ASLINDA
İYİ KALPLİ KOCA DEV
“Azala azala biter miyiz?” diye düşündü.
Karşıdan karşıya geçmek için adımını attığı caddenin ortasındaydı. Sanki
karanlık bir büyünün kesif dumanı, nefesini tıkamış, acımasız iki el tarafından
boğazı sıkılmıştı. Yolun ortasında öylece kala kaldı. Vücudundaki bütün kaslar
adeta putlaşmıştı. En azından birkaç adım atıp, kaldırıma ulaşmak istedi. Ancak
beyninden vücuduna hiçbir emir gitmiyordu. Parmaklarının ucundan akan enerjiden
kalan son parçaları, ayakta durmak ve nefes almak için harcadı. Kendine
yabancılaşmış, bedeni karşısında dehşete kapılmıştı. Yola adım attığında uzakta
bir siluet olan otomobilin rengi, iyiden iyiye belirmişti. Yeşili tozlanmış bu
arabadan gelen korna sesinden daha çığırtkan bir diğeri de sağ yanından
geliyordu. Ama başını sola çevirirse ki bunu yapabileceğinden emin değildi,
gücünün bitip yere yığılacağından korktu.
Korku hayatındaki en tanıdık duyguydu, bir
şeylerin normal olmasına sevindi. Korku, onunla savaşanları sevmeyen, saygıyla
itaat edenleri ise koruyan, aslında iyi kalpli koca bir devdi. İnsan, onunla
karşılaştığında, mutlaka bir şeyler yapmalıydı. Caymalı, fikir değiştirmeli,
sinmeli, kabul etmeliydi ama asla onu yok saymamalıydı. Aksi, öfkelenmiş bir
denizin dalgaları kadar yıkıcı olabilirdi.
Her şey bu kadar basitti. Korkarsın ve
yapmazsın. Korkarsın ve yapmayacağını yaparsın. Böylece herkes mutlu olur. O
adam da mutlu olacaktı. Yüzünde iki derin kuyu gibi duran siyah gözlerinin
karanlığını gördüğünde karar vermişti buna. “Onu ben mutlu edeceğim.” diye
kendi kendine söz verdiğinde, içinde kudretli bir girdap doğmuştu bile. Aşk! Bu
kez de kurallara uyacaktı. Sözünü tutacaktı. Gitmeyecekti. Her uyuşmazlıkta
azalan o pırıltıyı kaybetmeyecekti.
Şimdi ise sadece karşıdan karşıya geçmesi
gerekiyordu. Ama kıpırdayamıyordu bile.
Bir şeyler yapmalıydı.
Çocukluğunu düşündü. Ne de olsa o iyi kalpli devle o zamanlarda
tanışmıştı. Geceleri perdelerin oynaşmasından korktuğunda dua okur, okulda
konuşanlar listesinde olmamak için sınıf başkanına en sevdiği silgisini verir,
bisikletle yokuş aşağı gitmez, parkta demir basamaklara tırmanmaz, leblebi tozu
yemez, terliyken su içmez, dondurmayı ısırmaz, asla ve asla yaramazlık
yapmazdı. Bunları istemediğinden değildi. Korku devini kızdırmamalıydı. Yoksa
arkadaşları onu denize çağırdığında koşa koşa giderdi, ama o zaman babası onu
daha az severdi. Annesinin aldığı o fırfırlı elbiseleri giymişse ne olmuş,
üzülmesi daha mı iyiydi? Ya kardeşinin suçlarını üstlenmesi? Onun ceza alıp o
güzel yüzünün düşmemesi için yapamayacağı şey yoktu.
Öğretmenlerini gurur kırıklığına uğratma fikri
ise en beteriydi. Ona güvenenleri sarsmak kadar büyük bir günah yoktu, bilirdi.
O yüzden kırmızı kurdeleleri ilk önce hep o aldı, sınavlarda birinci sıraya
oturdu. Babasının hayalleri vardı. “Benim kızım doktor olacak” dediğinde nasıl
da boynundaki damarlar şişer, kaşları güvenle kalkardı. O da “Şarkılarımı
kendime söylerim, babamın kaşları inmesin.” dedi. Zaten başka seçeneği yoktu.
Çünkü babası hayal kırıklığına uğradığında, dalları içine çekiliyor,
vazgeçilmez gölgesi bir anda yok oluyordu. O gölgeden mahrum kalmayı göze
alamazdı.
Doktor oldu. Hem de 22 yaşında. Sonrasında ise
tıpta uzmanlık sınavındaki en yüksek puanı alması kaçınılmazdı. Kısa zamanda
tanınan bir beyin cerrahı olacaktı. Bugünün çocuğu dünden belliydi. Herkes
hırsına, azmine hayrandı. Oysa hayran olunacak şey, korku denen o iyi kalpli
devin ta kendisiydi. Ve şarkılar… Onları
uzun ameliyatlar sonrası girdiği kaynar sulu banyoda, komşuların duymasından
çekinerek, kısık sesle söyleyecekti.
Caddenin ortasında kıpırtısız ve bir taştan daha
cansız duran bu şey, kalbi donakalmış bir kadından başkası değildi. Sağından
gelen koyu yeşil otomobilin sürücüsü, yolunun açılmayacağını anlayınca frene
bastı. Kolunu camdan dışarı çıkarıp öfkeli bir yumruk salladı. “Deli misin be
kadın, çekil yolumdan!” Solundan gelen kamyonet ise son anda direksiyonunu
kırmış, tozlu rüzgârını kadının saçlarında bırakıp yanından hızla geçmişti.
Kadın,
omuzlarının ağırlaştığını hissetti. Üzerindeki pardösüsünün kırmızısı,
ayağındaki çizmelerin topuğu, kolundaki saatin tik takları, beline inen
saçlarının dalgası hatta dudağındaki boyanın pembesi bile yük gibiydi. Erimiş
bir buz kalıbı gibi olduğu yere yığılması an meselesiydi. Biraz kıpırdamak,
birkaç adım atmak için gereken gücü nereden bulacaktı? Gözlerini yummayı
düşündü. Böylece ona yönelen sesleri daha iyi duyar, biraz daha korkabilirdi. O
zaman hareket edebilirdi kim bilir? Dünyanın en ağır kapısını kapatır gibi,
ölümüne bir güçlükle gözlerini yumdu. Kendi karanlığıyla zihni daha da
bulanıklaştı. Nerede olduğunu, ne yaptığını unutuverdi. Anımsadığı şeyler ise
yıldırım ışığıyla bir anlığına ortalığı aydınlatıyor, o kısacık anlarda ancak
nefes alıyordu.
Çimenlerin ıslak kokusu geldi burnuna.
Fıskiyenin her tur sonunda çıkardığı tııırt sesi, yan masadaki bebeğin babası
dil çıkardıkça attığı kahkahalar, ayak başparmağını yara yapan sandaletler,
“Başka bir arzunuz var mı?” diyen garsonun şaşı gözleri… Yazın başı, haftanın
sonuydu. Bir elin parmağını geçmez sayıda buluşmuşlardı henüz. O gün, o dakika,
yani fıskiyenin 17. turu, bebeğin 4. coşkun kahkahasında adam, kadının
parmağını tutmuştu. Tutmak da sayılmazdı gerçi. Sağ elinin işaret parmağını,
sol elinin küçük parmağına usulca değdirmişti. O sırada barınağa yaklaşan
balıkçı teknesine gözlerini ayırmadan bakıyordu. Tekne yerine yerleşene kadar
parmağını çekmedi adam. Neredeyse yetişkin sayılacak yaştalardı. Üstelik o
zamana kadar birçok insanın tenini, kokusunu tatmışlardı. Bu çocuk ürkekliği
gibi görünse de alabildiğine cüretkâr hareket, kadının hayatındaki deve,
yepyeni bir güç, önünde diz çökülecek bir kudret verecekti. Kadın artık en çok
o gün âşık olduğu adamı kaybetmekten korkuyordu.
Caddenin ortasında gözleri kapalı duran bu
kadının aklından ne çocukluğu, ne ailesi, ne okulları, ne işi, ne arkadaşları
geçiyordu. Sadece o adamla olan anılar vardı belleğinde. Üstelik bir ışık oyunu
gibi dans edip duruyorlardı. Gözünü açmadı. Burnuna gelen egzos ve toz
kokularını da savuşturunca, nerede olduğunu unutmuştu zaten. Bedenine olmasa da
belleğine hükmedebiliyor olduğumu umdu. Oysa sırasız, düzensiz, karmakarışık
bir bombardımana yakalanmıştı. Yakınmadı. Nikâh memurunun basarak ucunu
yırttığı gelinliği, birlikte yaptıkları ilk dalışta tüpündeki oksijenin
bitmesi, çok içtiği o akşam, üzerine kustuğu beyaz gömleği, herkes uyurken
öpüştükleri yolcu otobüsünde yediği ucuz kek, adamın ameliyat olduğu
hastanedeki yangın, onu terk edeceğini sandığı ilk kavgaları ve nerdeyse tüm
sevişmelerimizin başı, ortası ve sonu. Beyaz, gri, mavi, siyah çarşaflar. Hepsi gözünün önünden, ruhunun içinden geçti.
Hafıza insanın lanetidir. Bir gün bir yerlerde onulmaz bir suç işlemiş insanın
sonu gelmez cezasıdır. Her şeyi ama her şeyi görüntüsüyle, kokusuyla,
duygusuyla hatırlayanlar şanssızdır. Çünkü bazen unutmak ferahlatır, temizler,
yeniler. Kadın alabildiğine yüklü ve yorgundu. Çünkü her şeyi hatırlıyordu.
Oysa unutmak isterdi. Mesela daha bu sabah yol
arkadaşı sandığı adamın gözlerinde gördüğü ışığı, hiç görmemiş gibi unutmak. Bu
kez sıcacık bir fısıltı değil, tehditkâr bir çığlık savuruyordu o bakışlar.
Onları daha önce de görmüş olması, alışmasına yetmemişti. Kendi varlığı,
sunduğu aşkı ve dahi verdiği her şeyi geri alacak kadar kibirli o bakışlara
alışmak mümkün müydü ki? Kadın bu sabah, çok önceleri anlaması gereken şeye
aymıştı. Birlikte yol aldıklarını sandığı gemide, yıllardır acemi bir miçodan
başka bir şey değildi.
Şimdi iki yumuşak el tarafından sarsılıyordu.
Ilıman bir kadın sesi, “Beni duyabiliyor musunuz?” dedi. Gözlerini açtı. Endişeyle
kendisine bakan iki yeşil gözdü karşısındaki. “Koluma girin, sizi kaldırıma
taşıyalım. Ambulans yolda.” Bir gayretle kızın koluna girdi. Neredeyse tüm
yükünü bu çelimsiz kıza yıkarak ve ayaklarını sürüyerek dört beş adım attı.
Yolun kenarına geldiklerinde, trafik sabırsızca ve öfkeyle akmaya devam
etmişti. Kendini kaybetmeden önce son gördüğü şey, arabaların içinden ona bakan
kimi öfkeli, kimi meraklı gözlerdi.
Bir süre sonra ambulans gelmiş, sağlık ekipleri
yerde baygın yatan kadını sedyeyle araca bir paket gibi yerleştirmişlerdi.
Ambulans hastane yolunda ilerlerken kadın kendine gelir gibi oldu. Gözlerini
ovuşturmak için elini kaldırdığında koluna takılı serumun iğnesi canını acıttı.
Belli belirsiz bir ses duydu.
“Hocam, hocam beni duyabiliyor musunuz?”
Güçlükle yutkundu. Kendinden sadece 5-6 yaş
küçük bu gençlerin kendisine “Hocam” demesine hala alışamamıştı.
“Serhat sen mi denk geldin?” Gülümsemek bile ne
kadar zordu.
Yeni mezun doktor, biraz da çekingenerek,
müdahalelerini ödev sunumu yapar gibi hocasına anlattı. Kadın her zaman olduğu
gibi sakince dinledi. Sonra öğrencisini onayladı hatta rahatlatmaya çalıştı.
Bunun daha önce yaşamadığı ama bulgulardan anladığı haliyle bir panik atak
krizi olduğunu söylese de hastanede gerekli tetkiklerini yaptıracağına söz
verdi. Ambulans, kadının uyarısıyla sirenini kapatıp, trafikte normal
seyretmeye başladı. Kadın ağır ağır da olsa tekrar elini, ayağını, konuşmasını,
düşünmesinin geri gelişini hayretle biraz da dehşetle izledi. Kendi hayatından
sonra kendi bedenine hükmedememenin tadı, bu kısa süreli felçle daha da paslı
bir hal almıştı. Ambulans hastaneye yaklaşınca, doğrulup çizmelerini giydi.
Öğrencisine tekrar teşekkür etti.
“Hocam bu arada bir şeyler duyduk. Kanada’daki
araştırma grubuna kabul edilmişsiniz. Hatta projenin başına geçeceğiniz
söyleniyor. Sizinle gurur duyduk. Ne zaman yola çıkıyorsunuz?” dedi Serhat.
Kadın, kendi ellerini yeni keşfeden bir bebek
gibi, parmaklarını oynatıp bir süre onları izledi. Sağ elinin kısacık tırnaklı
serçe parmağına, diğer eliyle dokundu. Sonra yavaşça başını kaldırıp, cevap
bekleyen öğrencisine gülümsedi.
“Dün ailevi sebepler dolayısıyla teklifi
reddettiğimi bildiren bir e-posta hazırlamıştım. Şimdi bir an önce odama gidip,
yazdıklarımı silmeliyim Serhat. Çalışmalar önümüzde bahar başlıyor.”
Hande
Çiğdemoğlu
hande.cigdemoglu@gmail.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder