"Benim derin iç çekişlerim vardır, en olmaz yerinde telaşlandıran martıları, tam da bir şeyler kapmaya çalışırken bol köpüklü ve kavgalı bir denizin ortasından…" Ercan Kesal
Yüreğim gibiydin. Bir yanın kızdıkça köpüren, tepkisel ve
kavgalı, öteki yanın uyuyan okyanus kadar sessiz ve sakin. Bana, şarkı söyler
gibi usul usul akmaktaydı bir yanın, özgürlük kavgasında söylenen bir marş
kadar coşkuluydu öteki yanın. Kederimiz benziyordu birbirine. İkimizin hayatı da
zikzaklıydı. Bu karşıt duyguların,
hayatımda derin yaralar açtığı bir gerçekti.
Gençtim, toydum. Hikâyelerimizin bu kadar benzer oluşunun
farkında değildim. Cehaletin kol gezdiği bir yerde doğmuş olmanın dayanılmaz
ağırlığını yaşarken, bu yaşamın yarattığı katı kurallar “eksik etek” sayıyordu
beni.
Hayallerimin hiçbir kıymetinin olmadığı o dönemde, “okumak
istiyorum” demek, ölüm fermanımı imzalamaktı. Ya korkularıma yenik düşüp,
toplumun dayattığı kurallara baş eğecektim ya da hayallerimin peşinden
gidecektim. Elbette kendimce doğru olanı yaptım.
Babamın erken yaşta, üstelik benden yaşça büyük bir adamla, beni
evlendirme arzusunu kursağında bırakıp büyük bir şehre doğru yol aldım. Ardımda
gözü yaşlı bir anne, öfkeli bir baba ve beni saçma kurallarıyla yargılayan bir toplum
bırakarak…
Hiç kolay olmadı hayat mücadelem. Çok sıkıntılar yaşadım.
Avare gezdiğim, evsiz, yurtsuz kaldığım zamanlar oldu.
Doğduğum şehrin sokaklarında dolanıyorum. Belleğime çocukluğumun dünyası takılıyor. Asi dışındaki
anılarım ve mekânlar, öyle yabancılaşmış ki bana, şaşkınlık içinde
kalıyorum. Ama Asi Nehri var ya, o hep
tanıdık ve samimi. En yakın dostum, sırdaşım. Kimsecikler yokken, kıyısına geliyor,
onunla söyleşiyorum. Beni anımsıyor, anlıyor. “Çok çekmişsin” der gibi, bakarak
gülümsüyor bana. Sakinleştiricileri almışsam, süt liman kıvamında seyre
dalıyorum onu. O da aynı sakinlikte süzüyor beni. Eğer ilaç saatimi
kaçırmışsam, deli gibi kıyısında koşmaya başlıyorum. Ama ne koşuş! Dakikalarca,
nefes nefese kalana dek, sürüyor bu koşu. Sonra durup, soluklanıyorum. Oturup
Asi’ye dikiyorum gözlerimi. Asi, hala beni sakince süzerek ve yüzüme gülerek,
“anlat” diyor bana Yine aynı kâbusun içindeyim. Duramıyorum yerimde. Bir de
yüreğime saplanan birkaç anı; kavga ve gürültüyle aldırdığım lastik
pabuçlarımın başına gelenler…
O zamanlar evimize yakın bir bahçe vardı. Aklınıza hangi
yemiş gelirse, o bahçede bulunurdu; nar, üzüm, elma, armut, portakal vs. En çok
eylül zamanını iple çekerdim. Çünkü yer fıstığı yetişirdi o bahçede. Ben dört
gözle o zamanların gelmesini beklerdim. Yemyeşil bir renge bürünürdü bahçe ve
fıstığın toplanma zamanında, taa uzaktan kokusunu duyumsardık. Mahallenin bütün
çocuklarının gözü o bahçede olurdu. Sahibinden istemek aklımızın ucundan
geçmezdi. Hayatımda tanıdığım en sert adamdı. Cüssesi bile korkmamıza yeterdi.
Hele bir sesi vardı ki! Borazan hafif kalırdı yanında. Gelişini ve gidişini nöbetleşe gözlerdik, bahçeye yakın bir
yerde. Günlük kontrollerini hep aynı saatte yapardı. Midedeki gazını geğire
geğire çıkarışının ve ardından ağız dolusu tükürüğü saçışının sesini duyardık. Böylece
gelişini uzaktan anlardık. Sesimizi kısar, çalıların arkasından geçişini
izlerdik. Bazen başının arkasında bile gözlerinin olduğunu düşünürdük. Sadece
önünü değil, arkasını da görüyormuş gibi gelirdi. Derken bahçesinin dört bir
yanını gezer, bir şey eksilmiş mi diye dikkatlice inceler, geldiği gibi de
giderdi.
Sonrası bizim için düğün, bayramdı. Bahçeye dalar, o
mevsimde ne varsa yolar, büyük bir iştahla yerdik. Sonra, ters akan ve adı gibi
Asi olan nehrin kıyısında oturur, ayaklarımızı buz gibi akan suya sokarak, hayallere
dalardık.
Yokluk zamanları. Çoğumuzun
ayaklarında terlik. Renkli lastik ayakkabı lüks. Aylarca dil dökerdik
aldırabilmek için. Havalı havalı giymek de ayrı bir ayrıcalıktı. Fazla suya
basmadan, çamura bulamadan, olabildiğince kuru yerlerden yürümeye özen
gösterirdik.
Lastik ayakkabım, fıstık tarlası, anılarım ve çocukluğum.
Hepsi benim dünyamda anlamlı ve önemli.
Günlerden bir gün, yine mahalleden arkadaşlarla sözleştik.
Gölgesinden bile korktuğumuz komşu adamın bahçesine gireceğiz. Fıstığın son
demleri. Tadı daha da güzelleşmişti. Bir ulaşabilsek, toprağını eşeleyebilsek,
kim bilir neler çıkacak altından. Bunun hayaliyle bahçeye birkaç arkadaş
daldık. Bir önceki günün akşamında da yağmur yağmış. Toprak hafif çamurlu ve
nem kokuyor. Ayağıma geçirdiğim lastik ayakkabı da benim için çok kıymetli. Kirlenirse
annem azarlayacak. O telaş ve korkuyla, bahçeye tam dalıyorduk ki;
“Ne yapıyorsunuz bahçemde?”
Hepimiz donduk. Hareket etmek bir yana, nefesimiz kesildi
korkudan. Eline geçirirse dayaktan kırıp geçirebilirdi. Eyvallahı yoktu bu
konuda. Daha önce dayağını yemiş olanlar, korkudan, bahçesinin elli metre
yakınından geçemiyordu.
Derken, içimizden gözü kara bir arkadaşın:
“Koşun!” diyen sesiyle, adeta uçar gibi nehrin kenarına doğru
kaçmaya başladık.
Beklenmeyen bir şey oldu. Can havliyle kaçarken, plastik
ayakkabım ayağımdan çıktı ve nehrin kenarında kaldı. Suya ha düştü, ha düşecek.
Etrafımda kimse yok. Herkes çil yavrusu gibi dağılmıştı. Dursam, adamın nefesini
arkamda hissediyorum, tuttuğu gibi nehre atabilir. Durmasam lastik ayakkabımdan
mahrum olabilir, okula yalın ayak veya terlikle gitmek zorunda kalabilirim.
Işık hızıyla seçimimi yaptım. Lastik ayakkabımı nehrin kenarında bırakıp, var
gücümle koşmaya başladım. Ara ara, göz ucuyla arkama bakıyorum. Geliyor adam. İçimden
dua ediyorum, ayağı bir yere takılsın, düşsün, ben de zaman kazanayım diye. Bu
arada, arkadaşların “koş, daha hızlı koş” diye bağıran sesleri çınlıyor
kulağımda. Bir yandan, korku, heyecan ve telaş içinde kaçıyor, bir yandan da
arkamı kolluyorum. O da ne? Adam koşmaktan yorulmuş olacak ki, diz çökmüş,
duruyor. Epeyce rahatladım. Adamın,
arkamızdan homurdanarak, söve söve gidişi, görülmeye değerdi!
Aradan epey bir zaman geçti. Adamın gittiğinden iyice emin
olduktan sonra, ayakkabımı bıraktığım yere gittim. Bir de ne göreyim! Yerinde
yeller esiyor. Geceden yağan yağmurun etkisiyle nehir suyu yükselmiş ve lastik
ayakkabımı bilinmeyen bir yere sürüklemişti. Arkasından uzun bir süre ağladım.
Şimdi bile, tam olarak neye ağladığımı bilmiyorum. O zorba komşunun bahçesinden,
çok sevdiğim yer fıstığını alamayışıma mı, lastik ayakkabımı nehrin suyuna
kaptırışıma mı, yoksa günlerce okula terlikle gitmek zorunda kalışıma mı?
Anımsadıkça, hâlâ aklımda asılı duran bu sorular, yüreğimin
yarıklarından sızarak yanıt ararlar…
Selma
Sayar
Yazım fena değil de öyküde bütünlük göremedim.
YanıtlaSil