Yıldızlı Gece - Dalgalı
Deniz
Önünde duran
metal kapaktaki resme daldı gitti. Neredeyse altı aydır, her sabah -ki sabahlar
öğlen başlıyordu- her akşamüstü ve her gece buna bakıyordu. Tatillerini
Avrupa’da geçiren bir arkadaşı getirmişti. Yine magnet beklerken, kibrit
kutusundan büyük, kitaptan küçük metal bir kutuyla karşılaşınca sevinmişti.
Kutudan çıkan çikolataları keyifle mideye indirip, onların yerine en çok
kullandığı yüzüklerini, küpelerini koymuştu. İşe geç kaldığı o sabah, aceleyle
hazırlanırken kapağını kapatmadığı kutu, şifonyerin arkasına düşmüştü. O günden
sonra ihtiyacı olan şey, kutu ve içindekiler değil kapağı olacaktı zaten.
Acemi
kopyalarla, anahtarlıklar, posterler ve kahve fincanlarında yaşayan bilindik
bir resimdi bakıp durduğu. Vincent’ın, kim bilir hangi duygularla belki de
tamamen duygusuzca tuvaline vurduğu desenlerde, bir köy, üstüne doğan gece ve
yıldızlar vardı. Google’a metal kapağın
altındaki “Starry Night” adını yazsa, hikâyesini öğreniverirdi. Ama
istemiyordu. Ona göre mavili beyazlı sarmalanan bulutlar deniz dalgası, sarı
hareli ay güneşti. Yıldızlar ise hiç olmamıştı. Gökyüzü olarak resmedilen şey
ise onu alaşağı eden gün, şehir hatları vapurunun altında oynaşan denizden
başka bir şey değildi. Mavisi renkten
renge girip insanı baştan çıkaran, aslında hain, puslu, acılı bir deniz...
Masanın
üstünde geceden kalan kahvesini bir yudumda içti. Keskin, bayat ve tortulu sıvı,
midesine yol alırken tadı yüzüne yayılıverdi. İsteksizce etrafına baktı. Ne
zamandır aynı çiçeklerle yayılan çarşafı, huzursuz yastığı ve dertop olmuş
yorganıyla, mutsuz bir yatak vardı odanın ortasında. Rayı yerinden çıktığı için
duvara dayadığı dolap kapağı, bir mezar taşı gibi dikilip duruyordu. Dolabın
içinden sarkan, yazlığı kışlığı birbirine karışmış bezgin giysiler, tozu bir
karış olmuş ayna ve önündeki şifonyer, boş bulduğu her yere yayılmış bardaklar,
fincanlar, artığı kurumuş tabaklar, bir tanesine daha yer olmayan koca bir cam
küllük. Bu odada yaşayan tek şey neredeyse, kimi aynaya dayalı, kimi yatağın
üstünde çarşafa dolanmış, kimi hırsla atıldığı için komodinde ters dönmüş metal
kutunun kapağıydı. Onunla ne kadar vakit geçirdiğini bilmiyordu. Zamanları
rakamlarla tanımlamayalı çok olmuştu. Tuvalete gitmekten de, yüzünü yıkamaktan
da vazgeçti. Penceresini açıp, tülü araladı. Paketin sonunda kalan son sigarayı
yakıp, gönülsüzce dışarı üfledi. Sokak, sabah telaşını çoktan atlatmış, yerini
miskin bir öğleye bırakmıştı.
Hala
çalışıyor olsaydı, şu saatlerde arkadaşlarıyla dünyanın en mühim konusunu konuşuyor
olurdu. Nerede yemek yenecek! Oysa artık böyle sorunları yoktu. Terfi etmek
üzereyken istifa etmişti. Aylardır sokağa ancak sigarası bitince çıkıyor, köşe
başındaki bakkaldan aldığı ekmek, gofret, zeytin falan onu günlerce idare
ediyordu. Rahmetli babasından aldığı yetim aylığıyla geçinmek zor değildi. Çünkü
artık işe giderken hangi eteğin üstüne hangi bluzu giyeceğini düşünmesine,
yıllık iznini geçireceği tatil yöresini seçmesine, yüzüne sürdüğü boyalar,
kremler çabucak tükendiği için yenilerini almasına gerek yoktu. Artık yol
parası da, dışarda yiyip içilenlerin kabarık hesapları da, sinema biletleri ve
market poşetleri de ondan uzaktı.
Annesi, onu pek
yakında müdür olacağını sandığı bankada, hala çalışıyor zannediyordu. Aralarındaki
telefon konuşmaları, uzun sorular kestirme cevaplarla bitiyordu. Ne zamandır işlerin
yoğunluğunu bahane ederek memlekete gitmemişti, gitmeye de niyeti yoktu. Annesi
bu duruma gönül koyuyordu. Yine de her seferinde “Allah işini rast getirsin” deyip,
annelere has geçici bir küskünlükle kapatıyordu telefonu.
Arkadaşları desen,
önceleri onu kendi haline bırakmış, sonrasında kendi tabirleriyle “olaya el koymuştu.”
Böylesine münzevi bir hayatı seçmesine imkân olmadığını düşündükleri hayat
dolu, neşeli arkadaşlarının bir sorunu olmalıydı. Bunu, el birliğiyle çözmeye
ant içmiş gibiydiler. Telefonlar, ısrarcı mesajlar, metazori davetler, elleri
kolları dolu kapıya dayanmalar. Neyse ki tüm atakları sakince savuşturmuştu.
İyiydi, merak edilecek bir şey yoktu. Bir şey beklemeden, birini özlemeden,
hayal kurmadan ve arzulamadan yaşamanın ne kadar kolay olduğunu, kimseye izah
etmek zorunda değildi. Etmedi de. Zaten bir süre sonra ısrarcı ziyaretler de,
telefonlar da kesildi.
Sigarasını
fincanın dibindeki kahveyle söndürüp, küllükteki izmarit dağının üstüne koydu.
Bu odadan çıkmak istemiyordu. Ama yığın haline gelmiş tabak-çanağı mutfağa
götürse, kenara bir paket sigara iliştirmiş mi, ona baksa iyi olacaktı. Tabakların
birinden küçük birkaç sinek havalandı. Kim bilir kaç gün önce dişlenip kenara
atılmış elmanın varisleri, coşkulu ve alabildiğine canlıydı. Midyeler ise henüz
dolma içiyle karışmadan çok önce ölmüştü. Tabaktaki siyahı solmuş bu kabukların,
bir zamanlar yaşayan deniz canlılarına ev sahipliği yaptığına inanmak zordu. Şimdiye
kadar yaşamayı fazla önemsediğini düşündü. Dünyaya gelen her canlı yaşıyordu ve
ölüyordu işte. Küçük sinekler de, midyeler de, kırk yılda bir bardağın
dibindeki çayı döktüğü kaktüsü de... Onlar için kolay olan, insanlar için niye
zordu ki! Kendi bitmek bilmeyen arzularının, kavgalarının, inançlarının esiri
olmuştu insan. Umut adını verdikleri zırhın, aslında zehirli dikenleri vardı. Onu
günden güne öldüren şeyin peşinde koşmak, bulunca sıkı sıkı sarılmak ne kadar
ahmakçaydı.
Aynada yüzünün
solgun aksiyle karşılaştı. Tanımazlıktan gelip başını çevirdi kendinden. Gönülsüzce
üst üste koyduğu tabakları ve üç parmağını içine sokup kaldırdığı bardakları
alıp mutfağa gitti. Elindekileri olduğu gibi lavabonun içine koyup, sigarasını
aramaya koyuldu. Ne ekmek sepetinde, ne dün midyeciye sarkıttığı poşette, ne kaşığı
çatalı birbirine karışmış çekmecelerde, ilaç için bir tane sigara yoktu. Hâlbuki
zulaya bir paket sigara sıkıştırdığına emindi. Öfkeyle mutfak musluğunu açıp, suyun
bulaşıklara çarpıp sıçramasına aldırmadan, ensesini ve saçlarını ıslattı. Lavabo
fırçasının yanında asılı duran paket lastiğini ağzına alıp, kirli saçlarını
çekiştire çekiştire topladı. Mutfak masasında en son haftalar önce eline aldığı
kitap duruyordu. Bakkala gitmeye hali yoktu, biraz okumak iyi gelebilirdi. İğreti
bir hamleyle sandalyeye oturup, kitabın sayfalarını çevirmeye başladı. En son
okuduğu sayfada duran kâğıt, uykusuz bir yazıyla karalanmıştı. Yazdığı nota, gönülsüzce
göz gezdirdi.
“İnsanı en
çok inanmak yoruyor. İnanarak, ehlileşmemiş ruhunu tımar ediyorsun, sonra da mutlaka
bir karşılık bekliyorsun. Oysa beklentilerin hiçbir zaman gerçekleşmiyor, koca
bir dondurma hayal ederken, yere düşen renkli toplara bakarak hırsla bayatlamış
külah yemek zorunda kalıyorsun. Tekrar, tekrar ve tekrar…”
Neyse ki
artık inanmıyordu. Filmin bitip sonunda yazıların geçmesi için dakika sayan
sıkılgan bir izleyiciden farkı yoktu. Yine de filmin kötü olduğuna karar verip bitmesini
beklemek, güzel bir sahneye inanmaktan daha iyiydi. Kitabı masaya geri bırakıp,
hızlıca odasına döndü.
Sabırsız bir
sevgili gibi bekleyen kapağı eline alıp aynanın önündeki sandalyeye oturdu bu
kez. Her bir milimetresini ezbere bildiği desenlere, renklere dikkatle bakmaya
başladı. Sanki görmediği, kaçırdığı bir şey vardı. Sigarasızlığı bile
unutmuştu. Ta ki, omuzuna bir el dokunmuşçasına ürperene kadar.
Sırtına
vuran ikindi güneşi gitmiş, yerini tülü havalandıran serin bir rüzgâra
bırakmıştı. İçini ürperten şeyin soğuk olmadığını biliyordu. Artık alışmıştı aynı
demir pençenin sırtını tırmalamasına, aynı kesif dumanın genzini tıkayıp, o
koca halatın ruhunu düğümlemesine. Elindeki metal kutunun kapağını aynanın
önüne dayadı, kendini yatağa sırt üstü bıraktı. Gözlerini kapadığında yine aynı
bakışla karşılaştı. İlkten sonra, sondan önceki o bakış! Ağırlaşan gözleri
uykuya teslim olmadan az evvel, ayık bir rüya görür gibi o sabahı tekrar yaşadı
*
Hangi
küpesini takacağına bir türlü karar veremediği için servisi kaçırmıştı o gün.
Tık nefes yetiştiği Beşiktaş-Kadıköy vapuruna bindiğinde, içeride oturup,
bahaneyle sıcak bir ıhlamur içeceğini umdu. Oysa içerisi, buharlaşmış camlara
dayalı başlar, tek gözle okunan kitap sayfaları, dünyayla bağlantıyı kesen
kulaklıklar, mesai başlamadan açılan laptoplar ve ekranı hızla kaydırılan cep telefonlarıyla
hınca hınç doluydu. Ağzı açık uyuklayan, kravatı yana kaymış adamın ise koktuğundan
emindi, onun yanına oturmaya cesaret edemedi.
Mantosunun
yakalarını kaldırarak, kaşkolünü başına sardı, dışarı çıktı. Buza kesmiş tahta
banklar bomboştu. En az rüzgâr alan yeri gözüne kestirip, bankın ucuna ilişti. Eteğinin
altında titreyen bacakları da, tabanı ince ayakkabılarının içinde büzüşen
ayakları da Mart ayazına teslim olmuştu.
Vapur,
içeridekilerin telaşına aldırmadan eski hantal bedeniyle ağır ağır yol almaya
başladı. Kudretli bir kibirle altlarında köpüren deniz maviden laciverte,
griden beyaza dönüşüp duruyordu. Önünde uzanan kadim şehre seyre dalıp, sabahın
tadını çıkarmayı bir anlığına düşünse de aklı bugünkü görüşmesindeydi. Eğer
kodaman sayılabilecek bu müşterinin varlıklarını kendi şubelerine taşımayı
başarırsa, portföyleri oldukça hacim kazanacak, bu da ona hatırı sayılır bir
prim ve belki de terfi getirecekti. Üşüyen ellerini ovuşturup, nefesiyle
ısıttı. Heyecanlanmıştı.
Rüzgârın
ağırlaştırdığı kapı açıldı. İçeriden çıkan, uzunca boylu, ince yapılı genç bir
adamdı. Her zaman oturduğu masaya yönelen bir müdavim gibi, yavaşça yürüyüp
güvertenin diğer ucuna oturdu. Soğuk umurunda değil gibiydi. Kadife ceketinin
önünü kapatmamış, omuzlarını yukarı bile çekmemişti. Kapının dibindeki bankta
büzüşmüş oturuyordu, onu fark etmemiş olmalıydı adam. Böylece rahat rahat,
yakışıklı sayılabilecek bu adamı izlemeye koyuldu. Kumral saçlarının altında
dar bir alnı, kemerli bir burnu ve gülümsemeye yakın bir kıvrımla şekillenen
ince dudaklarını uzun uzun inceledi. Dizlerinin üstüne konmuş iki serçeyi
andıran ellerindeki zarafet uzaktan belli oluyordu.
İlk kez
görmüşçesine merakla denize bakıyordu adam. Uzun sayılabilecek bir süre sonra
başını çevirip derin bir nefes aldı. Elleriyle traşlı çenesini ovaladı. Sonra
ceketinin iç cebinden siyah deri kaplı küçük bir defter çıkardı. Kalemini telaş
etmeden arayıp sonunda ön cebinde buldu. Ucu muhtemelen bıçakla açılmış bu
küçük kurşun kalem, kâğıdın üstünde dikey, yatay bazen hızlı bazen yavaş gidip gelmeye
başladı. Bir vapur güvertesinde gülümseyerek resim yapan gizemli bir adam!
Filmlerde bile nadir görülen bir kareydi.
Keyifli bir
seyirdi bu. Artık daha az üşüyordu sanki. Sonra daha fazlasını istediğini
hissetti. Adamın yaptığı resmi, uzun kirpikleriyle gölgelenen gözlerinin
rengini, parmaklarının kıvrımlarını yakından görmek istedi. Kadife ceketinden
uzanan boynundan yayılan kokuyu, sesini, herkese anlattığı hikâyeleri,
kimselere vermediği sırlarını merak etti. Annesine mi babasına mı benzediğini,
en çok hangi rengi sevdiğini, hangi şarkıları ezbere bildiğini, sigara içip
içmediğini sormak için müthiş bir arzu duydu.
Uzun
zamandır hayatında kimse yoktu. Ellerini kendinden başkası ısıtsaydı mesela, ne
güzel olurdu. Ertesi güne iş dışında başka bir şeyi düşünerek başlamayı özledi.
Birinin onu sevmesini, sıcak bir göğüste dinlenmeyi, coşkulu kahkahalar atmayı
düşledi. Ortasında sabah ayazının dolandığı boş bir güvertenin iki ucunda, iki
insan! Neden olmasındı. Belki yarın da bu vapura binerdi. Belki bu kez içeride
yan yana oturur, çay bardaklarındaki limonları kaşıkla ezerken sohbet
ederlerdi. İsmi neydi acaba? Şu an bir önemi yoktu. Bir roman karakteri gibi yakın
ama o kadar da yabancı bu adama içinden nehirler akmıştı. Meraktan ötesiydi
sanki. İnanmıştı! İnanmak alışkın olanlar için en kolay şeydi.
Adam kalemini
defterin arasına koyup, defteri ayağıyla usulca oturduğu bankın altına ittirdi.
Başını gökyüzüne kaldırdı. Bir süre üzerinde tek bir bulut bile olmayan gri
boşluğu izledi. Sonra kadına baktı. Az önceki düşünceleri kulaklarıyla duymuş
gibiydi. Göz göze geldiler. Utanmıştı kadın. Ama bu kahverengisi parlak, iki
derin kuyu gibi duran gözlere bakmaktan kendini alamadı. Adamın ince dudakları
biraz daha kıvrıldı. Tanıdıklara, tanışıklara, sevilenlere bahşedilen koca bir
gülümseme ile ısındı ortalık. Adam yavaşça ayağa kalktı. Sıyırılan pantolonunun
paçalarını düzeltti. Hikâyenin böyle çabuk başlayacağını ummuyordu,
telaşlanmıştı. Kalbi çarpmaya, yanakları ısınmaya başladı.
Adam sağ
yanındaki denize baktı yine. Sonra yine gözlerine, gözlerinin taa içine derin
bir bakış attı. Ve çevik bir hareketle sağ elinle destek aldığı tırabzandan
kendini boşluğa fırlattı. Denizdi bu boşluk. Mavisi renkten renge girip insanı
baştan çıkaran ama aslında hain, puslu, acılı bir deniz…
Sonrasında
aşağıdan gelen bağırışlar, vapurun düdüğü, içeriden taşan meraklı insanlar,
denize atılan can yelekleri, uzanan halatlar… Donup kalmıştı. Etrafında
yaşananlar bulanık bir kâbus gibiydi. Ne kadar zaman geçmişti kim bilir? Sahil
güvenlik botları ve balık adamların gelmesinden kısa süre sonra vapur, bir
yolcu eksikle iskeleye doğru yol almaya devam etti. Yaşanan facia ile dirilen
insanlar, güvertede şu durumda yasak olmayacağını düşündükleri sigaralarını
yakmış, çabucak uydurdukları hikâyeleri birbirlerine anlatmaya başlamıştı.
Neyse ki kimse onu fark etmemiş, olayın tek tanığına sorular yönlendirmemişti.
İskele
babasına atılan halatla hayat normale döndü. İnsanlar isteksiz bir telaşla
vapurdan inmeye başladı. Güvertede kimse kalmadığında, ayağa kalkıp, kaskatı
kesilmiş bacaklarını zorlukla açtı. Adamın oturduğu yere gitti. Bankın altına
eğilip defteri aldı. Buza kesen deri kapağı elleriyle ısıttıktan sonra kalemin
olduğu sayfayı açtı. Henüz yarım saat önce karşısında oturan o adamın sıcak ve
canlı parmaklarının dokunduğu kalemi cebine atıp, resimdeki çizgileri yerine
oturmamış taze çizgilere baktı. Metal kutunun kapağından tanıyordu bu resmi. Kurşun
kalemle çalakalem yapılmıştı ama her çizgisi ezberlenmiş gibiydi. Starry Night.
Yıldızlı Gece.
Hande
Çiğdemoğlu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder