Mutsuzluğa Övgü
İşimiz gücümüz mutlu
olmaya çalışmak. “Mutsuzluktan kurtulmanın yolları”, “Mutluluğa açılan bilmem
kaç pencere”, “Hak ettiğin mutluluğu yaşa!” gibi ne çok başlık çıkıyor
karşımıza. Oysa sahiplenilmesi gereken belki de mutsuzluktur. Mutsuzluk, gerçektir.
Üzerinden bir dolu insanın geçtiği ezberlenmiş şehirlerin, çizilirken her
kıvrımı keskin çizgilerle belirlenmiş haritalarına benzer. Ve başka yere
bakamadan karşısında kala kaldığın muazzam bir tablo gibi etkileyicidir.
Mutsuzluk sen kaçtıkça
peşinden gelir. Kaçma! Kopardıkça yerine yenisi çıkan şeytantırnağıdır o. Sana
aittir, acıtır, kanatır, kessen de koparsan da inatla baş verir. Koparma! Senin
bir parçandır, kıyma. Bekle gidecekse usulca gidiverir. Kendiliğinden. Tıpkı
ummadığın anda yastığının altına iliştiği gibi.
Nedir bu korku?
Mutsuzluktan gulyabaniden korkar gibi korkmak yakışır mı yiğide? Mutsuzluk
arsız bir konsomatristir oysa, “yok istemem” demeye kalmadan gelir oturur
kucağına. Mesele kabul edebiliyor musun
onu kucağında, olmadı sırtında taşır mısın yüksünmeden? Yoksa utanıyor musun
mutsuz olmaktan? “Neden?” mi diyorsun, “Neden mutsuzum, oysa mutlu olacak ne
çok şey var!” O halde büyüğümüz kıymetlimiz Albert Camus’ye kulak ver. Der ki: “Mutsuz
olmakta utanılacak bir yan yok. Fiziksel acı bazen utanç vericidir ama acı
çekmek utanç verici olamaz; hayat o çünkü...”
Gerçeklerden
kaçmak ne fayda verir insana? Kabullenilmeyecek dert midir ki mutsuzluk? Beni
boş ver, dünkü çocuk, sözümü sözden sayma ama bak Nietzsche'nin ilk akıl hocası
Schopenhauer ne diyor. "Doğuştan gelen bir kusurumuz var;
hepimiz mutlu olmak için dünyaya geldiğimizi sanıyoruz. Bu kusurumuzu
gidermedikçe, dünya gözümüze çelişkilerle dolu bir yer görünecektir. Çünkü her
adımımızda, ister büyük ister küçük bir şey yapmış olalım, dünyanın ve insan
hayatının, mutlu bir yaşam sürdürmeye olanak verecek biçimde tasarlanmadığını
anlayacağız. İşte bu yüzden bütün yaşlıların yüzlerinde aynı ifadeyi, yani düş
kırıklığını görmek mümkündür." Düş kırıklığı iyi midir yani? Bunu mu
istersin? Bir düşün, sırrı sır bu devrandaki tek amaç sadece mutlu olmak mı?
Mutluluk güzeldir evet. Sahil kasabasına kırk yılda bir yağan ve damın üstünde
tutan bir parmak kar gibidir. Öyle kıymetli. Ama çabuk erir. Uzun süren şey mutluluk
değildir zaten. Tatlılı, pembeli rüyanın uzunu olur mu?
Tamam, illa
kurtulacaksın bu musibetten, bir düşün, seni neler mutlu ediyor? Ne için
koşacaksın bu maratonu? Uzaklaştıkça sevindiğin mutsuzluk startını hangi hedef
için terk edeceksin? Hiç düşündün mü, belki de koşarken bastığın asfalttır
yaşamın anlamı. Sen koşarken üstünden geçen kuştur, ayağınla yuvarladığın taş,
gözüne giren tuzlu ter. “Mutsuzluğu
tatmadan hep mutlu olmak istersin. Oysa nelerin seni mutsuz ettiğini bilmeden,
nelerle mutlu olacağını nasıl bilebileceksin?” der Freud hocamız. Haksız
mı? Hem ne zaman nerden geleceğini bilmediğin bir misafir için, ev sahibini örselemeye
değer mi?
Mutluluk
miskindir. Üzerine yapışan vıcık vıcık bir güneş yağı gibi güzel kokar, öyle
güzeldir ki denize girmeyi istemezsin. “Yeni sürdüm” dersin, kokusu kaçmasın istersin.
Oysa güneş şöyle yaksa bir tenini, acısa gerilmiş omuz başların bak nasıl da
koşarsın suya. Ancak o zaman, sırtını verdiğin sudan gökyüzünün mavisini delen
beyaz bulutları görürsün. Serin bir nağme
dökülür dilinden. Belki de söylediğin en güzel şarkı olur.
Tanrı
mutlu olsaydı, bunca şeyi yaratır mıydı dersin? Kendine benzettiği insan
mahlukatı yetinmeyi bilseydi, her gün her gün bir şeyler icat eder miydi? Peki
ya bunca söz, bunca şarkı, görkemli resimler, sabırla yontulmuş heykeller?
Arkasına yaslanıp, gözlerini deviren, mutluluktan gevşemiş bünyelerden mi çıktı
dersin?
Lucius
Annaeus Seneca, Romalıdır, düşünürdür, yazardır. Düşünmüş söylemiş, hak
vermeden edemiyor insan: “Mutluluğun
sağladığı iyi şeyler özlenmeye değer, mutsuzluğunkiler övülmeye değer…”
Peki ya filozof Demokritus, “Kalabalıklar, mutsuzluk içinde bilgeleşir” derken mutsuzluğu
sadece senin yaşadığın bireysel bir yük olmaktan çıkarıp topyekün toplumsal bir
birlikteliğe taşımıyor mu?
Yapma güzel kardeşim. Utanma, mutsuz olmak suç değil. Kaçma, belki de
denizin altından çıkacak Atlantis’e gebe mutsuzluğun. Ve beni rahat bırak.
Yerme kardeşim. “Mutsuz olunacak ne var?” deme. Acıma, “Ah canım, neyin var?”
deme. Akıl verme “Bak mutlu olmak lazım, üç günlük dünya.” deme. Ben seviyorum
gerçek olanı. Boğulurcasına öksürürken nefes alamamak gibi, sıcak tarlalarda
saatlerce çapa yaparken dudakların çatır çatır çatlaması gibi, bir bebeği
doğururken tırnaklarını geçirdiğin çarşafı titreten acı gibi gerçek olanı
seviyorum. Üstüne çul çaput geçirmeye ihtiyaç duymayan çırılçıplak halini
seviyorum mutsuzluğun. Aşkından yanıp tutuşmasam da alıştım soğuk kollarına. Alışmak
da sevmeye benzer ya hani. Bana ait, sana ait, büsbütün hayata ait bu duyguyla
kol kola yürüdüğümüzü gördüğünde çok da kanıksamasın gözün. Birlikte biraz
yürür olmadı dağ tepe dolaşır sonra usulca ve dostça ayrılırız. Ardımızda ayaklarımızın bastığı yerlerde kim
bilir ne izler kalır.
Son söz ise canımız Bukowski’nin olsun: “Mutlu olanların hepsi uyuyor şimdi, mutsuz olanlara selam olsun.”
Hande Çiğdemoğlu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder