Bir varmış bir yokmuş. Varların içindeki yoklar denizin tuzu, yokların içindeki varlar göğün yıldızı kadar çokmuş. İçinde yüzlerce adası olan, mavisi engin, dalgası coşkun bir deniz varmış. Adaların en küçüğünde geçiyor masalımız. Bu ada öyle küçükmüş ki içinde yalnızca iki tepe, bir ova, yüzden az insan varmış. Yemiş desen dört, kuş desen beş, ağaç desen on çeşidi geçmezmiş. Ama denizi en güzel gören gözler, iyiliği en sıcak yaşayan kalpler, hikayeleri en güzel duyan kulaklar bu adanın insanlarındaymış.
Bu adanın iki tepesinden birinde annesiyle
yaşayan bir genç varmış. Annesi “Altın Çocuk” diye severmiş oğlunu. Sarı
saçları yanık teninin üstünde pırıl pırıl parlarken, yeşillerin maviyle
oynaştığı mercan gözleri sevgi dolu bakarmış. Bu ana oğulun birkaç keçi ve yedi
adımı geçmeyen tarlaları dışında bir şeyleri yokmuş. Adalıların çoğu cömert
denizden faydalanarak hayatını kazansa da, onlar keçileri ve tarlalarındaki
azdan biraz fazla mahsulleri geçinirmiş.
Sabahın ışıkları ile keçileri önüne katan genç,
ki biz de ona Altın Çocuk diyelim, tüm günü avuç içi kadar adanın otlaklarında
keçileriyle geçirirmiş. Gün akşama dönerken o da yaşadıkları tepeye dönermiş.
Kulübelerinin bahçesinde annesiyle birlikte oturur, yemeklerini yer, denizin
içine aheste giren turuncu bir topa benzeyen güneşi izlerlermiş.
Annesinin, denizden gelen sarhoş rüzgârlara
katarak anlattığı tanrıların hikâyelerini dinlerken hayallere dalarmış Altın
Çocuk. Zeus, Hades, Artemis, Hera, Apollon, Poseidon… Bu engin denizin
üstündeki tahtta oturan onlarca büyük tanrının savaşlar, kahramanlıklar,
mucizelerle dolu ne çok hikâyesi varmış. Hepsininki birbirinden heyecanlı,
birbirinden güzelmiş.
Büyük tanrıların dışında buradaki her adanın
kendi tanrısı da varmış var olmasına ama onlarla ilgili bir şey duymamış Altın
Çocuk. Hatta kendi küçük adalarının tanrısının adını bile bilmezmiş. Bu ada
tanrılarla işleri olmayacak kadar küçük, kahramanlığa gerek duyulmayacak kadar
huzurluymuş. Zaten tanrılar da hikâyelere konu olmaktan başka bir işe
yaramazmış. Ama yine de küçük adasının adını bile bilmediği tanrısıyla ilgili
ileride çocuklarına, onların da kendi çocuklarına anlatacak bir hikâyesi olsun
istermiş.
Altın Çocuk, bir sabah annesinin hazırladığı
kara ekmek ve mor zeytinli çıkınını boynuna asıp, yine keçileriyle birlikte
yola koyulmuş. Her gün aynı tepeden inip diğer tepeye çıkmaktan öyle sıkılmış
ki, keçilerinin aç kalacağını bile bile adanın kuzeye bakan yamacına doğru
gütmüş onları. Keçiler yiyecek bir şey bulamadığı için huzursuzlanıp sağa sola
dağılmaya başlamış. Altın Çocuk ise çıplak bir kayanın tepesine tüneyip denizi
seyretmeye koyulmuş. Daha önce buraya gelmediğine hayıflanmış. Öyle ki mavinin,
grinin, yeşilin ve pembenin oynaştığı renkler adanın diğer tarafından görmediği
kadar ihtişamlıymış. Dalgaların kayalara vuran coşkun şarkıları ile sarhoş
olmuş, gözlerine çöken baygın uykuya teslim oluvermiş.
Altın Çocuk, o kayanın tepesinde ne kadar uyumuş
bilinmez, kulağına gelen inlemeyle karışık boğuk bir sesle uyanmış. Bir yardım
çığlığıymış bu! Sıçrayarak yerinden kalkan Altın Çocuk, sağa sola bakınmış.
Yosunlu kayalar ve coşkusu öfkeye dönüşmüş dalgalı denizden başka bir şey
görememiş. Duyduğu sesi rüyaya yorup, keçilerini bulmak üzere davranmışken
büyülü ses tekrar yükselmiş.
“Ey Adalı! Bana yardım et!”
Telaşla sesin geldiği yere doğru yönelmiş.
Denize saplanmış, yosunu siyaha dönmüş bir kayadan geliyormuş ses. Yaklaşınca
kayanın içine doğru kıvrılmış karanlık oyuğu görmüş. Buza kesmiş suyun içine
hiç düşünmeden atlamış. Oyuğa doğru sokulup, “Kim var orada?” diye seslenmiş.
İçeriden yavaşça bir el uzanmış. İnsan elinden
büyük, ayı pençesinden küçük, derisinin rengi maviye benzeyen ve üzerinde
parlak desenler bulunan bu eli görünce korkudan suya düşmüş Altın Çocuk.
Şimdiye kadar görmediği renklerden, bilmediği şekillerden oluşan bu el kime ait
olabilirmiş?
“Sen de kimsin?” diye sormuş titreyen sesiyle.
“Ben bu adanın tanrısı Blegia. Adımı duymamış
olmana şaşırmıyorum. Kimse bilmez zaten. Bilen de unutmuştur. Cezam buydu
benim. Ne ismim duyulacak, ne hikâyem anlatılacak.”
Altın Çocuk, duyduklarına inanamamış. Zaten ne
gördüğü el, ne duyduğu ses bildiklerine benziyormuş. Derinlerden gelen, buğulu
ama yorgun bu sesin karşısında korkudan titremiş, boğazı düğümlenmiş. Çocuğun
ürkek sessizliğini unutulmuş tanrı bozmuş.
“Sen sormaya cesaret edemiyorsun belli. Neden ve
kim tarafından cezalandırıldığımı merak ediyorsun. Ben anlatayım. Hikâye
anlatmayalı çok oldu.” Oyuğun duvarları derin bir iç çekişle yankılanmış.
“Dione benim çocukluk arkadaşımdı. Gaia ve
Uranüs’ün kızı, güzeller güzeli, iyi kalpli, şifacı Dione. Onunla birlikte
büyüdük. Yeşil vadilerde, mavi denizin üstünde ve uğultulu tepelerin
zirvelerinde gezerdik. Çok güzel bir sesi vardı. Dokunduğu her hastayı
iyileştiren, solan her çiçeği açtıran ellerinden bile güzeldi sesi.
“Her gün yeni bir şarkı söylemeyi ancak ben yeni
bir hikâye anlatırsam kabul ederdi. Neyse ki tanrılar dünyasında hikâyeden çok
bir şey yoktu. Ben anlattıkça o gözlerini kapatıp dinler, kimi zaman uykuya
dalardı. Rüzgârda dans eden sihirli bir tüle benzeyen uzun sarı saçlarını,
ürkek bir kuş gibi inip kalkan göğsünü, gülümsediğinde bile hüzünlü duran pembe
dudaklarını izlerdim.
“Artık büyümüştük. Bunu hiç konuşmamıştık ama
âşıktık birbirimize. Evlenecektik. Kalbin sesi, ağızdan çıkan sözden daha
kutsaldır. Birlikte olmamıza engel olacak hiçbir şey yoktu. İkimiz de
tanrıydık, ikimiz de bu dünyanın gücüydük. Çocuklarımız, bizden daha güçlü
bizden daha güzel olacaktı.”
Altın Çocuk, korkusunu hikâyenin heyecanıyla
yenmiş, suyun içinde beline kadar oturmuş. Gerçek bir tanrıdan, gerçek bir
hikâye dinlediğine inanamıyor, bu rüyadan uyanmamak için nefes bile almadan
tanrı Blegia’yı dinliyormuş.
“O sabah güneşin doğuşuna eşlik edecek eflatun
yağmurları ve heybetli şimşeklerinin danslarını izlemek için, Olimpos’un
zirvesine çıkmaya karar verdik. O kutsal ve ihtişamlı yere en son çocukken
gitmiştik. Zeus’un senede bir tüm fanilere, yarı tanrılara, titanlara ve diğer
küçük tanrılara gücünü ihtişamla gösterdiği bu gök şölenini, başladığı yerden
izlemek istiyorduk. Ellerimiz ve sonsuz ömürlerimiz burada birleşecekti. Bundan
daha güzel bir düğün olamazdı. Biraz korksak da zamanında el ele kutsal tepeye
çıkmaya cesaret eden bu iki çocuk tanrıya izin veren Yüce Zeus, şimdi bu iki
âşığa da kucak açardı nasılsa.”
Altın Çocuk, heyecanla “Bu düğünü hiç duymadım.”
Demiş. Der demez de pişman olmuş. Sıkışmış bile olsa koskoca tanrıya öyle
sözler edilmezmiş. Korkuyla suyun içinde birkaç adım geri gitmiş. Oyuktan dışarı
uzanan el, bir anda hırsla yumruk olmuş. Blegia’nın sesi hiddetlenmiş.
“Duymazsın tabi. Kimse duymadı. Çünkü öyle bir
düğün olmadı! Zeus, tanrıların tanrısı Yüce Zeus, Dione’yi görünce baştan
çıktı. Onun doymak bilmeyen arsız iştahı, bu kez de bizim aşkımızın üstüne
çöreklendi. O gün güzel Dione’mi son görüşümdü. Henüz direnmeye kalmadan,
topraktan göğe yükselen anaforun içine alıp, yanına çekti onu. O ana kadar
kullanmadığım, kullanmayı bilmediğim güçlerim olmalıydı dedim kendi kendime.
Ben tanrı değil miydim? Ama birkaç küçük hareketten başka bir şey yapamadım.
Sanırım en iyi yaptığım şey hikâye anlatmaktı. Hikâye anlatan ve sevgilisine
sahip çıkamayan bir tanrı! Ölmeliydim. Ama ölemiyordum işte.
“Zeus’a seslendim. Dione’yi geri istedim.
Bağıdım, haykırdım, küfürler ettim. Zeus’un umurunda değildi. Şimşeklerin renk
oyunları, bulutların dolup boşalmaları, yağmurların dansı devam ediyordu.
Zeus’un keyfi yerindeydi. Dizlerimin üzerine çöküp, kısılan sesimle ‘Sen tanrıların tanrısı olamazsın, sen alçak
bir yaratıksın. Tarih seni zulmünle ve ahlaksızlığınla anacak. Bunu herkese
anlatacağım.’ dedim. O anda iki yanıma iki keskin yıldırım düştü. İkisinin
arasında oluşan harede Zeus’un kalleş yüzü belirdi.
‘Zavallı Blegia. Cüretini zavallılığına
veriyorum. Seni affettim. Ama şunu bil, ben her zaman tanrıların tanrısı olarak
kalacağım. Hikâyelere ihtiyaç duymayacak kadar kudretliyim. Ya sen küçük tanrı?
Sen ne olacaksın? Hükmünü verdim. Silineceksin! Ne yazık ki tanrılığını elinden
alamam. Bu yüzden seni buranın en küçük adasının tanrısı ilan ediyorum. Seni
tıkacağım o karanlık oyukta sonsuza dek yaşayacaksın. Ne adın bilinecek, ne
hikâyen söylenecek. Şimdi güzel Dione’nin yanına dönmem gerek. Onu bana
getirmekle çok iyi ettin…’ dedi. Ve geldiği hızla göğe yükseldi.”
Altın Çocuk, duydukları karşısında tırnaklarını
kemiriyor, gözüne yürüyen yaşları ıslak ellerinin tuzuyla siliyormuş. Altın
yüreğine karalar çalınmış.
“Onu bir daha göremedin mi, yani Dione’yi?” diye
sormuş tanrısına. Korkmayı unutacak kadar hırs bürümüş içini.
“Ne onu, ne gökyüzünü, ne denizi görmedim bir
daha. Yüzyıllardır buradayım. İlk zamanlar birkaç fani geldi buraya. Ama
seslenmedim. Ben bu adanın tanrısıyım. Bir fani sayesinde kurtulacak kadar
düşkün bir tanrı olmak istemedim. Zeus bunu biliyordu. Ama artık dayanamıyorum.
Ne olacaksa olsun, kurtar beni buradan!”
Altın Çocuk hiç düşünmeden yerinden sıçramış,
cesaretle “Nasıl yapacağım?” demiş.
“Sadece elimi tut ve çek!”
Altın Çocuk’un altın gibi bir kalbi varmış.
Tanrısı Blegia’ya inanmış. Hatta sevgilisine kavuşacağını bile hayal etmiş.
Oysa Dione çoktan Zeus’un karısı, Dodone Şehrinin yüce tanrıçası, Afrodit ve
Niobe’nin annesiymiş artık. Blegia o gün, yağan yağmurların büyülü suyu ile
Dione’nin zihninden silinip gitmiş.
Çocuk iki eliyle kavramış tanrısının elini, tüm
gücüyle çekmiş, çekmiş. Oyuktan dışarı çıkan afyonlu dumanla sarhoşlamış önce.
Gözü az görür, kulağı az duyar olmuş. Suyun içine düşüvermiş. Halsiz başını,
güç bela sudan çıkarıp dumanın geldiği yöne çevirmiş. Tanrısının nasıl
göründüğünden çok iyi olup olmadığını merak etmiş. Oysa az önce gördüğü el,
şiddetle ensesine yapışmış. Alev alev yanan başı, suyun içine, en sevdiği mavi
suyun içine gömülüvermiş. Çırpınacak gücü yokmuş çocuğun. Şaşkınmış, olanlara
anlam veremiyormuş. Zaten kırgınlığı çok sürmemiş. Üzerlerinden geçen iki kuş
gözden kaybolana kadar sürmüş kalp atışı.
Blegia, kendisini kurtaran çocuğun cansız elini
sudan çıkarıp koca avucuna almış. “Üzgünüm çocuk!” demiş. “Hiçbir tanrı, bir
fani tarafından kurtarılma hikayesinin bilinmesine izin vermez.”
Hande
Çiğdemoğlu
hande.cigdemoglu@gmail.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder