Nimet’in
Hapları
Yüksek bir yerden halkımı selamlıyorum. Küçük
birer figür gibi gördüğüm binlerce insan tezahürat ederek, alkışlayarak
selamımı karşılıyor. Yüzlerini seçebildiklerimde müthiş bir hayranlık ve sevgi
ifadesi var. Neden sevdiler beni böyle acaba? Kayıp krallıklarına gelen bir
yabancının, yanardağlarının yuttuğu krallarının yerine geçmesini nasıl böyle
çarçabuk kabullendiler? Belki de benim onları görünür hatta bulunur hale
getireceğime inanmışlardır. Kim var olduğu halde yokmuş ya da en fazla
efsaneymiş gibi yaşamayı ister ki!
Burası muhteşem bir yer. Turuncu gökyüzüne
yükselen yapraksız ulu ağaçlar, taştan evler, ürünleriyle coşmuş mor tarlalar,
hepsi birer masal kahramanını andıran güzel insanlar var. Heybetli olduğu kadar
vahşi görünen bu dağın varılabilen en yüksek yerindeki sarayda yaşayacağım
demek artık. Buna sahip olmak için ne yaptım bilmiyorum. Çok da merak etmiyorum
hani. Kraliçe olmakta ne var. Danışmanları falan vardır herhalde. Gerçi
planladığım şeyler de var tabi. Öncelikle buranın adını mı değiştirsem? Etnantis nedir yahu! Kayıp Yanardağ Krallığı.
Özenti bir çizgi film adına benziyor. Neyse bunu sonra düşünürüm. Birazdan taç
giyme töreni başlayacak.
Kendimi görüyorum birden. Gerçekten bu kadar
güzel miyim? Uzun kahverengi saçlarım ateş kızılı iplerle örülmüş. Üzerimdeki
uzun elbisenin eteklerinde rengârenk değerli taşlar parıldıyor. Kuğu gibi
uzanan kollarımla dans eder gibi selamlıyorum halkımı.
Peki ya kilolarım nerde? Hani şu korselerle
sıkıştırdığım karnım, portakal kabuklu bacaklarım, şallarla örttüğüm tombul
kollarım. Hiç biri yok. İncecik, zarif yani mükemmel bir kadınım. Ve de mutlu.
İnsan bu kadar zayıf ve güzel olursa mutlu olur tabi. Bir anda coşkun bir alkış
kopuyor, sonrasında herkes yere kapaklanıyor. Söylediklerini pek anlamıyorum ama
“Kraliçem çok yaşa!” gibi bir şey olmalı herhalde. Başımda alev alev parlayan
tacın ağırlığını hissediyorum. Allah’ım ne kadar da mutluyum. Şu anda önceki
krala ne olduğunu düşünecek değilim, yanardağın kalbine bu kadar yakın olmanın
korkusunu taşımayı da sonraya bıraktım. Bu alkışların tadını çıkarmalıyım.
*
“Nimet Hanım, Nimet Hanım. Beni duyabiliyor
musunuz?”
Nimet mi? Böyle kraliçe adı mı olur? Kraliçesine
böyle seslenen hadsiz de kim? Gözlerimi zorla aralıyorum. Kıvırcık saçlı,
gençten bir hemşire bu. Üzerime eğilip, sevecen gözlerle bana bakıyor.
“Hah, Nimet Hanım uyandınız mı? Nasılsınız?”
“Ne oldu bana, neredeyim?”
Hemen kollarıma bakıyorum. Serum hortumuyla
birlikte kalkan kollarım hala semiz birer hayvan buduna benziyor. Çarşafı
açıyorum. Katmerli göbeğimden bacaklarım görünmüyor yine. Allah’ım olamaz. Yine
şişmanım, yine çirkin.
Kendimi bildim bileli böyleyim. Tombul bir
bebekken herkesin beni sevdiği zamanlar, hariç hayatımın bütün dönemleri
kilolarımın gölgesinde geçti. İlkokulda şişman bacaklarıma dar gelen külotlu
çorabımın ağını yukarı çekemediğim için koşu yarışmasında sonuncu oldum mesela.
Müsamerelerde hiç pamuk prenses ya da esas çocuk olamadım. Üzerine yapraklar
yapışmış bir ağaç, bazen gözlerinin altı boyanmış bir panda, bazen de cücelerin
en şişmanı. Oysa kendiminkilerle birlikte tüm rolleri ezbere bilirdim. Hiçbir
zaman Nimet olmadım ki ben. Şişko Nimet, Minik Kuş, İrikıyım. Bana takılan
pervasız lakaplar, tüm kişisel özelliklerimin, yeteneklerimin önündeki bayrakta
koca harflerle yazılıydı.
Bütün çocuklar coşkulu kırıntılar saçarken,
önünden kurabiyesi alınmış çocuktum ben. “Kızım çok yeme amaa.” Hele kalabalık
sofralar yok mu? Herkesten yavaş yediğim için herkesten çok yediğimin
sanıldığı, büyük küçük herkesin lokmalarımı saydığı o sofralar. Hayatım boyunca
yiyecekleri düşman olarak gördüm. Her bir lokma benim çirkinliğime bir tuğla
daha örüyordu. Ama nefret ettikçe daha da tutkuyla bağlandım. Arsız bir narkoz
etkisinde yediğim yemekler, o anda müthiş bir zevk veriyordu vermesine ama
sonrasındaki pişmanlık, en vahşi suçlardan sonra yaşananlara denkti.
Diyet çeşitlerinin hepsini ezbere bilirdim.
İsimleri değişse de benim yapmaya çalıştıklarım genelde ancak pazartesiden
perşembeye ilerleyen, bir kızgınlık ve küskünlük bahanesiyle bozulmaya hazır
programlar oldu hep. Spor desen, yürüyüş ve parklardaki spor aletlerinde
yapılan üç beş hareketten sonra, fırından yeni çıkmış poğaça ve şekerli çayla
yapılan kahvaltılarla bitti. Ne yaptıysam olmadı.
Şişman bir genç kız olmaktan daha zor olan az
şey vardır bu hayatta. Hiç erkek arkadaşım olmadı. Çünkü bana çıkma teklif
edecek bir babayiğit henüz dünyaya gelmemişti. Askılı bluzları, mini etekleri
üzerinde salınan incecik kızlar varken, büyük beden erkek tişörtleriyle koca
kıçını örtmeye çalışan, kırmızı yanaklı Nimet’i kim ne yapsındı? Üniversite
sınavında küçük bir ilkokul sırasına sığamadığımdan dağılmaya hazır dikkatim
derbeder oldu ve istediğim yeri kazanamadım. İyice eve kapandım. Bir senem
televizyondaki mankenleri, şarkıcıları izleyip hırsla cips yemekle geçti.
Üniversiteden de vazgeçmiştim. Zaten sınavı kazanamıyordum. Hoş üniversiteye
gitsem ne olacaktı? Orada bıyık altından gülmeli bakışlar olmayacak mıydı,
sığılmayan kantin sandalyeleri, çıkılamayan yurt ranzaları! Mezun olsaydım ne
olurdu sanki? Tiyatrocu olmama zaten bizimkiler izin vermedi de hani işletme
falan okusaydım. Ne bileyim bankacı olsaydım mesela. Mesai boyunca bir şey
yemeden nasıl durulabilirdi? Birbirine zor kavuşan kollarımla para mı
sayacaktım? Terden pişik olan bacaklarımı hangi masanın altına sığdıracaktım?
İnsan içine karışmadan şu evin içinde yaşamak, hatta bir an evvel ölmek en
iyisiydi. Evlilik ise hayaldi tabi.
Ama bir gün o inanılmaz haber geldi. Babamın
uzak bir akrabasının oğlu için görücüye geleceklerdi bana. Kim olduğunun, nasıl
biri olduğunun önemi yoktu benim için.
Hemen hepsi evlenmiş hatta çocuk doğurmuş arkadaşlarıma karşı atılacak
bu golü kaçıramazdım. Yüzükler takılıp nikâh hazırlıklarına başladığımızda içim
daha da rahatlamıştı.
Bana benziyordu Uğur. Benden daha kilolu
olmasına rağmen kendiyle barışıktı. Komikti de. Buluştuğumuz zamanlarda
özellikle kilolarımızla ilgili şakalar yapıp beni güldürmeyi başarırdı. Konu
komşu şaşkınlıkla hasetlendiler. Şişko Nimet mühendise gidecekti ha? Oh
olsundu.
Evliliğimizin ilk yılları beklediğimden de
güzeldi. Uğur sevecen ve eğlenceli bir adamdı. Ben özenle onun sevdiği
yemekleri yapardım. Akşam keyifle yemeğimizi yer, sonrasında kanepelere yayılıp
korku filmleri izlerdik. Tabi demlenen çayın yanında mutlaka kekler,
kurabiyeler olurdu. Hafta sonları kahvaltılara gider, en yeni lokantaların ilk
müşterileri biz olurduk. Onun yanında yemek yemekten utanmazdım. “Evet
sağlığımız için şu fazlalıklardan kurtulsak iyi olur ama derdin dış görünüş ise
orda dur.” derdi. “Güzelliği ölçü birimlerine zincirleyen düzene tüküreyim. Sen
şu bal gözlerine, pırıldayan saçlarına, mermer gibi tenine bir baksana.
Güzellikse al sana güzellik.” diye ekler, yüzümü güldürürdü.
Hayatımda ilk kez kilolarımı dert etmez
haldeydim. Mutluyduk. Ne zaman ki o ayrılık girdi araya, masal bozuldu. Uğur
bir yıl süreyle Uzakdoğu’da bir ülkede çalışmaya gitti. Geri döndüğünde ise
bambaşka biriydi. Tüm fazla kilolarından kurtulmuştu. Önceleri oradaki
yemekleri yiyememiş sonra da bunu fırsat bilerek profesyonel bir diyet
yapmıştı. Sürpriz yapmak için de bunu bana söylememişti. Azmine ve bu yeni
görünüşüne gerçekten hayran olmuştum. Ama değişen sadece görüntüsü değildi ne
yazık ki. Kibirli ve ukala bir adamdı eve dönen. Ben ise aynıydım. Şarkı
söylemeye bayılan, neşeli ve de sabırlı şişko Nimet.
Zamanla Uğur beni beğenmemeye başladı.
Eleştirdiği düzenin filinta gibi bir parçası oluvermişti artık. Evet, bunu hiç
dile getirmemişti ama ben fark ediyordum. Yemekte salatasını yerken benim
önümdeki makarnaya attığı yargılayıcı bakışından, televizyondaki meleklerin
yürüyüşünü huşu içinde izlerken önünden elimde çayla geçmemi sabırsızca
beklemesinden, bana bakmaktan kaçınmasından. Hatta son zamanlarda salonda
yatmaya başlamıştı. “Uyuyakalmışım” falan diyordu ama ben anlıyordum. Benimle
yatmak istemiyordu artık. O zayıfladığı için benim gibi de horlamıyordu tabi,
rahatsız olması normaldi. Zaten eve de geç gelmeye başlamış, gece
arkadaşlarıyla sıkça program yapar olmuştu.
O hafta sonu şirketlerinin yılsonu yemeği vardı.
Beni götürmemek için sudan bir sebepten tartışma çıkarmış, program eşli olduğu
halde yemeğe yalnız gitmişti. Benden utandığını söyleyecek kadar cesur değildi
henüz. O gece, internette gördüm Etna’nın reklamını. Öncesi ve sonrasını
gösterdikleri kadınlardaki kısa süredeki değişim hayret vericiydi. Diyet, spor
hiçbir şey yoktu. İlacın içeriğindeki yanardağ eteklerinden toplanan mineralli
taşlar, vücuttaki yağları yakıyordu. Böyle şeylere pek güvenmezdim ama koca
dağı yakan taşlar insanın yağlarını da eritirdi elbet. Zaten başka çarem de
yoktu. Bunca senedir veremediğim kiloları kibrit kutusu diyetleriyle
veremezdim. İlacı hemen sipariş ettim.
İlaç iki gün sonra elimdeydi. Her gün bir tane
alınacaktı. Ama kilo endeksine göre miktar arttırılabilirdi. İlk günler sabah
akşam birer tane içtim. Sahiden de iştahım azalmaya başlamıştı. Biraz midem
bulanıyor başım dönüyordu. O kadar olurdu. Uğur’un tavırlarıyla eşit oranda
arttırmaya başladım ilacın dozunu. En son 6 taneyi birden meyve suyuyla
içtiğimi hatırlıyorum. Sanırım üstüne bir de çikolatalı kek yemiştim.
“Nimet Hanım, midenizi yıkadık. Şanslıymışsınız.
Neredeyse kaybediyorduk sizi.”
Genç hemşire olsa olsa 50 kiloydu. Siyah
bukleleri ince yüzüne dökülmüş gülümsüyordu. Çubuk makarnayı andıran kollarıyla
serum şişesini kontrol etti. Beyaz kıyafetinin üstü, ince beline oturmuş, minicik
ayakları terliklerine küçük gelmişti. Hâlâ hayattaydım, hâlâ şişmandım ve hala
zayıf kızlardan nefret ediyordum. Uğur’u sordum. Gece beni hastaneye getirip,
sabahleyin acil bir işi çıktığı için hastaneden ayrıldığını öğrendim. Gözlerimi
sıkıca kapattım. Tekrar uykuya dalmam gerekiyordu. Taç giyme törenine geç
kalmamalıydım.
Hande
Çiğdemoğlu
hande.cigdemoglu@gmail.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder