Ah Gönül Abla Ahh!
Bizim gecekondu mahallesinde en sağlam dostluklar, iki
kadının ahretliğinden çıkardı.
Annemin ahretliği de Gönül teyzeydi.
Tanıdığım en delikanlı kadındı. Annem her Gönül
dediğinde, benim aklıma başka başka şeyler gelirdi. Hayalimde, kadın bedeninde
yaşayan bir erkeği canlandırır ve bir gün gerçeği itiraf edeceğini düşünürdüm.
Bıyıkları hatta sakalları bile vardı. Bir evin erkeğiydi, oysa evlerinde hiç
erkek yoktu.
Annemlerin uzun süren gece mesailerinde, sabahın ilk
ışıklarına kadar süren dikiş makinası tıkırtısı, benim ve onun kızlarının
ninnisi gibi olurdu. Kumaşlardan arta kalanlarla diktiği bebeklerimizi
ellerimize tutuşturup, “Hadi bakalım kızlarınızın uykusu gelmiş. Nasıl
annesiniz siz?” diye çıkışırdı. Biraz oynadıktan sonra hayalimizde masallar
uydurur, yanlarına koşar, onları meşgul ederdik. Benim hayalimde babam olurdu
hep. Masallarımın başkahramanı babamdı. Güçlüydü...
Lale ve Nergis’in masalları bile yetimdi. Demek ki,
yokluğuna alıştığı bir insanı, hayaline bile alamazdı insan. Ben masalımı
anlatınca mest olmuş gibi dinlerlerdi.
Keşke babalar hiç ölmeseydi...
26’sında dul kalacağını nerden bilebilirmiş ki Gönül
teyze. Kaçarak evlendiği için ailesi reddetmiş onu. Kimsecikleri yoktu. Genç
kızken köylerindeki okulda dikiş-nakış derslerine gitmiş, bir yıl daha devam
etse hoca olacakken, sevdasının peşine takılıp İstanbul’a gelmiş. Eşi dışarda,
o evde çalışmaya devam etmiş. Sokağın başındaki tabelayı eşi elleriyle oymuş
iğde ağacına: “Terzi Gönül”. İğde tadında bir yolculuğa terk etmiş onu.
Bir gece sarılarak uyudukları yataklarından, Gönül
Teyze uyanmış sadece. Kalp krizi demişler.
Toprağa verdikleri günün ertesi, siparişleri dikmeye
devam etmiş.
Rotasını kaybedip karaya oturmuş bir yük gemisi gibi
çaresizdi Gönül Teyze. Ama onu oradan çıkarıp okyanusun derinliklerine yol
alacak kadar cesur, gözü kara bir gemi kaptanıydı.
Konu komşu laf etmesin, namusuna dil uzanmasın diye
hep simsiyah giyinirdi.
Siyah uzun paltosunun altında bir erkek gibiydi.
Saçları hep kısacıktı. O zamanlar nedenini çözemediğim halini, şimdilerde
yaşıyorum.
Halka halka doğradığı soğanları, salçayla kavurduktan
sonra su ekler, sobanın üstünde kokusu değişene kadar pişirirdi. Kapılarından
içeriye her girdiğimde burnuma beyaz lahana dolması kokusu gelir, tencerenin
kapağını açtığında her defasında aynı yanılgıyla karşılaşırdım. ”Yine mi soğan
çorbası?”
Bir gün anneme, “Gönül Teyze neden hep soğan çorbası
yapıyor?” diye sorduğumda, içini derince çekip “Soğanı çok seviyor” demişti.
Onu da anlıyorum şimdi. Sevmediğini sevmeyi de öğretirmiş hayat. Yokluk insana
her şeyi öğretirmiş.
Pişince kokusu değişen soğan çorbası gibi, hayat
tenceresinde pişe pişe özünü kaybetmişti Gönül Teyze.
Eksiği nerdeyse, aklı oralı olur insanın. Yüreğindeki
yırtıklara hangi kumaş yama olur ki? Hadi buldun ve yamaladın, hangi yürek yama
tutar ki?
Bir gece deli gibi yumruklanan kapı sesiyle uyandık.
Gönül Teyze’nin büyük kızı Lale “Annem düştü Naciye Teyze. Çok ağlıyor
annem” dedi. Hem ağlıyor hem feryat ediyordu.
Annem ağlamaklı bir ses tonuyla “Dayanamadı tabii!
Yorgun, uykusuz sürekli çalışıp duruyor. Vücut nasıl dayansın? Çöktü kesin.
Kalbine falan mı bir şey oldu? Allah’ım sen yetimlerinin yüzü suyu
hürmetine...” Lafı bitmeden varmıştık bile.
“Sigorta attı yine. Karanlıkta sandalye almaya
giderken ayağım takıldı da düştüm. Kırıldı! Kesin kırıldı. Basamıyorum hiç. Ne
yaparım ben Naciye? Ayağımdaki kırığa yanmam da, şu sabilere yumurta kırıp
doyuramazsam?”
“Ah Gönülüm ahh!”
Tam da Gönül teyzenin dediği gibi olmuş, ayağı iki
yerden kırılmıştı.
Babamla da konuşup anlaştıktan sonra, bir süre Gönül Teyze’de
kaldık.
“İki evin arasında git gel yapmaktan başın döndü. Hakkını
helal et ahretim”
“Benim başımın falan döndüğü yok. Sen iyi ol,
çocuklarının başında dimdik dur yeter. Ne gün için varım ben? Ama...”
“Ama?”
“Aması sen! Böyle geçer mi hayat?”
Yüzündeki minneti attıktan sonra, gözlerindeki
hüznüyle “Bir halatla karaya bağlanmış gemiyim ben. Halatın ömrü rüzgarın
şiddetine bağlı. Her estiğinde bir parçam eksilecek, biliyorum. Eksildim de.
Ama ben o son bağ çözülene kadar sabredeceğim. Sonrası kayboluş, ölüm.”
Bir süre düşündü. Daha kesin bir yanıt vermeye hazırlandığı
belliydi. Ve devam etti: “Olmaz Naciye! Demek istediğini ben biliyorum ama sen
dilinle söyleme. Kadın gibi görmediğim, erkeğe benzettiğim yalnız kılık
kıyafetim değil. Duygularım da ölüp gitti artık. Sırf kursağıma iki lokma ekmek
girecek, rahat edeceğim diye de kızlarıma üvey dedirtmem. İki yetim hangi eşiğe
sığar? Yüreğimin üstünü toprakla örttüğüm o gün, yeni bir bedenle yeniden
doğdum. Hem anne, hem baba oldum. Toprak kabullenişin en ağır, en acı hali. Ben
kabullendim, sen de kabullen!”
Evet, toprak kabullenişin en acımasız haliydi. Sabrı,
sükuneti öğreten koca bir öğretmendi. Gel gör ki her öğrenci çalışkan ve
başarılı değildi.
Mahalleli iki gündür sesi soluğu yok diye kapısını
çaldığı Gönül Teyze’yi, yatağında cansız bedeniyle bulmuştu. ‘Tırnakları taşa
değse benim canım burada yanar’ dediği kızları, evlenip yerleştikleri
şehirlerden yetişememişti cenazesine. ”İki yetim hangi eşiğe sığar?” deyip,
sığamamıştı kızlarının eşiğine... Gün gelip de onlar için giydiği yalnızlık
hırkasının, boynuna dolanacak ip olacağını bilemedi. Fedakârca, beklentisizce,
annece...
Ziyafet verilen evlere gittim ben, sadece soğan
kokusuna aşina. Hüzünlü giysiler gördüm ben, dikenin elinde kaderi. Erkeksiz
evler bildim ben ve o evlere direk olmuş kadınlar...
Gülcan Sural
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder