan
biteni gizlemişler ve Cansap’ı hiç görmediklerini söylemişler. O günden sonra
ne kuyunun yanına ne de ormana, bir daha hiç gitmemişler. Aralarında onun adını
dahi anmaz olmuşlar.
Ya Cansap?
Kuyuya düşünce ölmemiş. Aşağıda kuyunun duvarında bir delik görmüş. Deliği
genişleterek içinden geçmiş, büyük bir kaleye çıkmış ve kendini yeni bir
hayatın içinde bulmuş. Her yer çayır çimenmiş. Önce öldüğünü ve cennete
geldiğini sanmış. Her taraf bin bir çeşit meyve, kuş ve çiçekle doluymuş. Çevresine
baktıkça, gördüğü manzaradan büyüleniyormuş. Zamanla çevresindeki yılanları
fark etmiş. Fark ettikçe de gözleri büyümeye devam etmiş. Boa, engerek, kobra,
çıngıraklı, karayılan… Her çeşitten onlarca, yüzlerce, binlerce yılan
çevredeymiş.
Şahmeran,
Cansap’ın karşısına dikildiğinde, bir deprem olmuş sanki içinde. Gövdesi
kuyruğundan kopacakmış gibi hissetmiş. Bin yıllık yaşamında, ilk kez böyle bir
duyguya kapılmış. Sanki daha önceki bin yıllık yaşamı silinmiş. Göz göze
gelmişler. Cansap özür dileyerek başlamış sözlerine. Arkadaşlarıyla kuyunun
yanında oyun oynadıklarını, kuyuya düşüşünü, köyünü, annesini ve oraları
şimdiden özlediğini anlatmış.
Günler
geçtikçe de Cansap sararıp solmaya başlamış. Ağzını açıp tek kelime etmez
olmuş. O sustukça da Şahmeran üzüntüden beter olmuş. Cansap ise yaşadıklarını ve Şahmeranı
gördüğünü, kimseye söylememe sözüne karşılık, salıverilmiş yılanlar tarafından.
Yeminine sadık kalmak için, kendi köyüne uğramadan uzaklara, bir başka köye
gidip, orada kendi halinde bir marangoz olarak yaşamaya başlamış. Ne çok söz
söylemiş ne de çok söz dinlemiş.
Tahmasp'ın
yaşadığı ülkenin kralı bir gün amansız bir hastalığın pençesine düşmüş. Ülkenin
bütün hekimleri gelmiş, ama kralın hastalığına çare olamamışlar. Bu işe en çok
da sevinen vezir olmuş. Vezir, her seferinde krala hastalığının tek çaresinin
Şahmeranda olduğunu söylüyormuş. Vezirin de en büyük arzusu, Şahmeranı
bulmakmış. Şahmeranı bulup, onun etinin suyunu içerek bilgiye kavuşmak ve
böylece ölümsüzlük ağacının meyvesinden yemek, sonuçta ölümsüz olmakmış amacı.
Şahmeran,
son anda yaptığı planı ile bütün bilgisinin sevdiğine geçmesine neden
olmuş. Ancak Cansap, sevdiğini
kaybetmenin acısına dayanamayarak, kendisini dışarı atmış ve dağ bayır, ülke
ülke dolaşmaya başlamış. O günden sonra da Lokman Hekim Efsanesi, almış başını
yürümüş o topraklarda.
İşte böyle
arkadaşlar, Şahmeran efsanesinin ve Lokman Hekim’in, bu coğrafyada anlatılan
birden çok söylencesinden birisi…”
Öğrencilerin,
dinledikleri efsanenin yarattığı hüzünle karışık, anlatıcıdan duydukları
memnuniyetleri gözlerinden okunuyordu.
Mihriban,
“Hocam ya, anlatmadınız resmen yaşattınız!”
“Yaşamadan
yaşatamam ki!”
Şahin Hoca:
“Arkadaşlar, önümüzdeki hafta yapacağım ikinci tarih yazılısının sorusu: “Biz
insanların Şahmeran Efsanesi’nden bugüne yönelik çıkarabileceği dersler olacak”
dedi.
Kaleyi bir
uçtan bir uca gezdiler. Burçlarına çıktılar. Fotoğraflar çektiler. Güldüler,
paylaştılar, hüzünlendiler, geldikleri patika toprak yoldan indiler. Otobüse
bindiler. Şoför onları Mihriban şarkısıyla karşıladı. Hoş bir sürpriz oldu
Mihriban’a. Yüreğini hala titreten çocuğun şarkıya eşlik ettiğini gördü, yüreği
sevinçle doldu.
Selma
Sayar
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder