Kapı Zili
Sevgili Günlük,
Bir araya gelmeyeli uzun zaman olmuş. En son sana yazdığımda lisedeydim
sanırım. Pembe yaldızlı bir kabın vardı, bir de isteyenin kolayca açabileceği
bir kilidin. Hep kurşun kalemle yazardım. Kalemlerin ucu kütleştikçe, ruhum
ferahlardı. “Bunca zaman neredeydin?” diyor olmalısın. Haklısın ama geç de olsa
geldim işte. Yine ferahlar mıyım dersin?
Sana anlatacak fazla bir şeyim yok aslında. Zaten birilerine bir şey
anlatmaya anlatmaya bu işin nasıl olduğunu da unutmuş olabilirim. Uzun zamandır
yalnız yaşıyorum. Dünyanın bu en kuvvetli, en vazgeçilmez duygusunun peşine
takılıp buralara kadar geldim işte. Kimilerine göre kimsesizlik denilen şey,
benim için özgürlük demek. Biliyorsun oldum olası tutkundum yalnızlığa. Etrafımda
ne kadar çok insan olursa o kadar kafam karışıyor. Uğuldayan bir arı kovanından
çıkmaya çalışan bir kelebek gibi hissediyorum kendimi.
Bu yaşam tarzını da hayatıma, oya gibi kendim işledim. Bile isteye, kimi
zorla, kimi kendiliğinden, kimi mücadele ederek. Bak işte, şimdi kimseye hesap
vermek zorunda değilim, kimseye göre plan yapmıyorum, acıkınca yiyorum, uykum
gelince yatıyorum. Telefonumu istersem açıyorum, istersem açmıyorum. Pek de
çalmıyor zaten artık.
Kapım da çalmıyormuş biliyor musun? Bugün elimde paketler, dirseğimle
ışığın düğmesi yerine zile bastım. Zilimin sesini ilk kez duydum. Kısa ve
metalik bir “dııırt” sesi. 6 ay oldu buraya taşınalı, kimse basmamış demek
zile. Ne bir misafir, ne konu komşu, ne kargocu! Yanlışlıkla bile basan
olmamış. Çok da dert ediyorum sanma, fark etmemişim bunca zaman, ona şaşırdım.
Zilin sesini hiç sevmedim sevgili Günlük. Aklıma çocukken oturduğumuz
evinki geldi. Babamın adının yazılı olduğu kağıdın zor sığdığı dikdörtgen
şeyin, bir kuşun evi olduğunu sanacak kadar masum olduğum zamanları anımsadım. Kuşun
coşkuyla başladığı ötüşü, kapı açılıp misafirler ayakkabılarını çıkarana kadar
sürerdi. Sonlara doğru sesi yorgunlaşıp azalırdı, ötüşü bittiği için üzgün
olduğunu düşünürdüm. Neyse ki öyle çok gelen gidenimiz vardı ki, küçük kuşun
üzülecek vakti yoktu. Oysa benim artık ne çok vaktim var. Sevinmeye de,
üzülmeye de, düşünmeye de.
İş yerinde laboratuvardayken, pazar günleri sahilde yürüyüş yaparken,
çabucak biten market alışverişinden sonra köşedeki pastanede çay içerken, evde
yemek yerken, dışarıda yemek yerken, evde film izlerken, sinemada film izlerken
tek başınayım. Duygularımı öyle pek coşkun yaşamıyorum, biliyorsun, ama düşünmek
için gayet elverişli vakitlerim var.
Eskiden de öyleydi. Kalabalık evimizde, ne zaman bir köşeye çekilsem ya
babaannem bir şey isterdi, ya annem seslenirdi, olmadı babam soru sorardı. Kardeşlerim
dersen etrafımdan ayrılmaz, bir rahat bırakmazlardı. Zaten gündüz babaannemin
arkadaşları, akşam babamların misafirleri, boş kalmazdı ki ev. Hep bir telaş,
bir cümbüş. Sana yazmak için, arka bahçeye kaçardım hatırlasana. O zamanlar,
bahçedeki toprağı eşelerken bulduğum solucana söz vermiştim. Bir gün yalnız yaşayacak,
sessizlik ve özgürlüğün tadını çıkaracaktım. Bugünümü göremeden bir kargaya yem
olmuş olmalı, o solucan.
Sözümü tuttum ama bak! Okulları bir bir bitirdim, kariyer basamaklarını
ikişer üçer çıktım. Evlenmedim de oh olsun. Ne koca, ne çoluk çocuk, ne
kayınvalide kayınpeder. Tek tabancayım, kimseyle bir bağım yok. Okuldaki
arkadaşlar yıllıklarda kaldı, iş arkadaşları ancak serviste, yemekhanede. Öyle
yılsonu yemeğiymiş, bilmem kimin düğünüymüş, müdürün doğum günüymüş, hayatta
işim olmaz. Bahaneden bol ne var, hiç birine katılmıyorum tabii. Çok da iyi yapıyorum.
Etrafımda dır dır konuşan, yediğimden içtiğime, giydiğimden sürdüğüme
karışan arkadaşlarım yok işte çok şükür. Sevgilim de yok tahmin edersin. Aşk
meşk işleri bana göre değil. Bir erkeğin sevgisi bana ne katabilir Allah
aşkına. Kendi kendimi severim, kimseye ihtiyacım yok. İyiyim ben böyle. Hem
görüyorum etraftaki ilişkileri. Ben o şapşal kadınlarla karıştırma, sevgili Günlük.
Keçiboynuzu misali, bir damla bal yiyeceğim diye tahta kemirecek değilim. Kendi
cinslerimle bile anlaşamazken, karşı cinsle birlikte olmak hele aynı evi
paylaşmak çılgınca değil mi? Neyse kapatalım bu konuyu. Şimdi sen “eskiden bir
kalbin vardı, ne oldu?” falan dersin.
İşte bayramdan bayrama memlekete gidiyorum, bizimkileri görüyorum. Bazı
bayramlar pas geçiyorum tabii. Hiç mi tatil yapmayayım? Seyahatlerde rotayı özellikle
yurt dışına çeviriyorum. Dillerini bilmediğim ülkeler tercihim. Konuşmaları
uğultulu bir müzik gibi geliyor, ne dediklerini
anlamadığım için kafam yorulmuyor.
Özellikle annem bu duruma bozuluyor. Ne hayırsızlığım kalıyor, ne
vefasızlığım. Kardeşlerim desen peş peşe doğuruyorlar. Teyze olmak güzel tamam
da, çok ağlıyor bebekler, büyüyenler yaramazlık peşinde. İnan kafam
kaldırmıyor. Zaten kocalarını da sevmiyorum. O üstten üstten bakmalar, karıları
üzerinde tahakküm kurma yarışları, “Baldız, bacanak yok mu?” şakaları.
Hadsizler! Kardeşlerim olmasa, sokakta görsem selam verir miydim acaba? Kızlar
da bir tuhaf. Küçüğü küstü bana. Neymiş bebek mevlidine gitmemişim. Allah
aşkına daha diğerini doğuralı 2 sene oldu, kafamda çınlayan viyaklamalar
geçmedi daha. Mevlit neymiş, gerekli gereksiz bir dolu insanın içine girmek mi?
Aman Allah’ım kâbus gibi. Gider hediyemi veririm bir ara.
Annem geçen gün mesaj atmış. Telefonla konuşmayı sevmediğimi öğrendi
nihayet. Dayımın karısı vefat etmiş, “Cenazeye gel” diyor. Hem kuzenlerle
buluşurmuşum, hem hısım akrabaya görünsem de iyi olurmuş. Herkes yabani diye
konuşuyormuş arkamdan.
"Allah rahmet etsin üzüldüm üzülmesine de ben gelince ne olacak, geri mi
getireceğim rahmetliyi?” diye cevap yazdım. Neyse ki göndermeden silip, işten
izin alamayacağımı yazdım. Onca insanın sorgu sualini çekemeyeceğim, kimse
kusura bakmasın. Hem cenaze merasimlerinde moralim bozuluyor çok. Aklıma babam
geliyor. Bu kadar erken gidecek ne vardı? En çok onu özlüyorum.
Neyse, ne diyordum. Haa, kapı zili. Bu akşam bir haller oldu bana. Kapı
zili fitili ateşledi sadece. Eve girip hemen üzerimi değiştirdim. Giysilerimi
gardıroba koymak yerine, ortada duran ütü masasının üstüne attım. Sabahları
oradan almak daha kolay oluyor. Gerçi çok dağılmış, sanırım temiz gömleğim de
kalmadı. Pazar günü hepsini yıkayıp ütülesem iyi olacak. Bugün karnım çok
acıktı. Ne zamandır her akşam pizza, pide, lahmacun falan yiyorum. Yaş 40’a
dayandı, artık eskisi kadar hoş görmüyor demek ki vücudum, tam üç kilo almışım.
Bu hafta diyete başladım. Gündüz yemekhanede de sadece sebze yemeklerini
yiyorum, ekmek yemiyorum. Geçen gün kinoa haşlayıp dolaba koymuştum. Onu çıkarıp,
üstüne yoğurt koydum. Biraz da nane koyacaktım ama kavanozu açmamla güvelerin
uçması bir oldu. Tüylerim diken diken oldu, kusacaktım neredeyse. Balkon
kapısını açıp, mutfaktan kaçtım. Oldum olası nefret ederim güvelerden. Şimdi
kocam falan olsaydı, belki ona söylerdim. Nasıl diyorlar. “Hayatıım, şu
güveleri kovalar mısın? Ayy çok fena oldum.” Öyle kırıtık konuşamazdım belki,
ama biri şunları benim yerime halletse fena olmazdı.
Mutfaktan kaçarken kaptığım kinoalı kaseyle koltuğa oturup televizyonu
açtım. Sesi her zamanki gibi kısıktı. Haberleri alt yazılardan okumayı daha çok
seviyorum. Ağzıma koca bir kaşık attım. Of ne biçim şey şu meret. Tadı yok,
tuzu yok. Aynı ince bulgur gibi. Ama taa Peru’dan geliyor, bir alameti vardır
herhalde. Aklıma annemin yaptığı kısırlar geldi. Günlerinin vazgeçilmezi,
kıymalı kol böreği ve bol nar ekşili kısır. O gürültü patırtı, misafir
teyzelerin coşkulu kahkahaları, kısık sesli dedikoduları başka türlü nasıl
çekilirdi. Ağzımda bir lokma börek, bir kaşık kısır, bir yudum limonata, kimi
zaman gülerdim itiraf edeyim. Ne komik fıkraları vardı Hamide Teyze’nin.
Sehpanın üzerinde ters dönmüş sevimsiz bir tosbağa gibi duran, kaseye
baktım. Sonra eve. Minderlerinde en ufak bir bozulma olmayan bir kanepe, taş
gibi sert bir koltuk. Ortada tozu birikmiş bir sehpa. Üzerinde birkaç dergi. Yanında,
babaannemin bitmeyen 999’luk tespihleri gibi duran kitabım. Dibindeki
kahverengi tortudan birkaç gün öncesinden kaldığı belli bir kahve fincanı. İşte
benim hayatım! Her şey ne kadar tanıdık ve ne kadar soğuk. Her şey birbirine
yakın ama hepsi birbirine yabancı. Tıpkı televizyonda haberleri sunan sunucuyla
göz göze olup birbirimizi görmediğimiz gibi.
Kumandaya uzanıp radyoyu açtım. Biraz müzik iyi gelebilir diye. “Yazımı
kışa çevirdin, karlar yağdı başa Leyla’m” Nereden çıktı bu türkü kanalı diye
söylenmeye kalmadan belleğime uzun zamandır uğramayan anılar hücum etti.
Üniversitedeki ev arkadaşım Gülden. Ne kadar güzel bir sesi olduğunu,
finallerin bittiği günün akşamı öğrenmiştim. Sınav dönemi o kadar bunalmış,
öyle yorulmuştuk ki, o gün eve dönerken büfeden paramızın yettiği kadar şarap,
votka, bira almıştık. Sanki içmeyi biliyormuşuz gibi, ondan bundan karıştıra
karıştıra içtik. Ağlama, dövünme ve kusma faslından önce Gülden içli içli bu
türküyü söylemişti. Sevdiği bir çocuk vardı o sıra, onu Leyla diye bir kız için
terk etmişti. Nasıl bir yüce gönüllülükse artık Gülden’inki, değil ona kızmak,
bir de onun sevdasını paylaşmak için bu türküyü söylüyordu. “İçimin kanadığı
doğru ama sevdiğinin duygusunu sahiplenmiyorsan ona sevgi denmez.” gibi bir
şeyler gevelemişti.
İyi kızdı Gülden. Yarı zamanlı o işe girdiğimde benim için çok
sevinmişti, oysa kiranın tamamını vermek ve yalnız yaşamak için çalıştığımı
bilmiyordu. Kısa süre sonra öğrendi. Gönül koymuştur illa ki, ama hiç belli
etmedi. O ay, masraflara baştan ortak olmasına rağmen evi boşalttı.
Bu gece işler yolunda gitmiyor. Aklıma gün yüzü görmemiş anılar,
unuttuğumu sandığım isimler geliyor. Sıradakini tahmin edersin sevgili Günlük.
Hani sana yazdığım zamanlardan bu yana sol yanımda taşıdığım o yara. Kabuklanıp
kabuklanıp düşen, sonra tekrar kanayan o yara. Ona dair hiçbir şeyin ne aklımı
ne yüreğime uğramaması gerek artık. Üzerinden bunca zaman geçti. Bir ömür
geçti. Hele bu akşam, o hiç gelmesin. Yokmuş, hiç olmamış gibi davransın.
İsminin harfleri bile mümkünse alfabeden silinsin. Lütfen!
Biraz kitap okumaya karar verdim. Sehpada yarım duran kitaba elim
gitmedi. Birbiri içine girmiş kelimelerinden öyle sıkıldım ki, sanki okurken
biri boğazımı sıkıyor. Şu başladığım kitabı bitirmem lazım disiplininden
kurtulmazsam, sanırım kitap bitmeden öleceğim. Kalkıp kitaplığın karşısına
geçtim. Belki eskilerden bir şeyler bulurum diye. Gözüme liseden mezun olduğum
sene, edebiyat öğretmenimin hediye ettiği Martı ilişti. Sevinçle elime aldım.
Altını çizdiğim onca satırdan gözüme ilk çarpan şuydu:
"Jonathan gün batımına kadar sürekli uçtu, vaktini
diğer martılarla birlikte olmak için harcamadı. Havada daireler çizmeyi, takla
atmayı, yavaşça dönmeyi, tersine dönüşü, her şeyi öğrenmişti."
Biraz kendime gelmiştim. Altını
çizdiğim yerleri tekrar okursam, yola çıkışımı, yolculuğumu, istasyonlarımı
yine gururla okşayacaktım, buna emindim. Şu huzursuz nostalji halinden
ivedilikle kurtulmam gerekiyordu. Neşeyle yatak odama doğru yöneldim. Hay aksi,
nevresimin değişmesi gerekiyordu. Yalnız yaşayanların şu çift kişilik yatak
özentisi beni de yakalamıştı. Oysa yatağın bir kenarında büzülüp uyuyordum her
gece.
Söylene söylene değiştirdim
nevresimi. Her zamanki gibi kollarım yorganın iki ucuna yetişmedi. İnsan,
hayvan, hayalet, peri, her kim olursa olsun şu pencereden biri girse de diğer
ucundan tutsa, bir kez bile olsa yorgan kılıfa doğru düzgün yerleşse istedim.
Olmadı tabi. Kan ter içinde, kendimi yatağa attım. Neyse ki Martı yanımdaydı.
Bunca zaman neden buluşmadık diye hayıflandım. Kitabımı, kıvırdığım dizlerimin
üstüne alırken içinden bir kağıt düştü. Üzerinden onlarca yılın geçtiği belli
olmayacak kadar taze bir yazı. O kelimeleri ardı arkasına dizdiğim gecenin nemi
gelip boğazıma yapıştı.
“Ters çevrilmiş kayıklar gibi
küskünüm. Unutulmuş, eskimiş üstelik fena halde ıslağım. Bunu bilmiyor olamaz.
Çürüyorum.”
Kaçmaya çalıştıkça peşimi kovalayan bir canavarsın sen diye bağırmak
istedim. Güçlü olduğunu sandığın anda, böyle kalkansız miğfersiz kalıvermek
kanıma dokundu. Yine dokundu. Hayatımdaki her şeye geçen hükmüm, yıllar
öncesindeki bir kalp yarasını kapatamamış olamazdı. Sesim çıkmadı. Gözlerimi
sıkıca yumup bu uykuya kaçtım. Birkaç saatlik delik deşik şey, uyku olmasa
gerek.
Sevgili Günlük, bunları sana mutfak masasında yazıyorum. Güveler çıkmış.
Belki de kaçmışlardır. Bu içtiğim kaçıncı kahve bilmem. Yemek tarifleri yazmak
için aldığım defteri buldum çekmecede. Zaten bomboştu. Buraya yazdığım için
gücenmiyorsun değil mi? Birazdan güneş doğacak, şu lambayı kapatır mısın? Sonra
gel beraber izleyelim günün uyanışını. O cüretkâr renk cümbüşü, tek başına
izlenmeyecek kadar güzel olmalı.
Hande Çiğdemoğlu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder