Küçük çocuk, anne babasını (yerine koyduğu kişileri) sorgulayamaz. Onların doğru ve güvenilir olduklarına inanmaya ihtiyaç duyar. Kötü davrandıklarında öfkesini bastırır, farkında olmadığı ve ileride başka yerlere yönelteceği bir nefret büyütür içinde. Verilen dinsel bilgileri, güzellik gibi kavramları, erkeklik gibi değerleri içselleştirir.
Gücü Çocuklarına Yeten Toplum
Bir annenin veya babanın çocuğunu “bazı durumlarda” dövmesine göz yuman
bir devletin niteliği nedir?
Böyle bir konu açıldığında, en çok “bazı durumlar” ayrıntısı üzerinde
durulduğu dikkatinizi çekiyor mu? Büyük çoğunluk, çocukların dövülmesine değil,
“suçsuz yere dövülmesine” karşı çıkıyor. Eğitim aracı olarak “dayak”, yaygın
biçimde onaylanıyor.
Daha -kendimi sansürlemeden söyleyeyim- aşağılık bir tutum var: Bir anne
babanın eğitim aracı olarak “dayak”ı yanlış bulması, ama sabrının taşmasını
mazeret olarak ileri sürmesi.
Kişiliğindeki zayıflıkların acısını gücünün yettiği insanlardan
çıkaranlar, herhalde en az saygı hak edenlerdir.
Her şeyden önce, sabrına güvenmeyenlerin çocuk sahibi olmaya hakkı
bulunmadığı kabul edilmeli. Dünyaya gelmeye kendi karar vermeyen bir bebekten
mi bekleyeceksiniz, doğmuş olmanın sorumluluğunu yerine getirmesini?
DAYAK SERBEST, KABULLENMEK ZORUNLU
Konuya devam etmek için, ne yazık ki, çok alt düzeyde bazı doğruları
hatırlatmak zorundayız: Çocuk, annesinin veya babasının malı değildir. Kendi
mülkünüz olan evde duvarları istediğiniz renge boyatmak, ev eşyalarını istediğiniz
gibi düzenlemek gibi olamaz, çocuklarınızı yetiştirme tercihiniz. Bununla
ilgili yasalar da çoğunluğun görüşüyle veya kültürel değerlerle
sınırlandırılamaz.
Alice Miller, 1998’de yazdığı kitabında, İsveç’te çocuklara dayak
atılmasının 20 yıl önce yasaklandığını belirtiyor. Ve “Halkın yüzde 70’i yasaya
karşıydı. Bugün bu oran yüzde 10’a düşmüştür.” diyor.
E, demek bazı devletler toplumdan ileride olabiliyor. Ha, bu arada,
“yasakçılık”a karşı olmak, hiçbir şeyin yasaklanmamasını savunmak anlamına da
gelmiyor.
Peki bizdeki durum ne? İnternetten biraz araştırınca, 2016 tarihli bir
makaleden öğreniyoruz ki, dayak serbest! (https://www.memurlar.net/haber/572783/ogretmenin-terbiye-tedip-hakki-nedir.html)
Sitede verilen bilgiler, Dr. Metin Feyzioğlu’nun bir yazısına dayandırılıyor.
(Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, cilt 50, 2001, sayı 1, s. 41-53.)
Çocuğu dövmeye, bizim devletin dilinde “Terbiye (Tedip) hakkı” deniyor.
Bu hakkı kimler kullanabiliyor? “İdaresi altında bulunma, büyütme, okutma,
bakma, muhafaza etme veya bir meslek ve sanat öğretme ilişkisi bulunan kimseler.
Örneğin, anne ve babalar, okullarda öğretmenler, atölyelerde ustalar vs.”
Ama çok vicdanlı ve adaletli devletimiz, çocukları dövmeyi
sınırlandırıyor! “Dayağın veya dayak atmanın şahsın sağlığına zarar verdiği,
onu tehlikeye soktuğu…” durumlarda yasak.
HAYAT YOLLARI
Alice Miller, uzun yıllar psikanaliz alanında çalışmalar yapmış ve
kitaplar yayınlamış bir akademisyen. Hikayeler anlattığı bir kitabı da var: Hayat
Yolları.
Doğrusu, Hayat Yolları’nda yer alan yedi öykünün, yazınsal bir değeri pek
yok. Başladığınız kitabı genellikle bitirmek için gayret etmek gibi bir alışkanlığınız
olsa da, bazı öyküleri tamamlamadan sonrakine geçiyorsunuz.
Kitabın sonraki bölümünde ise, iki makale bulunuyor. Özellikle “Nefret
Nasıl Ortaya Çıkar?” başlıklı yazı, ilk bölümdeki öyküleri de zaman zaman örnek
olay gibi kullanarak, önemli düşünceler açıklıyor. Laf aramızda, o öyküleri
okumasanız da yazının kendi başına bir bütünlüğü var.
Miller’in akademik bir çalışması değil, bu kitap. Herkesi ilgilendiren
ama buna karşılık çok az ilgilenilen bir konuda, kolay anlaşılır biçimde
bilgiler veriyor.
İnsanın kişilik özelliklerinin, doğduğu andan itibaren yaşadığı sürece
geliştiğini biliyoruz. Kalıcı temel özellikler küçük yaşlarda, özellikle de ilk
üç yılda şekilleniyor. Değişmez değildir elbette, ama yıllar ilerledikçe
katılaşır, değişim zorlaşır.
Miller bunu, istenmeyen durumla karşılaşan bütün canlılardaki “kavga veya
kaçma” dediği tutumun çocukta ortaya çıkamayışına bağlıyor. Öyle ya, küçük bir
çocuk için, yıllarca, yaşadığı koşullara direnme veya orayı terk etme
seçenekleri geçerli değildir.
Biliyorsunuz, o yaşlarda, çocukların anne babasını (veya onların yerine
koyduğu kişileri) sorgulama yeteneği yoktur. Onların doğru, güvenilir ve güçlü
olduklarına inanmak, minik insanlar için bir ihtiyaçtır. Verilen dinsel
bilgileri, “güzel-çirkin” gibi çeşitli kavramları, “erkeklik-kadınlık” gibi
değerleri içselleştirirler.
Siz hiç, “Çocuğumu dövüyorum, çünkü ben eğitimden anlamam, sevgiyi
bilmem, kötü bir insanım.” diyen yetişkin gördünüz mü? Elbette çeşitli
savunmalar dile getireceklerdir. Asıl vahim olanı, çocukların böyle zulümlere
ve hastalıklı kişiliklere karşı doğal biçimde ortaya çıkacak duygularını bastırması.
Bilinçaltına yerleşen sorunlar, nevrozlar…
Minik insan, en güvendiği kişilerin kendine yönelik kaba davranışlarını
ve zorbalıklarını yüceltecektir. İlerleyen yıllarda, bir öğretmeninin kendisini
dövmesiyle onun kendisinin iyiliği için uğraşmasını eşleştirecektir. Bir kişiye
tercihine aykırı biçimde müdahale etmeyi, onu sevmek ve onun için özveride
bulunmak diye açıklayacaktır. Nietzsche’nin “Öldürmeyen her darbe seni
güçlendirir” sözüyle bağlantılı bir eğitim anlayışı geliştirip faşist
yöntemleri aklayacaktır.
Ömrünün ilk yıllarında çocuğun edindiği özellikler, yetişkinlik döneminde
akıl yoluyla verilecek bilgilerden daha güçlü izler bırakacaktır.
EVLER, OKULLAR, SUÇLAR
Alice Miller, 20. yy. başlarında Almanya’da yaygın olan çocuk eğitimi
anlayışını, dağıtılan kitapçıkları, anne babalara öğretilen yöntemleri anlatıyor.
Çocuklara sevgi göstermenin “zararları”, ağlayınca bazen ilgisiz bırakmak
gerektiği, şımartmamak için alınacak önlemler, hangi durumda nasıl cezalar
uygulanması yönünde öneriler…
Birkaç kuşağın bu şekilde yetiştirildiğini söylüyor Miller. Bu
yöntemlerin en yaygın biçimde kabul edildiği yıllardan 30-40 yıl sonrasının
Hitler dönemi olduğuna dikkat çekiyor.
Belli ki, hasta bir toplumda, o hastalığı temsil eden kişi lider konumuna
yükseliyor.
Aynı yazıda Miller, Nazi dönemindeki kamplarda Yahudi çocuklardan sorumlu
bakıcı olarak görev yapan Alman kadınlarla ilgili araştırmalar hakkında bilgi
veriyor. Kendileri de anne olan o kadınların Yahudi çocuklara uyguladığı
çeşitli ruhsal ve bedensel işkenceleri özet biçimde dile getirirsek, ne kadar
da inanılmaz gelecektir.
Peki ya, memleketimizin evlerinde ve okullarında çocuklarımıza nasıl
davranıldığını, mazeretleri onaylamadan ortaya döksek?
Sağlıksız bir toplumuz. Çocuklarımıza karşı suç işliyoruz!
Dayağı onaylamak mümkün değil ama ne yazık ki vazgeçilmeyen bir yöntem. Ne var ki çocukluklarında ebeveynlerinin şiddet uygulamasına maruz kalan bireylerin ileri ki yıllar da ebeveynlerine daha çok düşkün olduklarını gördüm ve bir türlü anlamlandıramadım...Stockholm Sendromuyla açıklanabilir mi acaba?
YanıtlaSil