Büyüklere Masallar - 2 / Altın Çocuğun Tanrısı - Hande Çiğdemoğlu - Sevdalım Hayat
Büyüklere Masallar - 2 / Altın Çocuğun Tanrısı - Hande Çiğdemoğlu

Büyüklere Masallar - 2 / Altın Çocuğun Tanrısı - Hande Çiğdemoğlu

Paylaş
 Büyüklere Masallar - 2 / Altın Çocuğun Tanrısı


Bir varmış bir yokmuş. Varların içindeki yoklar denizin tuzu, yokların içindeki varlar göğün yıldızı kadar çokmuş. İçinde yüzlerce adası olan, mavisi engin, dalgası coşkun bir deniz varmış. Adaların en küçüğünde geçiyor masalımız. Bu ada öyle küçükmüş ki içinde yalnızca iki tepe, bir ova, yüzden az insan varmış. Yemiş desen dört, kuş desen beş, ağaç desen on çeşidi geçmezmiş. Ama denizi en güzel gören gözler, iyiliği en sıcak yaşayan kalpler, hikayeleri en güzel duyan kulaklar bu adanın insanlarındaymış.

Bu adanın iki tepesinden birinde annesiyle yaşayan bir genç varmış. Annesi “Altın Çocuk” diye severmiş oğlunu. Sarı saçları yanık teninin üstünde pırıl pırıl parlarken, yeşillerin maviyle oynaştığı mercan gözleri sevgi dolu bakarmış. Bu ana oğulun birkaç keçi ve yedi adımı geçmeyen tarlaları dışında bir şeyleri yokmuş. Adalıların çoğu cömert denizden faydalanarak hayatını kazansa da, onlar keçileri ve tarlalarındaki azdan biraz fazla mahsulleri geçinirmiş.

Sabahın ışıkları ile keçileri önüne katan genç, ki biz de ona Altın Çocuk diyelim, tüm günü avuç içi kadar adanın otlaklarında keçileriyle geçirirmiş. Gün akşama dönerken o da yaşadıkları tepeye dönermiş. Kulübelerinin bahçesinde annesiyle birlikte oturur, yemeklerini yer, denizin içine aheste giren turuncu bir topa benzeyen güneşi izlerlermiş.

Annesinin, denizden gelen sarhoş rüzgârlara katarak anlattığı tanrıların hikâyelerini dinlerken hayallere dalarmış Altın Çocuk. Zeus, Hades, Artemis, Hera, Apollon, Poseidon… Bu engin denizin üstündeki tahtta oturan onlarca büyük tanrının savaşlar, kahramanlıklar, mucizelerle dolu ne çok hikâyesi varmış. Hepsininki birbirinden heyecanlı, birbirinden güzelmiş.

Büyük tanrıların dışında buradaki her adanın kendi tanrısı da varmış var olmasına ama onlarla ilgili bir şey duymamış Altın Çocuk. Hatta kendi küçük adalarının tanrısının adını bile bilmezmiş. Bu ada tanrılarla işleri olmayacak kadar küçük, kahramanlığa gerek duyulmayacak kadar huzurluymuş. Zaten tanrılar da hikâyelere konu olmaktan başka bir işe yaramazmış. Ama yine de küçük adasının adını bile bilmediği tanrısıyla ilgili ileride çocuklarına, onların da kendi çocuklarına anlatacak bir hikâyesi olsun istermiş.

Altın Çocuk, bir sabah annesinin hazırladığı kara ekmek ve mor zeytinli çıkınını boynuna asıp, yine keçileriyle birlikte yola koyulmuş. Her gün aynı tepeden inip diğer tepeye çıkmaktan öyle sıkılmış ki, keçilerinin aç kalacağını bile bile adanın kuzeye bakan yamacına doğru gütmüş onları. Keçiler yiyecek bir şey bulamadığı için huzursuzlanıp sağa sola dağılmaya başlamış. Altın Çocuk ise çıplak bir kayanın tepesine tüneyip denizi seyretmeye koyulmuş. Daha önce buraya gelmediğine hayıflanmış. Öyle ki mavinin, grinin, yeşilin ve pembenin oynaştığı renkler adanın diğer tarafından görmediği kadar ihtişamlıymış. Dalgaların kayalara vuran coşkun şarkıları ile sarhoş olmuş, gözlerine çöken baygın uykuya teslim oluvermiş.

Altın Çocuk, o kayanın tepesinde ne kadar uyumuş bilinmez, kulağına gelen inlemeyle karışık boğuk bir sesle uyanmış. Bir yardım çığlığıymış bu! Sıçrayarak yerinden kalkan Altın Çocuk, sağa sola bakınmış. Yosunlu kayalar ve coşkusu öfkeye dönüşmüş dalgalı denizden başka bir şey görememiş. Duyduğu sesi rüyaya yorup, keçilerini bulmak üzere davranmışken büyülü ses tekrar yükselmiş.

“Ey Adalı! Bana yardım et!”

Telaşla sesin geldiği yere doğru yönelmiş. Denize saplanmış, yosunu siyaha dönmüş bir kayadan geliyormuş ses. Yaklaşınca kayanın içine doğru kıvrılmış karanlık oyuğu görmüş. Buza kesmiş suyun içine hiç düşünmeden atlamış. Oyuğa doğru sokulup, “Kim var orada?” diye seslenmiş.

İçeriden yavaşça bir el uzanmış. İnsan elinden büyük, ayı pençesinden küçük, derisinin rengi maviye benzeyen ve üzerinde parlak desenler bulunan bu eli görünce korkudan suya düşmüş Altın Çocuk. Şimdiye kadar görmediği renklerden, bilmediği şekillerden oluşan bu el kime ait olabilirmiş?

“Sen de kimsin?” diye sormuş titreyen sesiyle.

“Ben bu adanın tanrısı Blegia. Adımı duymamış olmana şaşırmıyorum. Kimse bilmez zaten. Bilen de unutmuştur. Cezam buydu benim. Ne ismim duyulacak, ne hikâyem anlatılacak.”

Altın Çocuk, duyduklarına inanamamış. Zaten ne gördüğü el, ne duyduğu ses bildiklerine benziyormuş. Derinlerden gelen, buğulu ama yorgun bu sesin karşısında korkudan titremiş, boğazı düğümlenmiş. Çocuğun ürkek sessizliğini unutulmuş tanrı bozmuş.

“Sen sormaya cesaret edemiyorsun belli. Neden ve kim tarafından cezalandırıldığımı merak ediyorsun. Ben anlatayım. Hikâye anlatmayalı çok oldu.” Oyuğun duvarları derin bir iç çekişle yankılanmış.

“Dione benim çocukluk arkadaşımdı. Gaia ve Uranüs’ün kızı, güzeller güzeli, iyi kalpli, şifacı Dione. Onunla birlikte büyüdük. Yeşil vadilerde, mavi denizin üstünde ve uğultulu tepelerin zirvelerinde gezerdik. Çok güzel bir sesi vardı. Dokunduğu her hastayı iyileştiren, solan her çiçeği açtıran ellerinden bile güzeldi sesi.

“Her gün yeni bir şarkı söylemeyi ancak ben yeni bir hikâye anlatırsam kabul ederdi. Neyse ki tanrılar dünyasında hikâyeden çok bir şey yoktu. Ben anlattıkça o gözlerini kapatıp dinler, kimi zaman uykuya dalardı. Rüzgârda dans eden sihirli bir tüle benzeyen uzun sarı saçlarını, ürkek bir kuş gibi inip kalkan göğsünü, gülümsediğinde bile hüzünlü duran pembe dudaklarını izlerdim.

“Artık büyümüştük. Bunu hiç konuşmamıştık ama âşıktık birbirimize. Evlenecektik. Kalbin sesi, ağızdan çıkan sözden daha kutsaldır. Birlikte olmamıza engel olacak hiçbir şey yoktu. İkimiz de tanrıydık, ikimiz de bu dünyanın gücüydük. Çocuklarımız, bizden daha güçlü bizden daha güzel olacaktı.”

Altın Çocuk, korkusunu hikâyenin heyecanıyla yenmiş, suyun içinde beline kadar oturmuş. Gerçek bir tanrıdan, gerçek bir hikâye dinlediğine inanamıyor, bu rüyadan uyanmamak için nefes bile almadan tanrı Blegia’yı dinliyormuş.

“O sabah güneşin doğuşuna eşlik edecek eflatun yağmurları ve heybetli şimşeklerinin danslarını izlemek için, Olimpos’un zirvesine çıkmaya karar verdik. O kutsal ve ihtişamlı yere en son çocukken gitmiştik. Zeus’un senede bir tüm fanilere, yarı tanrılara, titanlara ve diğer küçük tanrılara gücünü ihtişamla gösterdiği bu gök şölenini, başladığı yerden izlemek istiyorduk. Ellerimiz ve sonsuz ömürlerimiz burada birleşecekti. Bundan daha güzel bir düğün olamazdı. Biraz korksak da zamanında el ele kutsal tepeye çıkmaya cesaret eden bu iki çocuk tanrıya izin veren Yüce Zeus, şimdi bu iki âşığa da kucak açardı nasılsa.”

Altın Çocuk, heyecanla “Bu düğünü hiç duymadım.” Demiş. Der demez de pişman olmuş. Sıkışmış bile olsa koskoca tanrıya öyle sözler edilmezmiş. Korkuyla suyun içinde birkaç adım geri gitmiş. Oyuktan dışarı uzanan el, bir anda hırsla yumruk olmuş. Blegia’nın sesi hiddetlenmiş.

“Duymazsın tabi. Kimse duymadı. Çünkü öyle bir düğün olmadı! Zeus, tanrıların tanrısı Yüce Zeus, Dione’yi görünce baştan çıktı. Onun doymak bilmeyen arsız iştahı, bu kez de bizim aşkımızın üstüne çöreklendi. O gün güzel Dione’mi son görüşümdü. Henüz direnmeye kalmadan, topraktan göğe yükselen anaforun içine alıp, yanına çekti onu. O ana kadar kullanmadığım, kullanmayı bilmediğim güçlerim olmalıydı dedim kendi kendime. Ben tanrı değil miydim? Ama birkaç küçük hareketten başka bir şey yapamadım. Sanırım en iyi yaptığım şey hikâye anlatmaktı. Hikâye anlatan ve sevgilisine sahip çıkamayan bir tanrı! Ölmeliydim. Ama ölemiyordum işte.

“Zeus’a seslendim. Dione’yi geri istedim. Bağıdım, haykırdım, küfürler ettim. Zeus’un umurunda değildi. Şimşeklerin renk oyunları, bulutların dolup boşalmaları, yağmurların dansı devam ediyordu. Zeus’un keyfi yerindeydi. Dizlerimin üzerine çöküp, kısılan sesimle  ‘Sen tanrıların tanrısı olamazsın, sen alçak bir yaratıksın. Tarih seni zulmünle ve ahlaksızlığınla anacak. Bunu herkese anlatacağım.’ dedim. O anda iki yanıma iki keskin yıldırım düştü. İkisinin arasında oluşan harede Zeus’un kalleş yüzü belirdi.

‘Zavallı Blegia. Cüretini zavallılığına veriyorum. Seni affettim. Ama şunu bil, ben her zaman tanrıların tanrısı olarak kalacağım. Hikâyelere ihtiyaç duymayacak kadar kudretliyim. Ya sen küçük tanrı? Sen ne olacaksın? Hükmünü verdim. Silineceksin! Ne yazık ki tanrılığını elinden alamam. Bu yüzden seni buranın en küçük adasının tanrısı ilan ediyorum. Seni tıkacağım o karanlık oyukta sonsuza dek yaşayacaksın. Ne adın bilinecek, ne hikâyen söylenecek. Şimdi güzel Dione’nin yanına dönmem gerek. Onu bana getirmekle çok iyi ettin…’ dedi. Ve geldiği hızla göğe yükseldi.”

Altın Çocuk, duydukları karşısında tırnaklarını kemiriyor, gözüne yürüyen yaşları ıslak ellerinin tuzuyla siliyormuş. Altın yüreğine karalar çalınmış.

“Onu bir daha göremedin mi, yani Dione’yi?” diye sormuş tanrısına. Korkmayı unutacak kadar hırs bürümüş içini.

“Ne onu, ne gökyüzünü, ne denizi görmedim bir daha. Yüzyıllardır buradayım. İlk zamanlar birkaç fani geldi buraya. Ama seslenmedim. Ben bu adanın tanrısıyım. Bir fani sayesinde kurtulacak kadar düşkün bir tanrı olmak istemedim. Zeus bunu biliyordu. Ama artık dayanamıyorum. Ne olacaksa olsun, kurtar beni buradan!”

Altın Çocuk hiç düşünmeden yerinden sıçramış, cesaretle “Nasıl yapacağım?” demiş.

“Sadece elimi tut ve çek!”

Altın Çocuk’un altın gibi bir kalbi varmış. Tanrısı Blegia’ya inanmış. Hatta sevgilisine kavuşacağını bile hayal etmiş. Oysa Dione çoktan Zeus’un karısı, Dodone Şehrinin yüce tanrıçası, Afrodit ve Niobe’nin annesiymiş artık. Blegia o gün, yağan yağmurların büyülü suyu ile Dione’nin zihninden silinip gitmiş.

Çocuk iki eliyle kavramış tanrısının elini, tüm gücüyle çekmiş, çekmiş. Oyuktan dışarı çıkan afyonlu dumanla sarhoşlamış önce. Gözü az görür, kulağı az duyar olmuş. Suyun içine düşüvermiş. Halsiz başını, güç bela sudan çıkarıp dumanın geldiği yöne çevirmiş. Tanrısının nasıl göründüğünden çok iyi olup olmadığını merak etmiş. Oysa az önce gördüğü el, şiddetle ensesine yapışmış. Alev alev yanan başı, suyun içine, en sevdiği mavi suyun içine gömülüvermiş. Çırpınacak gücü yokmuş çocuğun. Şaşkınmış, olanlara anlam veremiyormuş. Zaten kırgınlığı çok sürmemiş. Üzerlerinden geçen iki kuş gözden kaybolana kadar sürmüş kalp atışı.

Blegia, kendisini kurtaran çocuğun cansız elini sudan çıkarıp koca avucuna almış. “Üzgünüm çocuk!” demiş. “Hiçbir tanrı, bir fani tarafından kurtarılma hikayesinin bilinmesine izin vermez.”

Hande Çiğdemoğlu
hande.cigdemoglu@gmail.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder