KIZILDAN MAVİYE
Annesi ve babası aklına geldiğinde
denizin tam ortasındaydı. Gerçi karanın görünmediği her yer denizin ortası
sayılırdı. Sınırları, güzelliği, kuralları ve merhameti muğlak bu koca suyun
içine kendini bile isteye hapsetmişti. Uzun zamandır buradaydı.
Midesi bulanıyordu. Buna neden olan,
küçük teknesinin büyük dalgalar içinde bir ceviz kabuğu gibi savrulması
değildi. Ne zaman aklına annesi ve babası gelse hep midesi bulanır, her
seferinde direnir ama yine de kusardı. En çok da babasını düşündüğü zamanlar.
Zaten önce aklına babası gelir, sonra onun peşini, silik bir gölge gibi salınan
annesi takip ederdi. O halde aklına babası ve annesi geldi demeli. Midesindeki
anafor beynine yürüyordu gene. Unutmak, yok saymak istediği ne varsa el ele
tutuşup göz yoran taşkın danslarına başlamıştı. Hava puslu ve karanlıktı.
Bulutlar fırtına topluyor, deniz bulanık dalgalarla hoyratlaşıyordu.
Bütün bunları hak etmiş miydi? Yaşanan
her şey hak mıydı? Hak neydi? Önünü arkasını, sebebini sonucunu, ötesini
berisini düşünmekle yorulmuş yıllarına yazık değil miydi? Belki de abartıyordu.
Altı üstü hadım edilmişti. Dünyada tek hadım o değildi ki, bu kadar dert
edilecek ne vardı? Babasıydı o. Hadım etmişse etmişti. Edemez miydi? Ne yapsa
hakkıydı. Dünyaya o olmasa gelemezdi. Gelmese de olur muydu? Kendini ikna
etmeye çalıştıkça doymayı unutmuş midesi daha da bulandı, ezildi büzüldü, içine
çekilip, dışarı döndü. Sonunda denize yetişemeden, teknenin ortasına kustu.
Safra sarısı olabildiğince hızla kendi
gölünü oluşturmuştu. Teknenin ortasında, içinde soru işaretleri, ünlemler,
noktalı virgüller ve üç noktalar olan iğrenç bir birikinti duruyordu.
Dizlerinin üstüne çöküp, içinden çıkanların kokusuyla sarhoşladı. Sarıdan
yeşile çalan hikâyesi, usulca tekneye yayılıyordu. Elleriyle kesti yolunu.
Hatırlamadığı bir acının bunca zaman böyle kabuksuz bir yara olması bile
hataydı.
Kendiyle bulaşık ellerini denize
sarkıtıp, çalkaladı. İlerisinde kara olduğunu tahmin ettiği yerlere yağmur
yağıyordu. Tombul bir buluttan inen, hayale benzeyen çizgileri seyretti. Tenine
değmeyen ama var olduğunu bildiği yağmur, içindeki masum umudu canlandırdı. Bir
gün biri onu sevecekti. Çok sevecekti.
Haminnesi "Kadınlar kendilerine
çocuk veremeyecek erkekleri sevmez." demişti. "Gözünü de gönlünü de
kapat, ne üzül ne üz!"
Onu kimsenin sevemeyecek olmasından daha
çok henüz onu kimsenin sevmemiş olmasına üzgündü o zamanlar. Buna inanıyordu. Çocuktu.
Sertleşmiş damakları ile ekmeği ezip, eliyle çekirdeğini çıkardığı zeytini
ağzına attığında konuşurdu haminnesi. Sobanın başında oturduğu, görmeyen
gözlerini uzaklara diktiği zamanlar ise bir taş gibi sessizdi. Usulca onun
yanına sokulur, ısınmayan dizlerine yatardı. Başını okşasın diye beklemezdi,
ağzına bir zeytin bir de ekmek atsın diye beklerdi. Çünkü haminnesi ancak o
zaman konuşur, yaşayan bir şeye dönüşürdü.
"Sever oğlum seni baban. Sevmez mi hiç.
Onun babası da onu severdi."
"Ya annem?" derdi çocuk.
Yüzündeki bereleri tam, aklı yarım annesi. Varlığı ile yokluğu arasında gri bir
saç teli olan annesi. O sever miydi oğlunu? Babası neden tamlığını eksiltmişti?
Annesi hiç üzülmemiş miydi? Çocuğunu korumamış mıydı? Ne zaman bu soruları
soracak olsa haminnesini doyuran tek lokma bitmiş olur, bir türlü sorusuna
cevap alamazdı.
Bir gün çok hastalandı yaşlı kadın.
Ateşler içinde kıvrandı. Görmeyen gözleri yuvalarına çöktü. Geceler boyu
inledi. Çok üzüldü çocuk, annesi daha da silindi evden. Babası baktı annesine.
Başına ıslak tülbentler koydu, ağzına kaşıkla su verdi, gecelerce uyumadı
başında bekledi. İçi sıcacık oldu çocuğun, "Babam ne iyi" dedi. O
gecelerin sonundaki bir sabah, haminnesini sobanın başında buldu çocuk.
Sevinçle dizlerinin dibine çöktü. Kadın iştahla yiyordu. Zeytinleri ikişer
ikişer ağzına atıyor, ağzındaki koca ekmeği yutmak için sarı çayından yudumlar
alıyordu. O gün bütün sorularını sordu çocuk. Haminnesi yedikçe konuştu.
Konuştukça yedi, yedikçe konuştu.
Öğrendi çocuk. Babası kötü değilmiş, hiç
değilmiş. İçindeki canavarmış suçlu olan. Belki de bir cin, bir şeytan, bir
hastalık. Kan seviyormuş, tutamıyormuş kendini. Sonra çok üzülüyormuş ama
vurmadan, kesmeden, dişlemeden duramıyormuş. Kanın kızılını görmeden, kokusunu
duymadan uyumuyormuş çünkü içindeki şey. Sonra çok üzülüyormuş, çok ağlıyormuş
babası. Babasının babası da öyleymiş, onun babası da. Haminnesi de feda etmiş
kanını. Aha bak dişleri dökülmüş, gözü kör olmuş ama hiç şikâyet etmemiş.
Severmiş babasının babası, haminnesini. Sevmez olur muymuş hiç? Babası da
annesini severmiş aynı öyle. Bakmasınmış çocuk annesinin meczup haline, ilk
gelin olduğunda cıvıl cıvıl bir şeymiş. Annesi de hiç şikâyet etmemiş. Sonra dili
lal olmuş zaten.
-mış, -miş. Başını teknenin cilası gitmiş
tahtasına dayayıp, yüzüne değen suya nefretle baktı, bunları hatırlarken. Sonra
utandı. Nefret edecek ne vardı? Ya da nefret edilecek şey deniz miydi ki ona
böyle bakıyordu. Onca zamandır bağrına basmamış mıydı onu sanki. Kim bilir bu
koca suyun içinde de iflah olmayan canavarlar vardı ama bir gün bile savurup
atmamıştı onu. Karnını da doyurmuştu, göğsüne de yatırıp uyutmuştu.
O gün, haminnesi uyuyup uyanıp yemeğe
devam ettiğinde devam etmişti ancak söze. Kör haminnesi, korkak haminnesi…
Babasının annesiyse o, babasının içindeki canavarın da annesi sayılırdı. Ama
yine de severdi oğlunun oğlunu. Sevmez miydi hiç? Başını okşamasa da dizlerine
yatmasına izin verirdi. O gün hikâyenin geri kalanını öğrenmişti çocuk. Aklı
yatmasa da artık ne olup bittiğini biliyordu.
Babası bir gün ellerindeki kurumuş kanı
ova ova çıkaramayınca dertlenmiş. Taze kanın kokusundan, lekesinden de,
kendinden de tiksinmiş. Bıkmış usanmış bu içindeki doymak bilmeyen canavardan,
cinden, şeytandan, hastalıktan her neyse. Korkmuş babası, çok korkmuş.
Babasının babasını, babasını ve kendini düşünmüş. Sonra oğluna bakmış, onun
oğlunu sonra oğlunun da oğlunu düşünmüş. Bu babadan oğula geçen bir şey
olmalıymış. Her neyse de son bulsun, başka hiçbir dölde yuvalanmasın istemiş. Uyuduğu
yerden kaldırıp, sakince bilediği bıçaklarla hadım etmiş oğlunu. Gözünü bile
kırpmamış alışıkmış kana. Çocuk henüz bebek sayılırmış. Çok ağlamış çocuk, günlerce ateşten yanmış. Ölecek sanmışlar.
Çocuk ölmemiş, ama öyle çok kanamış ki babası o gün kana doymuş. Doymuş da ne
olmuş, annesi lal olduğuyla, çocuk eksildiğiyle kalmış. Haminnesi zaten körmüş.
Babası o günden sonra yüzünü duvara dönmüş, gözlerini kimseye değdirmemiş.
Bunları öğrendikten üçten az birden çok
sene sonraydı denizle buluşması. Kara üstünde yaşayanlardan mı kaçtı, kendini
onlardan mı kaçırdı bilinmez. Çocukluktan yeni çıkmıştı. Hem hiç kimse onu sevmezdi, sevmeyecekti.
Haminnesi yalan demezdi.
Kendini
hapsettiği bu mavi hiçlikte, kapanmayan yarası kadar büyük bir şey daha vardı
yanında. Umut! Kimseden öğrenmediği ve kimseye öğretemeyeceği bu inatçı şey iyi
ki vardı.
Bir denizkızı
düşlüyordu, her sabah ve her akşam. Bir de uykuya teslim olmadan evvel. Sadece
bir denizkızı onu sevebilirdi. Emindi bundan. Bir gün gelecek, uzun sarı
saçlarını savurarak ufukta belirecek, ışık gibi hızla gelip pırıltılı kuyruğunu
teknesine atacaktı. Gülümseyerek ona şarkılar söyleyecek, içinin karanlığını
aydınlatacaktı. O da denizkızını sevecekti. Babasının annesini, babasının haminnesini
sevdiği gibi değil. Masmavi sevecekti. İnanıyordu, inanmak nefes almaktı.
Tuzlu derin bir
soluğu içine çekti. Midesi yatıştı, ateşi soğudu. Uzaktaki yağmurlar dindi,
bulutlar onun dumanlı başını ıslatmaya başladı. Deniz durulmuş, dalgalar
mavileşmişti.
Hande Çiğdemoğlu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder