Kaç Gülizar Kaç - Hande Çiğdemoğlu - Sevdalım Hayat
Kaç Gülizar Kaç - Hande Çiğdemoğlu

Kaç Gülizar Kaç - Hande Çiğdemoğlu

Paylaş

 Kaç Gülizar Kaç
Gülerken gözlerinin içi gülen bir kızdı Gülizar. Her mevsim, bahar kuşları gibi neşeliydi. Annesi ve erkek kardeşi ile birlikte, küçük esnaf lokantalarında dur durak bilmeden çalışır, yorulduğunu bir an bile belli etmezdi. Kim bilir belki de hiç yorulmazdı. Ufak tefek bedeni ile tezat bu güç, göreni hayrete düşürecek cinstendi. Annesi, o ve kardeşi henüz küçücükken, babasının ihanetine uğramış, bir an bile beklemeden boşanmıştı. Sonrası ise iki küçük çocukla memlekete dönüş, ekmek derdi, çocukları büyütme çabası. Kendi kırgın kalbinin derdine yanacak vakti olmayan anne, gecesini gündüzüne katıp çalışmıştı, kimseye muhtaç olmadan aslanlar gibi de büyütmüştü çocuklarını. Oğlu, ablasını beklemeden erkenden evlenmiş, daha kendi büyümeden bir de baba oluvermişti. Gülizar ise lunaparkta eğlenen bir çocuk gibi görünse de yorgun annesinin, uçarı kardeşinin ve gittikçe elden ayaktan düşen anneannesinin sorumluluğunu sırtlamıştı.

Gülizar’ın da görüştüğü biri vardı. Lokantayı kapatınca, annesinden eve fazla geç kalmamak kaydıyla aldığı izinleri onunla buluşmak için kullanırdı. Kimi parkta buluşup çekirdek çitlerler, kimi dere boyunda yürürler, kimi de sinemaya giderlerdi. Gülizar en çok dondurmacıya gittikleri zamanları severdi. Kağıt helvanın arasındaki bir top karamel, bir top çikolatalı dondurmanın erimesini beklerken, zaman daha renkli geçerdi sanki. “Aşık mısın?” diye soranları, sesinde hayal kırıklığını bile dans ettiren o cıvıltıyla, “Ne bileyim, herhalde aşığımdır. Biraz soğuk, ne bileyim biraz sert ama iyi çocuk” diye yanıtlardı. Gülizar, bir süre sonra nişanlandı o iyi çocukla.

Askerden henüz gelen ve amcasının torpiliyle de olsa belediyede işe giren damadından memnundu annesi. Ailesi de kendi halinde insanlardı. Annenin yanında yaşlı da olsa bir baba vardı nihayetinde. Kendilerinin sahip olduğu, kardeşinin mürüvvetinde olduğu gibi Gülizar’ınkinde de ortada olmayan baba namzeti gibi değildi o adamcağız. Gerçi ona eskisi kadar sövmüyordu artık. Saplandığı yeri unutmasa da acısını eskitecek kadar uzun zamandır yaşıyordu o hançerle. Her şeyin ötesinde, şükür ki iki evladı da yerine yerleşmiş olacak, o da tek başına sırtlandığı sorumluluğu, artık onların eşleriyle paylaşacaktı. Çok yorgundu. Kim bilir belki dükkânı çocuklara bırakır emekli bile olurdu. Düğün hazırlıkları çok geçmeden başladı. Gülizar ise yokuş aşağı hızıyla giden bu işlerden sıkılıyordu. Nişanlısıyla akraba ziyaretlerine gitmek, kayınvalidesi ile halı almak, nikâh şekeri seçmek falan ona göre değildi. Hele ki, ne kadar kanı kaynasa da başka bir adama “baba” demek içini dağlıyordu. Yıllar yılı diline yasaklı bu kelime, şimdi ağzından ne kadar da kolay çıkıyordu. Gülizar şikâyet etmiyordu ama yüzündeki bahar gittikçe rengini yitiriyordu.

Derken Gülizar’ın gülleri farklı renklerde açmaya başladı. Her zamankinden daha neşeli ve canlı görünüyordu. Sabah dükkânın önünü şarkılar mırıldanarak süpürüyor, en sevmediği paket servisleri bile itirazsız yapıyordu. Bununla birlikte, daha önceden pek nadir görünen hüzünlü halleri de dikkat çeker olmuştu. Zaman zaman da olsa dalıp gitmeli, buğulu bakışlı bir Gülizar’a kimse alışkın değildi. Hayatında pek bir değişiklik yok gibi görünüyordu. Her zamanki gibi sabah erkenden dükkâna geliyor, tüm gün çalışıyor akşamları da nişanlısı ile görüşüyordu.

Asıl değişiklik mahalledeydi. Lokantalarının yanına bu sokak için fazla ışıltılı görünen bir kuaför salonu açılmıştı. Gülizar ise salonun sahibiyle uzun süredir tanışıyormuşçasına yakın arkadaş olmuştu. Bu yeni komşu, yemekleri lokantada yiyor, Gülizar da güzellik işlerinden hiç anlamasa da ona yardım ediyordu. Buldukları tüm boş vakitleri birlikte geçiriyorlardı. Kimi çarşıya malzeme almaya gidiyor, kimi dükkânlarının önündeki taburelerde oturup çay, Gülizar’ın nişanlısıyla görüşmediği akşamlar birlikte dolaşıyorlardı. Gülizar, bu yeni arkadaşından annesine hatta nişanlısına hayranlıkla bahsediyordu. Onun tek başına başardığı işlerden, duruşundan, hayat görüşünden, gücünden etkilenmişti. Annesi bu yakınlığı fazla görse de üstelemiyor, kızının belki de ilk kez gerçek bir arkadaş edinmesine içten içe seviniyordu. Nişanlısı ise durumu, Gülizar’ın anlattığı diğer şeylerden fazla umursamamıştı.

Gülizar mutluydu. Şimdiye kadar yaptığı “ –mış gibi” lerden değil sahiden mutluydu. Birine, bütün katmanlarından sıyrılıp, sadece özüyle yaklaşmak tarifsiz bir huzurdu. Onunla tanışmasaydı bu kadar çok rolü, böylesine çeşitli maskeleri olduğunu belki de hiç anlayamayacaktı. Aklından geçeni filtrelemeden söylüyor, kalbine gömdüğü yaralarını rahatlıkla açıyor, dilediğinde kahkaha atıyor, dilediğinde utanmadan hüngür hüngür ağlıyordu. Arkadaşı onu tüm benliğiyle sarmalamış, gözlerine sahiden bakmış, sözlerini kulağıyla değil kalbiyle dinlemişti. Gülizar, kendini ilk kez bu kadar değerli hissediyordu. Çok mutluydu. Ama artık etrafındaki insanların hayatındaki yerini sorgular olmuştu. Birbiri ardına hızlıca eklenen günler, aralarındaki görünmez bağı gittikçe güçlendirmişti. Arkadaşı hayatında ağzına koymadığı enginarı gülümseyerek yiyordu artık. Gülizar ise hiç boyamadığı saçlarının rengini kızıla çevirmişti.
*
Aslı, uzun boylu, iri yapılı dikkat çekici bir kızdı. Kısacık sarı saçları, çelik mavisi gözleri, boyamadığı incecik dudakları ile göreni neredeyse korkutan bir sertliği vardı. Değil esnaf komşularına, müşterilerine bile güldüğü nadirdi. Aslı’nın bu dünyada mecburiyetten yaşıyor gibi sıkılgan ve öfkeli hali, bir tek yeni arkadaşının yanında dağılıyordu. Gülizar, ruhundaki bahar renklerinin her birini, Aslı’ya cömertçe armağan etmişti. Hayatı boyunca herkes her şeyini sakınmıştı Aslı’dan. Karşılığını almadan, hiçbir şey verilmemişti. Sahip olduklarına ise dişi, tırnağı, kanı ve gözyaşı karşılığında ulaşmıştı. Bu kızın cömert yüreği, Aslı’nın duvarlarını delip geçecek, tüm sivri köşelerini yumuşatacak, hayata tekrar umutla baktıracak kadar saf bir sevgi ile doluydu. Aslı’nın ihtiyacı olan ve asla vazgeçmeyeceği şey de buydu.

Tanışmalarının üzerinden çok değil yarım mevsim geçmiş, yapraklar henüz sararmaya başlamıştı. Gülizar’ın nikâh tarihi yaklaşıyordu. Karar vermeleri zor olmadı. En azından Aslı için. Hayatlarının geri kalanını birlikte geçireceklerdi. Böyle olmalıydı. Gülizar için ise yaşadıkları anlaşılmaz hatta korkutucuydu. Romanlarda okuduğu, filmlerde izlediği, şarkılarını dinlediği o şey, olanca kudretiyle yüreğindeydi. Yine de “ortada yanlış bir şey var” hissinden kendini kurtaramıyordu. Gülizar’ın kavrayamadığı bu tutkulu şeyi, sonunda Aslı anlatmıştı ona. Severek, fısıldayarak, inandırarak… Gülizar, hayatında ilk kez birinin onu gerçekten tamamladığını hissediyordu. İçinde bir yerlerde hep hissettiği bu yerine yerleşememişlik, bu iğretilikten kurtulmanın verdiği huzur, vazgeçilmeyecek kadar güçlüydü.

Gülizar cesaretini toplamış, annesinin tüm itirazlarına rağmen nişanı atmıştı. Aslı’nın ise değiştirmesi gereken pek bir şeyi yoktu. Açıklama yapması gereken bir ailesi mesela. Artık yoktu… O, bu kopuşu uzun zaman önce kanaya kanaya yaşamıştı. Babası elinde ekmek bıçağıyla onu evden kovduğunda, annesi gıkını bile çıkarmamış, en sevdiği kız kardeşi bile giderayak yüzüne tükürmüştü ya, ne ailesi? Hırsızlık yapsa, adam öldürse hatta kendini satsa bile bu tepkiyi görmezdi. Onu bir anlayan, saklayan, bağrına basan çıkardı. Ama olmamıştı işte! Neyse ki “yüz karası” damgasıyla geçen yıllar akarken, kalbine yakın yaralar kabuk tutmuş, etrafı sert ve güçlü bir deriyle sarmalanmıştı.

Aslı, Gülizar’ın dışarı çıkmak isterken, içine esen o korkunç fırtınasını biliyordu. Ona destek olmaya çalışıyor ama yine de o güzelim hüznüne engel olamıyordu. Zaten söyleyemezdi, hiçbir şey kolay olmayacaktı. Ne etraftakiler ne ailesi bu durumu anlamamakla kalmayacak onu hain hatta düşman belleyeceklerdi. Bir seçim, pek çok şeyi silip süpürecekti. Gülizar’ın buna hazırlıklı olması gerekiyordu. Ama bu bahar dalları gibi narin ve coşkulu kızın, canhıraş bir kavgaya hazır olduğuna emin değildi. Bu yüzden bir süre, belki de uzunca bir süre olan biteni herkesten gizlemeleri gerekiyordu. Karar verilmişti artık. Birbirlerinden asla ayrılmayacaklardı. Aslı her şeyi halledecekti. Gülizar’ın yükünü de sırtlanacak, onun sadece çiçeklenmeye yakışan yüzünü güldürmek için her şeyi yapacaktı.

Bir süre sonra, Aslı dükkânı devretti. Gülizar, annesi ile konuşma cesaretini kendinde bulamasa da kalbinden kalemine dökülen satırlara sığındı. Annesinin yastığının altına o nemli mektubu koyduğu gecenin sabahı, sessizce evden çıktı. Ayrılık zordu! Aslı ile otobüs terminalinde buluştular. Sabahın ilk ışıkları ile yol alan otobüste bir kadının gözyaşları, diğerinin omzunu ıslatıyordu.
*
Sonra ne mi oldu? Kardeşi de, yıllardır ortada olmayan babası da, konu-komşu, hısım-akraba, arkadaş, ahbap, müşteri, esnaf hatta sağır sultan bile Gülizar’ın kaçtığını duydu.  Annesinin acemice uydurduğu yalanlara kimse inanmadı. İnsanların ağzı dolu dolu konuşacağı, kınayacağı, bıyık altından güleceği, hayıflanacağı hatta kimilerinin belli etmeseler de özeneceği bu şey, sadece filmlerde olmuyordu demek ki.  Baba oğul, Gülizar’a hesap sormak hatta onu cezalandırmak için barışıp, birlik oldular. Gülizar’ın peşine düştüler. Neyse ki bulamadılar. Bir süre sonra ikisi de bu işten sıkıldı, kendi hayatlarına geri döndü.

Annesi ise, yerinden kıpırdamadı. Biraz daha yaşlandı, içi kararıp kurudu. İkinci kez ihanete uğramanın ve yine terkedilmenin küskünlüğü bir tarafa, olanlara inanmak istemedi. Gülizar’ın yazdığı mektuptaki adrese her gün kırgın bir dokunuş bıraktı. Günden güne artan hasretini topraklara gömdü. Kızının yaşadığı bu şeyin geçici bir heves olduğuna, bu şekilde asla mutlu olamayacağına ve bir gün geri dönüp af dileyeceğine emindi.

Gülizar dönmedi…

Hande Çiğdemoğlu
hande.cigdemoglu@gmail.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder