Gülerken gözlerinin içi gülen bir kızdı Gülizar.
Her mevsim, bahar kuşları gibi neşeliydi. Annesi ve erkek kardeşi ile birlikte,
küçük esnaf lokantalarında dur durak bilmeden çalışır, yorulduğunu bir an bile
belli etmezdi. Kim bilir belki de hiç yorulmazdı. Ufak tefek bedeni ile tezat
bu güç, göreni hayrete düşürecek cinstendi. Annesi, o ve kardeşi henüz
küçücükken, babasının ihanetine uğramış, bir an bile beklemeden boşanmıştı.
Sonrası ise iki küçük çocukla memlekete dönüş, ekmek derdi, çocukları büyütme
çabası. Kendi kırgın kalbinin derdine yanacak vakti olmayan anne, gecesini
gündüzüne katıp çalışmıştı, kimseye muhtaç olmadan aslanlar gibi de büyütmüştü
çocuklarını. Oğlu, ablasını beklemeden erkenden evlenmiş, daha kendi büyümeden
bir de baba oluvermişti. Gülizar ise lunaparkta eğlenen bir çocuk gibi görünse
de yorgun annesinin, uçarı kardeşinin ve gittikçe elden ayaktan düşen anneannesinin
sorumluluğunu sırtlamıştı.
Gülizar’ın da görüştüğü biri vardı. Lokantayı
kapatınca, annesinden eve fazla geç kalmamak kaydıyla aldığı izinleri onunla
buluşmak için kullanırdı. Kimi parkta buluşup çekirdek çitlerler, kimi dere
boyunda yürürler, kimi de sinemaya giderlerdi. Gülizar en çok dondurmacıya
gittikleri zamanları severdi. Kağıt helvanın arasındaki bir top karamel, bir
top çikolatalı dondurmanın erimesini beklerken, zaman daha renkli geçerdi
sanki. “Aşık mısın?” diye soranları, sesinde hayal kırıklığını bile dans
ettiren o cıvıltıyla, “Ne bileyim, herhalde aşığımdır. Biraz soğuk, ne bileyim
biraz sert ama iyi çocuk” diye yanıtlardı. Gülizar, bir süre sonra nişanlandı o
iyi çocukla.
Askerden henüz gelen ve amcasının torpiliyle de
olsa belediyede işe giren damadından memnundu annesi. Ailesi de kendi halinde
insanlardı. Annenin yanında yaşlı da olsa bir baba vardı nihayetinde.
Kendilerinin sahip olduğu, kardeşinin mürüvvetinde olduğu gibi Gülizar’ınkinde
de ortada olmayan baba namzeti gibi değildi o adamcağız. Gerçi ona eskisi kadar
sövmüyordu artık. Saplandığı yeri unutmasa da acısını eskitecek kadar uzun
zamandır yaşıyordu o hançerle. Her şeyin ötesinde, şükür ki iki evladı da
yerine yerleşmiş olacak, o da tek başına sırtlandığı sorumluluğu, artık onların
eşleriyle paylaşacaktı. Çok yorgundu. Kim bilir belki dükkânı çocuklara bırakır
emekli bile olurdu. Düğün hazırlıkları çok geçmeden başladı. Gülizar ise yokuş
aşağı hızıyla giden bu işlerden sıkılıyordu. Nişanlısıyla akraba ziyaretlerine
gitmek, kayınvalidesi ile halı almak, nikâh şekeri seçmek falan ona göre
değildi. Hele ki, ne kadar kanı kaynasa da başka bir adama “baba” demek içini
dağlıyordu. Yıllar yılı diline yasaklı bu kelime, şimdi ağzından ne kadar da
kolay çıkıyordu. Gülizar şikâyet etmiyordu ama yüzündeki bahar gittikçe rengini
yitiriyordu.
Derken Gülizar’ın gülleri farklı renklerde
açmaya başladı. Her zamankinden daha neşeli ve canlı görünüyordu. Sabah
dükkânın önünü şarkılar mırıldanarak süpürüyor, en sevmediği paket servisleri
bile itirazsız yapıyordu. Bununla birlikte, daha önceden pek nadir görünen
hüzünlü halleri de dikkat çeker olmuştu. Zaman zaman da olsa dalıp gitmeli,
buğulu bakışlı bir Gülizar’a kimse alışkın değildi. Hayatında pek bir
değişiklik yok gibi görünüyordu. Her zamanki gibi sabah erkenden dükkâna
geliyor, tüm gün çalışıyor akşamları da nişanlısı ile görüşüyordu.
Asıl değişiklik mahalledeydi. Lokantalarının
yanına bu sokak için fazla ışıltılı görünen bir kuaför salonu açılmıştı.
Gülizar ise salonun sahibiyle uzun süredir tanışıyormuşçasına yakın arkadaş
olmuştu. Bu yeni komşu, yemekleri lokantada yiyor, Gülizar da güzellik işlerinden
hiç anlamasa da ona yardım ediyordu. Buldukları tüm boş vakitleri birlikte
geçiriyorlardı. Kimi çarşıya malzeme almaya gidiyor, kimi dükkânlarının
önündeki taburelerde oturup çay, Gülizar’ın nişanlısıyla görüşmediği akşamlar
birlikte dolaşıyorlardı. Gülizar, bu yeni arkadaşından annesine hatta
nişanlısına hayranlıkla bahsediyordu. Onun tek başına başardığı işlerden,
duruşundan, hayat görüşünden, gücünden etkilenmişti. Annesi bu yakınlığı fazla
görse de üstelemiyor, kızının belki de ilk kez gerçek bir arkadaş edinmesine
içten içe seviniyordu. Nişanlısı ise durumu, Gülizar’ın anlattığı diğer
şeylerden fazla umursamamıştı.
Gülizar mutluydu. Şimdiye kadar yaptığı “ –mış
gibi” lerden değil sahiden mutluydu. Birine, bütün katmanlarından sıyrılıp,
sadece özüyle yaklaşmak tarifsiz bir huzurdu. Onunla tanışmasaydı bu kadar çok
rolü, böylesine çeşitli maskeleri olduğunu belki de hiç anlayamayacaktı.
Aklından geçeni filtrelemeden söylüyor, kalbine gömdüğü yaralarını rahatlıkla
açıyor, dilediğinde kahkaha atıyor, dilediğinde utanmadan hüngür hüngür
ağlıyordu. Arkadaşı onu tüm benliğiyle sarmalamış, gözlerine sahiden bakmış,
sözlerini kulağıyla değil kalbiyle dinlemişti. Gülizar, kendini ilk kez bu
kadar değerli hissediyordu. Çok mutluydu. Ama artık etrafındaki insanların
hayatındaki yerini sorgular olmuştu. Birbiri ardına hızlıca eklenen günler,
aralarındaki görünmez bağı gittikçe güçlendirmişti. Arkadaşı hayatında ağzına
koymadığı enginarı gülümseyerek yiyordu artık. Gülizar ise hiç boyamadığı
saçlarının rengini kızıla çevirmişti.
*
Aslı, uzun boylu, iri yapılı dikkat çekici bir
kızdı. Kısacık sarı saçları, çelik mavisi gözleri, boyamadığı incecik dudakları
ile göreni neredeyse korkutan bir sertliği vardı. Değil esnaf komşularına,
müşterilerine bile güldüğü nadirdi. Aslı’nın bu dünyada mecburiyetten yaşıyor
gibi sıkılgan ve öfkeli hali, bir tek yeni arkadaşının yanında dağılıyordu.
Gülizar, ruhundaki bahar renklerinin her birini, Aslı’ya cömertçe armağan
etmişti. Hayatı boyunca herkes her şeyini sakınmıştı Aslı’dan. Karşılığını
almadan, hiçbir şey verilmemişti. Sahip olduklarına ise dişi, tırnağı, kanı ve
gözyaşı karşılığında ulaşmıştı. Bu kızın cömert yüreği, Aslı’nın duvarlarını
delip geçecek, tüm sivri köşelerini yumuşatacak, hayata tekrar umutla
baktıracak kadar saf bir sevgi ile doluydu. Aslı’nın ihtiyacı olan ve asla
vazgeçmeyeceği şey de buydu.
Tanışmalarının üzerinden çok değil yarım mevsim
geçmiş, yapraklar henüz sararmaya başlamıştı. Gülizar’ın nikâh tarihi
yaklaşıyordu. Karar vermeleri zor olmadı. En azından Aslı için. Hayatlarının
geri kalanını birlikte geçireceklerdi. Böyle olmalıydı. Gülizar için ise
yaşadıkları anlaşılmaz hatta korkutucuydu. Romanlarda okuduğu, filmlerde
izlediği, şarkılarını dinlediği o şey, olanca kudretiyle yüreğindeydi. Yine de
“ortada yanlış bir şey var” hissinden kendini kurtaramıyordu. Gülizar’ın
kavrayamadığı bu tutkulu şeyi, sonunda Aslı anlatmıştı ona. Severek,
fısıldayarak, inandırarak… Gülizar, hayatında ilk kez birinin onu gerçekten
tamamladığını hissediyordu. İçinde bir yerlerde hep hissettiği bu yerine
yerleşememişlik, bu iğretilikten kurtulmanın verdiği huzur, vazgeçilmeyecek
kadar güçlüydü.
Gülizar cesaretini toplamış, annesinin tüm
itirazlarına rağmen nişanı atmıştı. Aslı’nın ise değiştirmesi gereken pek bir
şeyi yoktu. Açıklama yapması gereken bir ailesi mesela. Artık yoktu… O, bu
kopuşu uzun zaman önce kanaya kanaya yaşamıştı. Babası elinde ekmek bıçağıyla
onu evden kovduğunda, annesi gıkını bile çıkarmamış, en sevdiği kız kardeşi
bile giderayak yüzüne tükürmüştü ya, ne ailesi? Hırsızlık yapsa, adam öldürse
hatta kendini satsa bile bu tepkiyi görmezdi. Onu bir anlayan, saklayan,
bağrına basan çıkardı. Ama olmamıştı işte! Neyse ki “yüz karası” damgasıyla
geçen yıllar akarken, kalbine yakın yaralar kabuk tutmuş, etrafı sert ve güçlü
bir deriyle sarmalanmıştı.
Aslı, Gülizar’ın dışarı çıkmak isterken, içine esen
o korkunç fırtınasını biliyordu. Ona destek olmaya çalışıyor ama yine de o
güzelim hüznüne engel olamıyordu. Zaten söyleyemezdi, hiçbir şey kolay
olmayacaktı. Ne etraftakiler ne ailesi bu durumu anlamamakla kalmayacak onu
hain hatta düşman belleyeceklerdi. Bir seçim, pek çok şeyi silip süpürecekti.
Gülizar’ın buna hazırlıklı olması gerekiyordu. Ama bu bahar dalları gibi narin
ve coşkulu kızın, canhıraş bir kavgaya hazır olduğuna emin değildi. Bu yüzden
bir süre, belki de uzunca bir süre olan biteni herkesten gizlemeleri
gerekiyordu. Karar verilmişti artık. Birbirlerinden asla ayrılmayacaklardı.
Aslı her şeyi halledecekti. Gülizar’ın yükünü de sırtlanacak, onun sadece
çiçeklenmeye yakışan yüzünü güldürmek için her şeyi yapacaktı.
Bir süre sonra, Aslı dükkânı devretti. Gülizar,
annesi ile konuşma cesaretini kendinde bulamasa da kalbinden kalemine dökülen
satırlara sığındı. Annesinin yastığının altına o nemli mektubu koyduğu gecenin
sabahı, sessizce evden çıktı. Ayrılık zordu! Aslı ile otobüs terminalinde buluştular.
Sabahın ilk ışıkları ile yol alan otobüste bir kadının gözyaşları, diğerinin
omzunu ıslatıyordu.
*
Sonra ne mi oldu? Kardeşi de, yıllardır ortada
olmayan babası da, konu-komşu, hısım-akraba, arkadaş, ahbap, müşteri, esnaf
hatta sağır sultan bile Gülizar’ın kaçtığını duydu. Annesinin acemice uydurduğu yalanlara kimse
inanmadı. İnsanların ağzı dolu dolu konuşacağı, kınayacağı, bıyık altından
güleceği, hayıflanacağı hatta kimilerinin belli etmeseler de özeneceği bu şey,
sadece filmlerde olmuyordu demek ki.
Baba oğul, Gülizar’a hesap sormak hatta onu cezalandırmak için barışıp,
birlik oldular. Gülizar’ın peşine düştüler. Neyse ki bulamadılar. Bir süre
sonra ikisi de bu işten sıkıldı, kendi hayatlarına geri döndü.
Annesi ise, yerinden kıpırdamadı. Biraz daha
yaşlandı, içi kararıp kurudu. İkinci kez ihanete uğramanın ve yine
terkedilmenin küskünlüğü bir tarafa, olanlara inanmak istemedi. Gülizar’ın
yazdığı mektuptaki adrese her gün kırgın bir dokunuş bıraktı. Günden güne artan
hasretini topraklara gömdü. Kızının yaşadığı bu şeyin geçici bir heves
olduğuna, bu şekilde asla mutlu olamayacağına ve bir gün geri dönüp af
dileyeceğine emindi.
Gülizar dönmedi…
Hande
Çiğdemoğlu
hande.cigdemoglu@gmail.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder