Ziya / iki
ir insan ne
kadar, nereye kadar yürüyebilir ki böyle? Ayağında siyah lastik pabuçlarıyla,
yavaş bir yürüyüşe çıktı yine bu. Soluklanmadan, durup dinlenmen bir yürüyüş. Manavı,
bakkalı, yumurtacıyı ve karakolu geçti, yokuşa vurdu. Elinde naylon bir çanta,
başında dört köşesi düğümlenmiş, ekose bir bayram mendili. Mezarlığı, eski
okulu, otobüs durağını geçti, bir düzlüğe geldi. Düzlükte sıra sıra ağaçları
seyrederek yürüdü. Küçük bir çeşmede durup su içti. Bu tam da durmak sayılmaz
ama. Elini, yüzünü yıkadı. Mendilini ıslatıp tekrar başına oturttu. Sonra yine
yola koyuldu. Torbasından bayat ekmek çıkarıp yürürken kemirdi. Tam da öyle
işte. Öğlene doğru kalabalık bir kahvenin önünden geçti; geçerken, oturanlarla
selamlaştı. Tanıyor bunları herhalde. Sonra caddeden karşıya geçti, çeşit çeşit
sokak satıcıları, niyetçiler ve sucuları gördü. Deniz kenarından yürüdü.
Çantasından çıkarttığı bayat ekmeğin bir kısmını eliyle ufalayarak denize attı.
Suda büyüyen ekmek kırıntılarını balıkların toplaşıp nasıl da iştahla
yediklerini seyretti hayranlıkla. Balıklarla biraz muhabbet etti. Yürüdü. O
yürüdükçe bütün bir âlem de onunla birlikte yürüyor gibiydi. Bir siyah sokak
köpeği takıldı peşine; geldi önünde durdu. O durmadı ama. Köpek kuyruğunu sağa
sola sallaya sallaya bunun peşinden gitti bir süre. Sonra çürük bir sandalın
yanında oturup seyretti Ziya’yı. Dönüp arkasına baktığında köpek çoktan yatıp
sandalın gölgesine bir rüyaya dalmıştı bile. Yürüdü. Tabanları patlayana kadar
yürüdü. Yürürken zamanı unuttu. Kendini ve başkalarını unuttu. Sol gözünün
yanında, şakağına uzanan yarayı unuttu. Bir insan nereye, ne kadar yürüyebilir
ki? Beline düşen pantolonunun uçkurunu çözüp bu kez biraz daha kuvvetli
bağladı, bir de düğüm attı.
Çantasından bir elma çıkarıp katır kutur yedi,
koçanını sallayıp denize attı. Çantayı katlayıp düzgünce, sağ cebinin
derinlerine yerleştirdi. Gömlek cebinden bir dal Yeni Harman çıkarıp ağzına
götürdü. Hemen oracıkta efkârlı efkârlı sigara tüttüren bir delikanlıdan kibrit
istedi. Delikanlı sigarasını ucundan tutup uzattı Ziya’ya. Dumanlar
çıkararaktan yoluna devam etti; nereye gidiyorsa. Bir taşa oturdu, paçalarını
sıyırdı. Kalkıp yürümeye devam etti. Otobüsler, arabalar, bisikletler, at
arabaları geçti yanından. Yürüdü. Başka yürüyenlerle selamlaştı. Konuşmadı ama.
Çömelip tepesindeki mendili sıyırdı, deniz kenarında yıkadı. Sıkıp tekrar
tepesine yerleştirdi. Bir kırmızı top geldi ayaklarının dibine, topu alıp küçük
çocuğa verdi. Çocuk topu aldı, ağlamaya başladı. Ziya ağlayan çocuğu arkasında
bırakıp yoluna bu sefer biraz daha hızlıca devam etti.
‘Ziyaaa’ diye seslendim arkasından. Dönüp baktı. ‘Nereye
böyle? Nereye gidiyorsun?’ Durup iki kere omuzlarını silkti. Döndü, yoluna
devam etti. Koştum arkasından. Bir çırpıda caddede
karşıdan karşıya geçti. Trafiği bekledim. Sonra ben de peşi sıra…Balat’ta,
fırının köşesinde kaybettim. O sokağa girdim, bu sokaktan çıktım. Ziya yok.
Oturup bir kahveye soluklandım. Ayaklarım sızlıyordu. Ayakkabılarımı çıkardım.
Dinlendim. Sonra bir otobüse atladım, evin yolunu tuttum. Ziya mahallede üç beş
çocuk toplamış, çivi saplamaca oynuyor. Şaşırmadım hiç. Şaşırmamayı öğrendim.
İnsan ne kadar yürüyebilir böyle? ‘Ziya’ dedim, ‘sigara mı içiyorsun sen?’
Yüzüme baktı. Sonra elindeki paslı çiviyi salladı toprağa. Saplandığı yerle son
çizgi ucu arasına uzunca bir çizgi çekti toprağa çiviyle.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder