BÜYÜLÜ
HARE
Bir varmış, bir yokmuş. Varların içindeki
yoklar, denizdeki kum taneleri, yokların içindeki varlar, gökyüzündeki
yıldızlar kadarmış. Uzak mı uzak bir diyarda, kimselerin bilmediği bir ülke
varmış. Kimseler bilmezmiş çünkü bu ülke dünyanın sonu denilen bir sınırın
ötesindeymiş. Hare biçimindeki bu sınır, uzaktan bir hayal gibi görünürmüş.
İçinde yeşil, mor, pembe renklerin oynaştığı bu hare, sıcak günlerde alevlenen
bir serap gibi titrermiş. Uzaktan görünüşü göz kamaştırıcı olsa da yaklaşanın
aklını bulandırır, gözünü kör eder, tenini yakarmış. Bu hareden içeri girmek
isteyen olmamış mı? Elbette olmuş. Ama deneyen ilk kişi, adımını atmasıyla
birlikte ufak tozlara bölünüp, içeri çekilmiş. Bunu gözleriyle görenler, aklını
yitirmeden önce olan biteni herkese anlatmış. Böylece bir daha kimse buraya
yaklaşmamış.
Gözyaşının çok, gülümsemenin az olduğu
sınırın bu tarafındaki ülkede yaşamak zormuş. Yemek, toprak, kıskançlık ve anlamsız
pek çok sebep yüzünden insanlar can yakmaktan çekinmezmiş. Kavgalar ve
savaşlarla çevrili bir yerde mutluluk olur mu? Yokmuş tabii. Sevgi, hele ki
aşk, mumla aransa bulunmazmış. Günlerini günlere huzursuzca ekleyen insanlar, o
büyülü sınırı dünyanın sonu olarak kabul etmiş. Ötesinde ne olduğunu merak edip
yanmaktansa hiçbir şey olmadığına inanmak daha iyiymiş. Öyle de olmuş.
Diğer tarafta da durum bundan farklı
değilmiş. Aynı güzellikte bir hare o ülkeyi de çevrelemiş. Halk, ülkelerini
koca bir hareyle koskoca dünyadan ayırıp, onları görünmez kılan büyüden
habersiz yaşayıp gidiyormuş. Çünkü binlerce mevsim önce bu büyünün yapıldığını
görenler, korkularından bildiklerini de unutmuşlar. Herkes muhteşem görünen bu
hareyi dünyanın sonu kabul etmiş. Bu ülkenin insanları, hallerinden öyle
memnunmuş ki, neşeyle ve coşkuyla yaşarken harenin ardı onları hiç mi hiç
meraklandırmazmış.
Heybetli şelalelerin, bin bir renkli
çiçeklerin, uçsuz bucaksız vadilerin ve bereketli toprakların olduğu bir
ülkeymiş orası. Berrak göllerdeki balıklarla, yeşil tarlalardan fışkıran
mahsullerle doyan insanlar konuşmayı, şarkı söylemeyi ve dans etmeyi severmiş.
Değil savaş, kavga bile çıkmazmış orada. İnsanlar, sadece birbirlerini değil,
kuşundan böceğine, ağacından çiçeğine kadar her şeyi sevgiyle kucaklarmış.
Adalet, herkesin göğsünde bir nişan gibi asılı dururmuş. Böylece kimse kimsenin
canını yakmaz, birbirine haksızlık etmezmiş. Üstelik, ülkedeki herkes hayatını
aşık olarak geçirirmiş. Çocuklardan yaşlılara, hayvanlardan çiçeklere kadar
herkes aşkla doluymuş. Tıpkı geniş vadilerde açan çiçekler gibi aşkın da bin
bir hali ülkenin üzerini örtmüş. Böylece her sabah taze bir coşkuyla başlar, her
gece pırıldayarak bitermiş.
O ülkede mutsuz olan bir tek kişi varmış.
Beline kadar dökülen ateş sarısı saçları, ışıl ışıl gözleriyle göreni kendisine
hayran bırakan bir kızın kalbi mutsuzlukla boğuluyor, yüzündeki gülümseme
günden güne siliniyormuş. Çünkü yaşıtlarının kırmızı yanaklı çocuklara sahip
olduğu yaşa gelmiş ama aşk onun kalbine henüz uğramamış. Etrafta birbirine
tutkulu gözlerle bakan çiftleri, gölde oynaşan balıkları, bahçelerde birlikte
salınan çiçekleri gördükçe kızın içindeki boşluk büyüyor, kederi artıyormuş.
Üzerine her sabah aşkın ışıltısı doğan bir yerde, bu duygudan yoksun yaşamak,
nefes alamamak gibiymiş. Öyle ki, gün
gelmiş hiçbir şeyden zevk almaz olmuş. Onun için, gökyüzü gri, denizler
sarıymış artık. Elmalar, turunçlar, hatta üzümler bile susuz, yattığı pamuk
yataklar sert, okuduğu kitapların harfleri silikmiş. Bu durum etrafındakileri
çok üzüyormuş. Ama kimsenin elinden bir şey gelmezmiş. Çünkü aşk, herkesin
kendi yazdığı bir masalmış. Bir insanın kalbindeki ve aklındaki tüller
yeterince açık değilse kim ne yaparsa yapsın aşka tutulamazmış.
Bir gece, yine huzursuz bir uykudayken, gün
gibi canlı bir rüya görmüş kız. Upuzun kuyruğunda ışıltılı renkler olan bir
kuş, görkemli kanatlarıyla uçuyormuş. Kuş, üzerinde tam yedi tur attıktan
sonra, usulca yanına konmuş. Ve kıza, dünyada onlara benzeyen ve benzemeyen
insanların yaşadığı başka ülkeler de bulunduğunu söylemiş. Kuş, tül
yumuşaklığındaki kanatlarıyla kızın göğsüne dokunmuş. “Senin aşkın, o buğulu
harenin diğer tarafında. Git ve kalbindeki boşluğu doldur!” diyerek havalanmış.
Kız, gözünü açtığında güneş yeni doğuyormuş.
Uzun zaman sonra ilk kez gülümsemiş. Rüyasını kimseye anlatmadan ve kimseye
haber vermeden atına binmiş, dörtnala büyülü sınıra doğru yol almış. Saatler
süren yol, ona bir an gibi gelmiş. Sınıra yaklaştığında kalbi heyecanla
atıyormuş. Önünde yükselen muazzam hare, yukarıdan aşağıya, soldan sağa doğru
akan bir nehir gibi kımıldıyormuş. Gördüğü renkler ile sarhoş olmuş kız.
Atından inmiş. Yalpalayarak titreyen buğulu renklere doğru yürümeye başlamış.
Hareye yaklaştıkça gücü azalmış, ayaklarını
sürüyemez, gözlerini açamaz olmuş. Öyle bir noktaya gelmiş ki yüzüne vuran
sıcak, kirpiklerini yakmış, saçlarını kavurmuş. Ama bunlar onu caydırmamış.
“Hiçbir şey aşksız yaşamak kadar acı veremez.” diye fısıldamış kendi kendine ve
var gücüyle hareye doğru koşmuş. Birkaç adım sonra kendini uçuyor gibi
hissetmiş. Öyle hafif, öyle hızlıymış. Aslında havalanan, kızın binlerce
parçaya ayrılan tozlarıymış. Ama kız bunun farkında değilmiş. Tozlar, harenin
içine girdiğinde, bir araya gelerek tekrar kızın bedenini birleştirmiş.
Üç gün üç gece uyumuş kız. Gözlerini
açtığında yıldızların, ayın ve güneşin aynı anda pırıl pırıl parladığı yeşil
bir gökyüzünün altında yatıyormuş. Üzerinde uyuduğu yumuşacık toprak, daha önce
hiç görmediği renklerde çiçeklerle bezeliymiş. Heyecanla doğrulup sağına soluna
bakmış. Burası başı ve sonu görünmeyen dar bir koridora benziyormuş. Buğulu
hare artık yakmıyor, ama aynı güzellikte önünde ve arkasında süzülüyormuş.
Kalkıp yürümeye başlamış. Ayakları mor bir kadifeyi andıran toprağa bir
değiyor, bir değmiyormuş. Uçar gibi süzülüp saatlerce yol almış kız. Ağaçlardan
yükselen kokular başını döndürüyor, topladığı rengârenk yemişlerin tadı
dişlerini kamaştırıyormuş. Burası öyle güzel, öyle büyülü bir yermiş ki,
harenin diğer tarafına geçip aşkını bulmak konusunda kararsız kalmış. Burada
tek başına ömrünün sonuna dek yaşayabilirmiş.
Gökyüzü yeşilden koyu kırmızıya döndüğünde
gece olduğunu anlamış kız. Etrafı mavi yosunlarla kaplı, içinden deniz kokusu
gelen bir mağara görünce, geceyi burada geçirmeye karar vermiş. Usulca adımını
içeri atmış. Burada yalnız olmadığını karşısında şaşkınlıktan donakalmış adamı
görünce anlamış. Hemen hemen kendi yaşlarında, uzun boylu, simsiyah saçlı,
çelik bakışlı bu adamı ilk kez görmesine rağmen onu tanıyor gibi hissetmiş.
Adam da bu büyülü yerde, o kadar uzun zamandır yalnızmış ki, tekrar bir insan
görmeyi artık hiç beklemiyormuş.
İki genç, bir süre hiçbir şey söylemeden
birbirlerine bakmışlar. Kalp çarpıntıları mağaranın duvarlarını çınlatmış,
başlarını saran alev etrafı ısıtmış. O gece, yaktıkları eflatun ateşin
etrafında durmadan konuşmuşlar. Kendi dünyalarından bahsetmiş, kendi
hikâyelerini tekrar tekrar anlatmışlar. Sonra kalpleri birbirlerine yaklaşmış,
elleri, saçları, kokuları birbirine karışmış. Sabah olduğunda, yüzlerindeki
gülümseme her yeri ışıtıyormuş. Öyle heyecanlı ve mutlularmış ki, hayatlarını
burada birlikte geçirmeye karar vermişler.
Günler günleri, aylar ayları kovalamış. Kendi
dünyalarından kaçıp cesaretle geldikleri bu büyülü koridorda karşılaşan iki
genç, kendilerine aşkla dolu bir hayat kurmuş. Deniz kokulu mağaraları,
kendiliğinden biten mahsulleri, gökyüzündeki ışık oyunları, her şey çok
güzelmiş. Ama ne uğraşacakları bir iş, ne uğruna çabaladıkları bir amaçları
varmış. Birbirlerini çok sevseler de birlikte kurdukları bir hayalleri olmamış
hiç.
Gel zaman git zaman aşıkların coşkuları
azalmış, heyecanları kurumuş. Kendi ülkesinde kavga nedir bilmeyen kız, çok çabuk almış öfkenin zehirli tadını. Sevgi
dolu kalbi de zamanla kin ve nefretle dolmuş. Daha önce hayran oldukları hiçbir
şey, artık gözlerine güzel gelmiyormuş. İkisi de uzun zaman önce ayrıldıkları
kendi dünyalarını özlüyormuş. Kız, kendi ülkesindeki neşeli kalabalıklardan,
diğeri atıyla diyar diyar gezmekten başka bir şey düşünemez olmuş.
Bir gün öylesine şiddetli bir kavgaya
tutuşmuşlar ki, ağızlarından çıkan nefret dolu sözler birbirine dolanan
dikenlere dönüşmüş. Hızla yol alan bu dikenler büyüdükçe büyümüş, sivrileştikçe
sivrileşmiş. Bu diken sarmalı, koridorun iki yanında uzanan hareye doğru hızla
yol alıp, onu hoyratça delmiş. Harenin renkleri bir bir silinirken, buğusu
azalmış. Kısa bir süre sonra ise tamamen kaybolmuş. Böylece, o zamana kadar
yaşadıkları muhteşem bu yer büyüsünü kaybetmiş. Kuru topraklı, gri bulutlu bir
yermiş artık burası.
Yaşadıkları ile dehşete kapılan aşıklar
korkuyla birbirine sarılmış, nefesleri yakınlaşınca kalpleri yumuşamış. Ama
artık olan olmuş. Dünyanın kötülüğünden uzak kalan son yeri korumak için
yapılmış bu büyü, aşkta öfkenin galip gelmesi ile bozulmuş.
Hande
Çiğdemoğlu
hande.cigdemoglu@gmail.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder