Büyüklere Masallar / Büyülü Hare - Hande Çiğdemoğlu - Sevdalım Hayat
Büyüklere Masallar / Büyülü Hare - Hande Çiğdemoğlu

Büyüklere Masallar / Büyülü Hare - Hande Çiğdemoğlu

Paylaş

 BÜYÜKLERE MASALLAR 1
BÜYÜLÜ HARE
Bir varmış, bir yokmuş. Varların içindeki yoklar, denizdeki kum taneleri, yokların içindeki varlar, gökyüzündeki yıldızlar kadarmış. Uzak mı uzak bir diyarda, kimselerin bilmediği bir ülke varmış. Kimseler bilmezmiş çünkü bu ülke dünyanın sonu denilen bir sınırın ötesindeymiş. Hare biçimindeki bu sınır, uzaktan bir hayal gibi görünürmüş. İçinde yeşil, mor, pembe renklerin oynaştığı bu hare, sıcak günlerde alevlenen bir serap gibi titrermiş. Uzaktan görünüşü göz kamaştırıcı olsa da yaklaşanın aklını bulandırır, gözünü kör eder, tenini yakarmış. Bu hareden içeri girmek isteyen olmamış mı? Elbette olmuş. Ama deneyen ilk kişi, adımını atmasıyla birlikte ufak tozlara bölünüp, içeri çekilmiş. Bunu gözleriyle görenler, aklını yitirmeden önce olan biteni herkese anlatmış. Böylece bir daha kimse buraya yaklaşmamış.

Gözyaşının çok, gülümsemenin az olduğu sınırın bu tarafındaki ülkede yaşamak zormuş. Yemek, toprak, kıskançlık ve anlamsız pek çok sebep yüzünden insanlar can yakmaktan çekinmezmiş. Kavgalar ve savaşlarla çevrili bir yerde mutluluk olur mu? Yokmuş tabii. Sevgi, hele ki aşk, mumla aransa bulunmazmış. Günlerini günlere huzursuzca ekleyen insanlar, o büyülü sınırı dünyanın sonu olarak kabul etmiş. Ötesinde ne olduğunu merak edip yanmaktansa hiçbir şey olmadığına inanmak daha iyiymiş. Öyle de olmuş.

Diğer tarafta da durum bundan farklı değilmiş. Aynı güzellikte bir hare o ülkeyi de çevrelemiş. Halk, ülkelerini koca bir hareyle koskoca dünyadan ayırıp, onları görünmez kılan büyüden habersiz yaşayıp gidiyormuş. Çünkü binlerce mevsim önce bu büyünün yapıldığını görenler, korkularından bildiklerini de unutmuşlar. Herkes muhteşem görünen bu hareyi dünyanın sonu kabul etmiş. Bu ülkenin insanları, hallerinden öyle memnunmuş ki, neşeyle ve coşkuyla yaşarken harenin ardı onları hiç mi hiç meraklandırmazmış.

Heybetli şelalelerin, bin bir renkli çiçeklerin, uçsuz bucaksız vadilerin ve bereketli toprakların olduğu bir ülkeymiş orası. Berrak göllerdeki balıklarla, yeşil tarlalardan fışkıran mahsullerle doyan insanlar konuşmayı, şarkı söylemeyi ve dans etmeyi severmiş. Değil savaş, kavga bile çıkmazmış orada. İnsanlar, sadece birbirlerini değil, kuşundan böceğine, ağacından çiçeğine kadar her şeyi sevgiyle kucaklarmış. Adalet, herkesin göğsünde bir nişan gibi asılı dururmuş. Böylece kimse kimsenin canını yakmaz, birbirine haksızlık etmezmiş. Üstelik, ülkedeki herkes hayatını aşık olarak geçirirmiş. Çocuklardan yaşlılara, hayvanlardan çiçeklere kadar herkes aşkla doluymuş. Tıpkı geniş vadilerde açan çiçekler gibi aşkın da bin bir hali ülkenin üzerini örtmüş. Böylece her sabah taze bir coşkuyla başlar, her gece pırıldayarak bitermiş.

O ülkede mutsuz olan bir tek kişi varmış. Beline kadar dökülen ateş sarısı saçları, ışıl ışıl gözleriyle göreni kendisine hayran bırakan bir kızın kalbi mutsuzlukla boğuluyor, yüzündeki gülümseme günden güne siliniyormuş. Çünkü yaşıtlarının kırmızı yanaklı çocuklara sahip olduğu yaşa gelmiş ama aşk onun kalbine henüz uğramamış. Etrafta birbirine tutkulu gözlerle bakan çiftleri, gölde oynaşan balıkları, bahçelerde birlikte salınan çiçekleri gördükçe kızın içindeki boşluk büyüyor, kederi artıyormuş. Üzerine her sabah aşkın ışıltısı doğan bir yerde, bu duygudan yoksun yaşamak, nefes alamamak gibiymiş.  Öyle ki, gün gelmiş hiçbir şeyden zevk almaz olmuş. Onun için, gökyüzü gri, denizler sarıymış artık. Elmalar, turunçlar, hatta üzümler bile susuz, yattığı pamuk yataklar sert, okuduğu kitapların harfleri silikmiş. Bu durum etrafındakileri çok üzüyormuş. Ama kimsenin elinden bir şey gelmezmiş. Çünkü aşk, herkesin kendi yazdığı bir masalmış. Bir insanın kalbindeki ve aklındaki tüller yeterince açık değilse kim ne yaparsa yapsın aşka tutulamazmış.

Bir gece, yine huzursuz bir uykudayken, gün gibi canlı bir rüya görmüş kız. Upuzun kuyruğunda ışıltılı renkler olan bir kuş, görkemli kanatlarıyla uçuyormuş. Kuş, üzerinde tam yedi tur attıktan sonra, usulca yanına konmuş. Ve kıza, dünyada onlara benzeyen ve benzemeyen insanların yaşadığı başka ülkeler de bulunduğunu söylemiş. Kuş, tül yumuşaklığındaki kanatlarıyla kızın göğsüne dokunmuş. “Senin aşkın, o buğulu harenin diğer tarafında. Git ve kalbindeki boşluğu doldur!” diyerek havalanmış.

Kız, gözünü açtığında güneş yeni doğuyormuş. Uzun zaman sonra ilk kez gülümsemiş. Rüyasını kimseye anlatmadan ve kimseye haber vermeden atına binmiş, dörtnala büyülü sınıra doğru yol almış. Saatler süren yol, ona bir an gibi gelmiş. Sınıra yaklaştığında kalbi heyecanla atıyormuş. Önünde yükselen muazzam hare, yukarıdan aşağıya, soldan sağa doğru akan bir nehir gibi kımıldıyormuş. Gördüğü renkler ile sarhoş olmuş kız. Atından inmiş. Yalpalayarak titreyen buğulu renklere doğru yürümeye başlamış.

Hareye yaklaştıkça gücü azalmış, ayaklarını sürüyemez, gözlerini açamaz olmuş. Öyle bir noktaya gelmiş ki yüzüne vuran sıcak, kirpiklerini yakmış, saçlarını kavurmuş. Ama bunlar onu caydırmamış. “Hiçbir şey aşksız yaşamak kadar acı veremez.” diye fısıldamış kendi kendine ve var gücüyle hareye doğru koşmuş. Birkaç adım sonra kendini uçuyor gibi hissetmiş. Öyle hafif, öyle hızlıymış. Aslında havalanan, kızın binlerce parçaya ayrılan tozlarıymış. Ama kız bunun farkında değilmiş. Tozlar, harenin içine girdiğinde, bir araya gelerek tekrar kızın bedenini birleştirmiş.

Üç gün üç gece uyumuş kız. Gözlerini açtığında yıldızların, ayın ve güneşin aynı anda pırıl pırıl parladığı yeşil bir gökyüzünün altında yatıyormuş. Üzerinde uyuduğu yumuşacık toprak, daha önce hiç görmediği renklerde çiçeklerle bezeliymiş. Heyecanla doğrulup sağına soluna bakmış. Burası başı ve sonu görünmeyen dar bir koridora benziyormuş. Buğulu hare artık yakmıyor, ama aynı güzellikte önünde ve arkasında süzülüyormuş. Kalkıp yürümeye başlamış. Ayakları mor bir kadifeyi andıran toprağa bir değiyor, bir değmiyormuş. Uçar gibi süzülüp saatlerce yol almış kız. Ağaçlardan yükselen kokular başını döndürüyor, topladığı rengârenk yemişlerin tadı dişlerini kamaştırıyormuş. Burası öyle güzel, öyle büyülü bir yermiş ki, harenin diğer tarafına geçip aşkını bulmak konusunda kararsız kalmış. Burada tek başına ömrünün sonuna dek yaşayabilirmiş.

Gökyüzü yeşilden koyu kırmızıya döndüğünde gece olduğunu anlamış kız. Etrafı mavi yosunlarla kaplı, içinden deniz kokusu gelen bir mağara görünce, geceyi burada geçirmeye karar vermiş. Usulca adımını içeri atmış. Burada yalnız olmadığını karşısında şaşkınlıktan donakalmış adamı görünce anlamış. Hemen hemen kendi yaşlarında, uzun boylu, simsiyah saçlı, çelik bakışlı bu adamı ilk kez görmesine rağmen onu tanıyor gibi hissetmiş. Adam da bu büyülü yerde, o kadar uzun zamandır yalnızmış ki, tekrar bir insan görmeyi artık hiç beklemiyormuş.

İki genç, bir süre hiçbir şey söylemeden birbirlerine bakmışlar. Kalp çarpıntıları mağaranın duvarlarını çınlatmış, başlarını saran alev etrafı ısıtmış. O gece, yaktıkları eflatun ateşin etrafında durmadan konuşmuşlar. Kendi dünyalarından bahsetmiş, kendi hikâyelerini tekrar tekrar anlatmışlar. Sonra kalpleri birbirlerine yaklaşmış, elleri, saçları, kokuları birbirine karışmış. Sabah olduğunda, yüzlerindeki gülümseme her yeri ışıtıyormuş. Öyle heyecanlı ve mutlularmış ki, hayatlarını burada birlikte geçirmeye karar vermişler.

Günler günleri, aylar ayları kovalamış. Kendi dünyalarından kaçıp cesaretle geldikleri bu büyülü koridorda karşılaşan iki genç, kendilerine aşkla dolu bir hayat kurmuş. Deniz kokulu mağaraları, kendiliğinden biten mahsulleri, gökyüzündeki ışık oyunları, her şey çok güzelmiş. Ama ne uğraşacakları bir iş, ne uğruna çabaladıkları bir amaçları varmış. Birbirlerini çok sevseler de birlikte kurdukları bir hayalleri olmamış hiç.

Gel zaman git zaman aşıkların coşkuları azalmış, heyecanları kurumuş. Kendi ülkesinde kavga nedir bilmeyen kız,  çok çabuk almış öfkenin zehirli tadını. Sevgi dolu kalbi de zamanla kin ve nefretle dolmuş. Daha önce hayran oldukları hiçbir şey, artık gözlerine güzel gelmiyormuş. İkisi de uzun zaman önce ayrıldıkları kendi dünyalarını özlüyormuş. Kız, kendi ülkesindeki neşeli kalabalıklardan, diğeri atıyla diyar diyar gezmekten başka bir şey düşünemez olmuş.

Bir gün öylesine şiddetli bir kavgaya tutuşmuşlar ki, ağızlarından çıkan nefret dolu sözler birbirine dolanan dikenlere dönüşmüş. Hızla yol alan bu dikenler büyüdükçe büyümüş, sivrileştikçe sivrileşmiş. Bu diken sarmalı, koridorun iki yanında uzanan hareye doğru hızla yol alıp, onu hoyratça delmiş. Harenin renkleri bir bir silinirken, buğusu azalmış. Kısa bir süre sonra ise tamamen kaybolmuş. Böylece, o zamana kadar yaşadıkları muhteşem bu yer büyüsünü kaybetmiş. Kuru topraklı, gri bulutlu bir yermiş artık burası.

Yaşadıkları ile dehşete kapılan aşıklar korkuyla birbirine sarılmış, nefesleri yakınlaşınca kalpleri yumuşamış. Ama artık olan olmuş. Dünyanın kötülüğünden uzak kalan son yeri korumak için yapılmış bu büyü, aşkta öfkenin galip gelmesi ile bozulmuş.

Hande Çiğdemoğlu
hande.cigdemoglu@gmail.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder