Yoğun Zamanlar
“Ah arayamadım seni, nasıl yoğunum anlatamam.”
*
“Afedersiniz, ben dosyamı vereli 20 gün oldu, dönüş
yapmadınız.”
“Evet, henüz işleme koyamadık, yoğunluk var da.”
*
“Bir kahve istemiştim henüz gelmedi.”
“Kusura bakmayın, bugün çok yoğun.”
*
“Size bir başvuru mektubu göndermiştim, değerlendirme
fırsatınız olmadı sanırım.”
“Çok yoğunuz, henüz okuyamadık.”
Herkes yoğun. Öğrenciden ev hanımına, garsondan bakkala, editörden
devlet memuruna kadar çalışan, çalışmayan, koşturan koşturmayan, didinen,
didinmeyen herkes yoğunluktan şikâyet ediyor. Devlet - vatandaş ilişkilerinden
ticarete, aile ilişkilerinden sosyal hayata kadar tüm ilişkiler yoğunluk denen
bu canavarın ayakları altında eziliyor.
Peki, nedir bu yoğunluk denen şey? Haddinden fazla iş yükü,
normali aşan faaliyet sayısı, yorucu nitelikteki etkinlikler olarak tanımlanabilir
mi? Yoksa son zamanların en popüler, en
tatlı bahanesi olmasın! Haydi, biraz acımasız olalım, pembelere sarılmış bir
yalan bile olabilir kendisi. Ne de olsa yoğunum deyince
akan sular duruyor. Unuttum, canım istemedi, öncelik tanımadım, tembellik ettim
ya da umursamadım demenin onlarca karşılığı, bedeli olacakken, “yoğunum”
dediğinizde önünüzde mecburi bir anlayış bulutu yükseliyor.
Belki de yapılan işlerin günlük rutini ya da olağan ritmini
yoğunluk olarak addedip, kendimize boşuna acıyor, etrafımızdakileri yok yere
kandırıyoruzdur. Aslında kapasitemizin sınırlarına bile yaklaşmayan bir tempo,
sırf daha azını tercih ettiğimiz için fazlaymış gibi geliyordur.
Her işin, her çalışmanın hatta işsizliğin bile kendine göre
bir akışı, bir disiplini var. Önemli olan düzenli ve planlı hareket etmeyi bir
yaşam tarzı haline getirebilmek. Zamanı
etkin olarak kullanabilmek, “verim” kelimesini odağımıza alabilmek. Kim bilir belki
de içinde bulunduğumuz akışı benimser, ritmi olağanlaştırırsak bundan keyif
bile alabiliriz. Planlı yaşamanın özgürlüğü kısıtladığı hatta özgür insanların
plansız ve düzensiz olduğu gibi tuhaf bir kanının içinde savrulup gidiyoruz.
Böylece art arda yapılan ya da yapılması gereken eylemlerin yoğunluk olarak
addedilmesi kaçınılmaz hale geliyor.
Eskiler “İş bitince hayat biter” derler. Yürüyor, çalışıyor,
didiniyorsak yaşıyoruz demektir. Neden kendimize acıyor ve etrafımızdakilerden
de aynısını bekleyip bitmek bilmez bir anlayışla sarmalanmak istiyoruz o halde?
Ve neden bunu bahane ederek iş verimliliğini, ilişki samimiyetini düşürüyor,
hayatın renklerini silikleştiriyoruz?
Dürüst olalım. Sahiden o kadar yoğun muyuz? Çocuğumuza vakit
ayıramayacak, ailemizi ziyaret edemeyecek, arkadaşlarımızın hatırını
soramayacak kadar. O işler sahiden bitmiyor mu, yoksa yapmayı istemediğimiz
için mi ayağımıza dolanıp duruyor?
Hande Çiğdemoğlu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder