Hafif
bir rüzgar vuruyor yüzüne. Sağ eliyle sol yanağını okşuyor. Rüzgarın estiği
yöne doğru bakıyor. Beklediği var gibi. Beklemeye alışan gözlerini uzaklardan
çekip, yüreğinin tam üzerine sabitliyor bakışlarını. Yüreği ki; acemi ustanın
elinde ziyan olmuş altın parçası gibi...
Bir
ağırlık var içinde. Ağrı desen ağrı değil, acı desen acı değil. Öylesine
gereksiz anı ve duygu doluluğu ve bir o kadar da boşluk, boş vermişlik...
Hayatın gözünden kaçmış bir güzellik...
Ben
yüreğinden çıkacak iki kelimeye muhtaçken, o uzaklara anlatıyor. Konuşmuyor
haykırıyor sanki. Gözüne kaçan yalnızlığı, hüznü, gözünde kalan anılarla
örtmeye çalışıyor. Bilmiyor... İçindeki öfke, korku her ne ise onu an be an
eritiyor. Üşümüş elleriyle montunun fermuarını açmaya çalışıyor. Çok üşümüş olmalı
ki elleri, hemen vazgeçip ceplerine sokuyor. Bir ara arkasını dönüp bana
bakıyor. Göz göze geliyoruz. Gülümsüyor...
Gülmek
nasıl da yakışıyor ona. Tekrar başını önüne çekip, bakışlarını uzaklara
sabitliyor.
“Neden?”
diyor, cılız bir sesle.
“Neden?”
“Bilmem.”
diyebiliyorum sadece.
Benden
istediği cümle bu değil. Bunu biliyorum. İstiyor ki, yüreğini hafifletecek iki
kelamım olsun.
Oysa
biliyorum bu halimizin nedenini. Benim sevgim ikimize yetecek kadar çoktu ama
beni benim kadar isteyen yoktu. O bunları fark ettiğinde ise, yollar uzun
uzundu...
Hiçbir
şey yapamıyorum. Yanına gidip “Çay alayım mı, ister misin?” diyorum.
“İki de
simit alırım, martılara da atarsın. Olur mu?”
“Olabilir”
diyor.
Cevabı
yine belirsiz gibi. Hiçbir zaman kesin cevaplamaz ki zaten.
Bana
net olma sen, ben seni belki de böyle sevdim...
İki
simit, iki çay alıp geliyorum. Martılara lokma lokma yapıp simitleri atmaya
başlıyor hemen. Onu izlerken çaylar soğuyor. “Ne muazzam bir görüntü” diye
geçiyor içimden. Şu an kadar bile sevildim mi peki ben?
Olsun!
Sevmek zaten karşılıksız tabii olma hali değil mi?
Martılar
onu beslediği için seviyor ama ben açken de sevmedim mi?
Bir
çırpıda fedakârlığım içimi acıtıyor, vefam göğsümü kabartıyor.
Bir gün
Deniz’le bir parkta oturmuştuk. Yaşlı bir amca uzun bir süre ağacın altında
dinlenmiş ve kalkarken elindeki şişede kalan suyu ağaca dökmüştü. Birbirimize
bakıp gülümsemiştik. Vefa ne güzel bir haslet... Keşke herkeste fazlaca
olabilse diye en koyusundan muhabbete dalmıştık. Şimdi ona hatırlatsam,
anlatsam bu anılarımızı. Boş ver... İçim içimden geçmiş sanki.
İnsanın
derdi dilindeyken öyle çok anlatıyor ki; susmak bilmiyor, istemiyor. Dert
yüreğe inince susuyor. Ne anlatmak ne anlaşılmak istemiyor. “Boş ver!” diyor.
“Boş
ver!”
“Oysa
ben onu üzecek, kıracak hiçbir şey yapmadım. Onun yanındayken, ondan başka bir
şey düşünmedim. O kızmasın, üzülmesin diyeydi bütün çabam. Ne dediyse, tamam
dedim.
Ne
zaman başladık, ne zaman bitirdik bilmezdim bile. O giderdi hasret olurdu,
gelirdi vuslat...
İnsan
sevdiğine eziyet eder miydi? Habersiz gider miydi? Zamansız zamanlarca bekletir
miydi? Ben sevmediğimden değil, çaresizliğimden vazgeçmiştim. Bir gidişi daha
sırtlayacak gücüm kalmamıştı ki, anlatamıyordum. O anlamadı diyemiyorum bile,
öyle sevmişim işte. Ben anlatamamışımdır. Ahh! Benim şifasız yüreğim! Kaç çeşit
gidişini gördün? Kaç defa gözyaşlarıyla uğurladın cam arkalarından?
Kaç
mevsimi karşıladı yüreğin üşüyerek?
Herkes
mi öldürür “Sevdim” dediğini?
“Daldın”
“Anlayamadım,
ne dedin?”
“Daldın
diyorum. Ne düşünüyorsun?”
“Seni”
“Yanındayken
de mi?”
“Hı hı.
Yanındayken bile... Bana kırıldın biliyorum. Neden diye sordun. Hala cevap
vermedim. Cevap vermediğim her saniye daha da kırıldığını biliyorum üstelik.
Ama benim sana verecek cevabım yok. İçimden gelen tek şey bu. Susmak... Ben sana cevabımı verdim.”
“Ben
duymadım öyle ise”
“Evet
sen duymadın, haklısın.
En
sevdiğin şarkı aniden çıkınca bir yerde, mıh gibi çakılıp kalınca ağlayarak
verdim cevabımı.
Hiç
olmadık yerde adın geçti bir keresinde mesela; akşama kadar yüzüm gülmeyince
verdim cevabımı.
Günlerce,
haftalarca gelmediğinde bıraktığın yerde sabırla beklerken verdim.
Uykunun
en can alıcı yerinde, sağımdan soluma dönerken uyanıp kalbim acıyınca verdim
cevabımı.
Bir
rüzgar kokunu bana getirdiğinde deliler gibi arandığımdaydı, duymadığın cevabım.
Hiçbir
şey yapamadan elim ayağım bağlı, kursağımdaki binlerce sözcükle, çaresiz
beklerken verdim cevapları.
Sen
şimdi diyorsun ya neden? diye. Senin bulamadığın nedenleri ben bitirdim çünkü.”
“......”
“Biliyor
musun? Bizim evin bahçesindeki kısır ceviz ağacını izledim günlerce.”
“İlahi.
Onda ne buldun Allah aşkına?”
“Koskoca
ağaçta kurumuş bir dal vardı. Günler, haftalar geçti... Yağmur yağdı, rüzgar
değdi, hatta kar bile yağdı ama o kurumuş dal ağacı bırakmadı. Gücüm kuvvetim
oldu o dal. Dün baktığımda ağaçta dal yoktu. İnanır mısın, hangisine
ağlayacağımı bilemedim. Kuruyup solduğu halde bir umutla ağaca tutunan dala mı,
yoksa bir gün kendisini bırakıp gideceğini bilerek yaşayan ağaca mı?”
“Çok
üzgünüm”
“Ben
de”
Eve
dönerken yol boyu kuş gibi hafiftim. Sanki sırtımda bir dağ taşıyordum da,
müsait bir yere bırakıp nefes aldım. İnsan taşıyamayacağı yükün altına girdi mi
eziliyor, yoruluyor. Yüreği yıpranıyor. Karınca misali; sana göre bir ekmek
kırıntısı, ona göre koskoca bir ekmek...
Gülcan Sural
gulcansural@hotmail.com
Kaç mevsim karşıladı yüreğin üşüyerek...
YanıtlaSil