Aslında İyi Kalpli Koca Dev - Hande Çiğdemoğlu - Sevdalım Hayat
Aslında İyi Kalpli Koca Dev - Hande Çiğdemoğlu

Aslında İyi Kalpli Koca Dev - Hande Çiğdemoğlu

Paylaş

ASLINDA İYİ KALPLİ KOCA DEV

“Azala azala biter miyiz?” diye düşündü. Karşıdan karşıya geçmek için adımını attığı caddenin ortasındaydı. Sanki karanlık bir büyünün kesif dumanı, nefesini tıkamış, acımasız iki el tarafından boğazı sıkılmıştı. Yolun ortasında öylece kala kaldı. Vücudundaki bütün kaslar adeta putlaşmıştı. En azından birkaç adım atıp, kaldırıma ulaşmak istedi. Ancak beyninden vücuduna hiçbir emir gitmiyordu. Parmaklarının ucundan akan enerjiden kalan son parçaları, ayakta durmak ve nefes almak için harcadı. Kendine yabancılaşmış, bedeni karşısında dehşete kapılmıştı. Yola adım attığında uzakta bir siluet olan otomobilin rengi, iyiden iyiye belirmişti. Yeşili tozlanmış bu arabadan gelen korna sesinden daha çığırtkan bir diğeri de sağ yanından geliyordu. Ama başını sola çevirirse ki bunu yapabileceğinden emin değildi, gücünün bitip yere yığılacağından korktu.

Korku hayatındaki en tanıdık duyguydu, bir şeylerin normal olmasına sevindi. Korku, onunla savaşanları sevmeyen, saygıyla itaat edenleri ise koruyan, aslında iyi kalpli koca bir devdi. İnsan, onunla karşılaştığında, mutlaka bir şeyler yapmalıydı. Caymalı, fikir değiştirmeli, sinmeli, kabul etmeliydi ama asla onu yok saymamalıydı. Aksi, öfkelenmiş bir denizin dalgaları kadar yıkıcı olabilirdi.

Her şey bu kadar basitti. Korkarsın ve yapmazsın. Korkarsın ve yapmayacağını yaparsın. Böylece herkes mutlu olur. O adam da mutlu olacaktı. Yüzünde iki derin kuyu gibi duran siyah gözlerinin karanlığını gördüğünde karar vermişti buna. “Onu ben mutlu edeceğim.” diye kendi kendine söz verdiğinde, içinde kudretli bir girdap doğmuştu bile. Aşk! Bu kez de kurallara uyacaktı. Sözünü tutacaktı. Gitmeyecekti. Her uyuşmazlıkta azalan o pırıltıyı kaybetmeyecekti.

Şimdi ise sadece karşıdan karşıya geçmesi gerekiyordu. Ama kıpırdayamıyordu bile.  Bir şeyler yapmalıydı.  Çocukluğunu düşündü. Ne de olsa o iyi kalpli devle o zamanlarda tanışmıştı. Geceleri perdelerin oynaşmasından korktuğunda dua okur, okulda konuşanlar listesinde olmamak için sınıf başkanına en sevdiği silgisini verir, bisikletle yokuş aşağı gitmez, parkta demir basamaklara tırmanmaz, leblebi tozu yemez, terliyken su içmez, dondurmayı ısırmaz, asla ve asla yaramazlık yapmazdı. Bunları istemediğinden değildi. Korku devini kızdırmamalıydı. Yoksa arkadaşları onu denize çağırdığında koşa koşa giderdi, ama o zaman babası onu daha az severdi. Annesinin aldığı o fırfırlı elbiseleri giymişse ne olmuş, üzülmesi daha mı iyiydi? Ya kardeşinin suçlarını üstlenmesi? Onun ceza alıp o güzel yüzünün düşmemesi için yapamayacağı şey yoktu.

Öğretmenlerini gurur kırıklığına uğratma fikri ise en beteriydi. Ona güvenenleri sarsmak kadar büyük bir günah yoktu, bilirdi. O yüzden kırmızı kurdeleleri ilk önce hep o aldı, sınavlarda birinci sıraya oturdu. Babasının hayalleri vardı. “Benim kızım doktor olacak” dediğinde nasıl da boynundaki damarlar şişer, kaşları güvenle kalkardı. O da “Şarkılarımı kendime söylerim, babamın kaşları inmesin.” dedi. Zaten başka seçeneği yoktu. Çünkü babası hayal kırıklığına uğradığında, dalları içine çekiliyor, vazgeçilmez gölgesi bir anda yok oluyordu. O gölgeden mahrum kalmayı göze alamazdı.

Doktor oldu. Hem de 22 yaşında. Sonrasında ise tıpta uzmanlık sınavındaki en yüksek puanı alması kaçınılmazdı. Kısa zamanda tanınan bir beyin cerrahı olacaktı. Bugünün çocuğu dünden belliydi. Herkes hırsına, azmine hayrandı. Oysa hayran olunacak şey, korku denen o iyi kalpli devin ta kendisiydi.  Ve şarkılar… Onları uzun ameliyatlar sonrası girdiği kaynar sulu banyoda, komşuların duymasından çekinerek, kısık sesle söyleyecekti.

Caddenin ortasında kıpırtısız ve bir taştan daha cansız duran bu şey, kalbi donakalmış bir kadından başkası değildi. Sağından gelen koyu yeşil otomobilin sürücüsü, yolunun açılmayacağını anlayınca frene bastı. Kolunu camdan dışarı çıkarıp öfkeli bir yumruk salladı. “Deli misin be kadın, çekil yolumdan!” Solundan gelen kamyonet ise son anda direksiyonunu kırmış, tozlu rüzgârını kadının saçlarında bırakıp yanından hızla geçmişti.

Kadın, omuzlarının ağırlaştığını hissetti. Üzerindeki pardösüsünün kırmızısı, ayağındaki çizmelerin topuğu, kolundaki saatin tik takları, beline inen saçlarının dalgası hatta dudağındaki boyanın pembesi bile yük gibiydi. Erimiş bir buz kalıbı gibi olduğu yere yığılması an meselesiydi. Biraz kıpırdamak, birkaç adım atmak için gereken gücü nereden bulacaktı? Gözlerini yummayı düşündü. Böylece ona yönelen sesleri daha iyi duyar, biraz daha korkabilirdi. O zaman hareket edebilirdi kim bilir? Dünyanın en ağır kapısını kapatır gibi, ölümüne bir güçlükle gözlerini yumdu. Kendi karanlığıyla zihni daha da bulanıklaştı. Nerede olduğunu, ne yaptığını unutuverdi. Anımsadığı şeyler ise yıldırım ışığıyla bir anlığına ortalığı aydınlatıyor, o kısacık anlarda ancak nefes alıyordu.

Çimenlerin ıslak kokusu geldi burnuna. Fıskiyenin her tur sonunda çıkardığı tııırt sesi, yan masadaki bebeğin babası dil çıkardıkça attığı kahkahalar, ayak başparmağını yara yapan sandaletler, “Başka bir arzunuz var mı?” diyen garsonun şaşı gözleri… Yazın başı, haftanın sonuydu. Bir elin parmağını geçmez sayıda buluşmuşlardı henüz. O gün, o dakika, yani fıskiyenin 17. turu, bebeğin 4. coşkun kahkahasında adam, kadının parmağını tutmuştu. Tutmak da sayılmazdı gerçi. Sağ elinin işaret parmağını, sol elinin küçük parmağına usulca değdirmişti. O sırada barınağa yaklaşan balıkçı teknesine gözlerini ayırmadan bakıyordu. Tekne yerine yerleşene kadar parmağını çekmedi adam. Neredeyse yetişkin sayılacak yaştalardı. Üstelik o zamana kadar birçok insanın tenini, kokusunu tatmışlardı. Bu çocuk ürkekliği gibi görünse de alabildiğine cüretkâr hareket, kadının hayatındaki deve, yepyeni bir güç, önünde diz çökülecek bir kudret verecekti. Kadın artık en çok o gün âşık olduğu adamı kaybetmekten korkuyordu.

Caddenin ortasında gözleri kapalı duran bu kadının aklından ne çocukluğu, ne ailesi, ne okulları, ne işi, ne arkadaşları geçiyordu. Sadece o adamla olan anılar vardı belleğinde. Üstelik bir ışık oyunu gibi dans edip duruyorlardı. Gözünü açmadı. Burnuna gelen egzos ve toz kokularını da savuşturunca, nerede olduğunu unutmuştu zaten. Bedenine olmasa da belleğine hükmedebiliyor olduğumu umdu. Oysa sırasız, düzensiz, karmakarışık bir bombardımana yakalanmıştı. Yakınmadı. Nikâh memurunun basarak ucunu yırttığı gelinliği, birlikte yaptıkları ilk dalışta tüpündeki oksijenin bitmesi, çok içtiği o akşam, üzerine kustuğu beyaz gömleği, herkes uyurken öpüştükleri yolcu otobüsünde yediği ucuz kek, adamın ameliyat olduğu hastanedeki yangın, onu terk edeceğini sandığı ilk kavgaları ve nerdeyse tüm sevişmelerimizin başı, ortası ve sonu. Beyaz, gri, mavi, siyah çarşaflar.  Hepsi gözünün önünden, ruhunun içinden geçti. Hafıza insanın lanetidir. Bir gün bir yerlerde onulmaz bir suç işlemiş insanın sonu gelmez cezasıdır. Her şeyi ama her şeyi görüntüsüyle, kokusuyla, duygusuyla hatırlayanlar şanssızdır. Çünkü bazen unutmak ferahlatır, temizler, yeniler. Kadın alabildiğine yüklü ve yorgundu. Çünkü her şeyi hatırlıyordu.

Oysa unutmak isterdi. Mesela daha bu sabah yol arkadaşı sandığı adamın gözlerinde gördüğü ışığı, hiç görmemiş gibi unutmak. Bu kez sıcacık bir fısıltı değil, tehditkâr bir çığlık savuruyordu o bakışlar. Onları daha önce de görmüş olması, alışmasına yetmemişti. Kendi varlığı, sunduğu aşkı ve dahi verdiği her şeyi geri alacak kadar kibirli o bakışlara alışmak mümkün müydü ki? Kadın bu sabah, çok önceleri anlaması gereken şeye aymıştı. Birlikte yol aldıklarını sandığı gemide, yıllardır acemi bir miçodan başka bir şey değildi.

Şimdi iki yumuşak el tarafından sarsılıyordu. Ilıman bir kadın sesi, “Beni duyabiliyor musunuz?” dedi. Gözlerini açtı. Endişeyle kendisine bakan iki yeşil gözdü karşısındaki. “Koluma girin, sizi kaldırıma taşıyalım. Ambulans yolda.” Bir gayretle kızın koluna girdi. Neredeyse tüm yükünü bu çelimsiz kıza yıkarak ve ayaklarını sürüyerek dört beş adım attı. Yolun kenarına geldiklerinde, trafik sabırsızca ve öfkeyle akmaya devam etmişti. Kendini kaybetmeden önce son gördüğü şey, arabaların içinden ona bakan kimi öfkeli, kimi meraklı gözlerdi.

Bir süre sonra ambulans gelmiş, sağlık ekipleri yerde baygın yatan kadını sedyeyle araca bir paket gibi yerleştirmişlerdi. Ambulans hastane yolunda ilerlerken kadın kendine gelir gibi oldu. Gözlerini ovuşturmak için elini kaldırdığında koluna takılı serumun iğnesi canını acıttı. Belli belirsiz bir ses duydu.

“Hocam, hocam beni duyabiliyor musunuz?”

Güçlükle yutkundu. Kendinden sadece 5-6 yaş küçük bu gençlerin kendisine “Hocam” demesine hala alışamamıştı.

“Serhat sen mi denk geldin?” Gülümsemek bile ne kadar zordu.

Yeni mezun doktor, biraz da çekingenerek, müdahalelerini ödev sunumu yapar gibi hocasına anlattı. Kadın her zaman olduğu gibi sakince dinledi. Sonra öğrencisini onayladı hatta rahatlatmaya çalıştı. Bunun daha önce yaşamadığı ama bulgulardan anladığı haliyle bir panik atak krizi olduğunu söylese de hastanede gerekli tetkiklerini yaptıracağına söz verdi. Ambulans, kadının uyarısıyla sirenini kapatıp, trafikte normal seyretmeye başladı. Kadın ağır ağır da olsa tekrar elini, ayağını, konuşmasını, düşünmesinin geri gelişini hayretle biraz da dehşetle izledi. Kendi hayatından sonra kendi bedenine hükmedememenin tadı, bu kısa süreli felçle daha da paslı bir hal almıştı. Ambulans hastaneye yaklaşınca, doğrulup çizmelerini giydi. Öğrencisine tekrar teşekkür etti.

“Hocam bu arada bir şeyler duyduk. Kanada’daki araştırma grubuna kabul edilmişsiniz. Hatta projenin başına geçeceğiniz söyleniyor. Sizinle gurur duyduk. Ne zaman yola çıkıyorsunuz?” dedi Serhat.

Kadın, kendi ellerini yeni keşfeden bir bebek gibi, parmaklarını oynatıp bir süre onları izledi. Sağ elinin kısacık tırnaklı serçe parmağına, diğer eliyle dokundu. Sonra yavaşça başını kaldırıp, cevap bekleyen öğrencisine gülümsedi.

“Dün ailevi sebepler dolayısıyla teklifi reddettiğimi bildiren bir e-posta hazırlamıştım. Şimdi bir an önce odama gidip, yazdıklarımı silmeliyim Serhat. Çalışmalar önümüzde bahar başlıyor.”

Hande Çiğdemoğlu
hande.cigdemoglu@gmail.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder