Kara Delik
Otobüs terminaline girip hızlıca
bilet gişesine doğru yürüdüm. Kimsenin yüzüne bakmıyordum, durmuyordum; yolum saatlerce
devam edecekmişçesine akarak ilerliyordum. Cebimde tomarla para vardı, hepsi de
küçük paralar. Komşunun oğlu Süleyman’la on sekiz yaşına gelince evden kaçmak
için biriktirdiğimiz parayı alıp, çıkmıştım evden. En büyük hayalimiz buydu.
Ama ben planı bozup, daha on dört yaşıma girmeden bunu yaptığım için çok dikkat
etmem gerekiyordu. Kasabadan otogara geçerken bakkalın oğlu Hüseyin’le
karşılaştıksa da bir şey sormamıştı. Polise falan yakalanmadan şehirden
ayrılsam sonrası kolaydı. Yazın akrabaları görmek için Adana’ya gittiğimizde
tanıştığım abilerin yanına gidiyordum. Başka bir şehirde yaşayan tek bildiğim
onlardı. Özellikle Özgür Abi’nin bana yardım edeceğinden emindim. Beraber
sigara içmiştik ve Baran kardeşim, ne zaman istersen gel, artık burası senin ikinci
evin sayılır, demişti. Babam ya da başkası beni onların yanında bulamazdı.
Bilet gişesine gelip Adana’ya bir kişi dedim. Adam yüzüme dik dik baktı. Yan
tarafında açık duran televizyonda az önce haberlerde kayıp aranıyor diye benim
yüzümü görmüş gibiydi. Otogarda herkes herkese dik dik bakıyordu gerçi. Adam
anlamış da görmezden gelmeye karar vermiş gibi parayı alıp, bileti uzattı.
Herkesten saklanmak için gidip karanlığın hafif çöktüğü köşede alçak bir
duvarın üstüne oturdum. Etraf çiş ve peynir kokuyordu. Otobüs perona yanaşır
yanaşmaz bindim. Koltuğuma iyice sinmiştim. Sırt çantamı ayaklarımın arasına
aldım. Benim de çişim gelmişti ama mola yerinde gitmeye karar verdim. İnip
kendimi riske atamazdım. Etrafta gezinen birkaç polis vardı zaten. Yolcular yavaş
yavaş binip yerlerine oturdular. Yanıma yaşlı bir amca düşmüştü.
“Hayırdır, kime gidiyorsun?” diye
sordu tanıyor gibi.
“Amcamlara” dedim. “Ramazan Amca’m
var Adana’da.” Ramazan Amca gerçekten amcamın adıydı.
“Kimlerdensin, neredensin?” diye
sorunca kısa keseyim diye yalan atıp durdum, ama kimi söylesem "tanıyorum”
dedi.
“Ben seni götüreyim Ramazan
Amcanlara, ben de o tarafa gidiyorum,” diye ısrar etti.
“Yok,” dedim, “başka işlerim var
önce, birkaç yere uğrayacağım.”
İndikten sonra peşime takılmadı neyse
ki. Doğru Özgür Abi’nin dükkâna gittim. Barın arkasında oturmuş çene çalarken,
beni görünce şaşırdı.
“Baran, kardeşim! Hoş geldin,
hayırdır?” diye konuşurken yüzünde bahar gibi açan içten gülümsemesi, “Evden
kaçtım, beni sakla” deyince şimşek gibi kayboldu. Yüzü bembeyaz oldu. “Otur
şuraya, anlat kardeşim, nedir?” dedi.
Konuşamadım, içerdeki müşteriler bizi
dinliyor gibi geldi.
“Şu çantayı bırak, gel biraz
yürüyelim.”
Çantayı barın arkasına attı. “Mustafa,
bara bak, geliyorum ben,” diye mutfağa doğru seslenip, çıktı. Arkasından
yürüdüm.
“Ne oldu oğlum, anlat.”
“Yok,” dedim. “Anlatamam.”
“Anlat ulan, ona göre derdine çare
bulalım,”
Oraya vardığım andan itibaren çarenin
onda ya da herhangi bir yerde olmadığını biliyordum. Ne yaparsam yapayım artık
bu işi çözmemin imkânı olmadığını bildiğim gibi.
“Çaresi yok abi,” dedim.
“Her şeyin çaresi bulunur.” dedi.
İçimden her şeyin çaresi bulunmaz,
diye geçirdikten sonra “babam,” dedim.
“Ne oldu babana?” dedi.
“Abimi öldürdü,” dedim.
Birkaç saniye sustu.
“Nasıl?”
“Ağzına silahı sokup, patlattı, sonra
da intihar etti diye yaydı,”
“Sebep?” Sakin görünmeye çalışıyordu,
ama nefes nefeseydi. Yüzü de bembeyaz olmuştu.
“Abim oğlanın biriyle olmuş, ondan.”
Durdu. Birkaç dakika bir şey demedi.
Bir sigara yaktı.
“Annen gördü mü öldürürken?”
“Annem yaptırdı zorla.”
Yine sustu. Sigaradan birkaç nefes
alınca sakinleşmiş gibiydi, ya da diyecek bir şey bulamamıştı. Devam ettim.
“Babam da erkeklerle oluyormuş,
kendileri konuşurken duydum. Annemin dediğine göre hastalık abime ondan geçmiş.
Babama sıçtığın boku temizle!” dedi.
“Seni nasıl dışarı bıraktılar?”
“Kimseye anlatmayacağıma kitabın
üzerine el bastırıp, yemin ettirdiler. Sonra kendini vurdu diye ağıta
başladılar. Ben de karmaşada kaçtım, dedim ya. Ne anlattırıp duruyorsun?”
Sigarası bitince bir tane daha yaktı.
Bana da bir tane uzattı. Yaktım.
“Bak,” diye ciddiyetle başladı söze. “Seni
benim yanımda bulurlarsa karışır ortalık, ben seni zorla alıkoymaktan en az
otuz sene yerim. Seni sokakta bırakamam.”
“Bir şey olmaz, dedim. Barda çalışır,
paramı kazanırım.”
“Saçmalama dedi, şimdi alıp seni
evime götürsem on sekiz yaşından küçük olduğun için başımıza iş açılır…”
On sekiz yaşına gelmemiş olmak büyük
bir kabahatmiş gibi başımı önüme eğdim.
“Sen beni sabaha kadar tut, sabah giderim,
bir gece kalayım sadece.”
Bir tane daha otobüs bileti alacak
param çıkardı. Gittiğim şehirde hemen bir lokantada falan işe girerim, kendime
kalacak bir yerler ayarlarım diye düşündüm. Bence bu iş zor değildi, Özgür Abi
abartıyordu.
“Aç mısın?”
“Yok.”
“Bir şeyler iç.”
“Yok, sağ ol.”
Kolumdan tutup, hafifçe çekti.
“Gel hadi, bara gidelim, bir su iç
bari.”
Dönünce bir masaya oturdum. Müşteri
kalmamıştı.
“Çantan burada” deyip, barın arkasında
duran çantamı masama getirdi.
Sonra “Marketten su alıp, geliyorum
hemen” deyip, çıktı.
Beş dakika sonra dönüp, masama bir
şişe su bıraktı. Ondan on beş dakika sonra bir polis arabası ışığını saçıp,
sirenini öttürerek barın önünde durdu. Daha sonra düşününce Özgür abinin barda
su varken, markete gitmesinden şüphelenmemiş olmama şaşırdım. Belki de aslında
gidecek yerim olmadığını anlayıp, kaçmaktan vazgeçmiş ve bilerek o masaya
oturmuş, beni ihbar etmesini beklemiştim. Bunu Özgür Abi’yle konuşmadan önce,
otobüste yaşlı adamla olan konuşmamda anlamıştım sanırım. Dört polis içeri
girip, doğrudan benim masaya geldiler. Korkuyordum ama bir yandan boş vermeye
çalışıyordum. Yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Kimliğimi sordular. O da yoktu.
Kimlik taşımam gerektiğini bile bilmiyordum. Kollarımdan sıkıca tutarak,
kırmızı bültenle aranan bir suçluyu yıllar sonra bulmuş ve asla kaçırmamaları
gerekiyormuşçasına arabaya götürdüler. Karakola girdik. Masa başında oturan bir
memur, koltuğu işaret ederek, “Otur” dedi.
“Evden mi kaçtın?”
“Evet” dedim.
Tatmin olmamış gibiydi.
“Normalde hayır diye diretirler,
ısrarla söyletiriz, sen hemen kabullendin. Eve mi dönmek istiyorsun?”
“Evet”
“Niye kaçtın lan o zaman?”
“Dönmek istemiyorum.” dedim sonra.
Gidebileceğim bir yer varmış gibi, aniden fikrimi değiştirmiştim.
“Niye kaçtım diye hemen ötüyorsun lan
o zaman?” dedi.
Canı günlerce sıkıldıktan sonra
eğlence bulmuş ve sonuna kadar kullanmak istiyor gibiydi. Ama gördüğüm
kadarıyla karakol canının sıkılmayacağı kadar hareketliydi. Belki de daha
fazlasını istiyordu. “İnternete girer misin, sık girer misin, hangi sitelere girersin,”
gibi sorular sorarken, bir anda “babam sabah abimi vurdu,” dedim. Annemi
katmadan olayı anlattım. Apar topar bir yerlere telefon açtılar. Baş komiseri
çağırdılar. O gelene kadar ifademi aldılar. Kimin yazacağı konusunda
tartıştılar. Karakola bilgisayarın yeni alındığını söyleyip, daktiloda mı,
bilgisayarda mı yazacakları konusunda anlaşamadılar.
“İkiniz de yazsanız,” dedim. “Biriniz
daktiloda, biriniz bilgisayarda.”
“Olur” dediler.
Sonra baş komiser geldi. Beni bir
gece orada tuttular. Babam o gece tutuklanmış. Sonra beni saldılar. Eve
gittiğimde annem ağlıyordu. İçeri girer girmez suratıma bakıp, “Hain, ailenin
yüz karası, namussuzun kardeşi!” diye bağırdı. Dayanamadım. Tokat attım.
Boğazıma sarıldı. Boğuştuk. Uzun sürmedi. Onu oracıkta öldürdüm. Her şey
birbirine girmişti. Hayatımdaki hiçbir şeyi böylesine geriye almak
istememiştim. Eve gitmeden önce her şeye neden olan annemden nefret ediyordum,
ama artık ellerime hiç temizleyemeyeceğim bir şeyler bulaştırmış olduğum için
pişmandım. Pişmanlığın hiçbir duyguya benzemeyen ağırlığını o gün, o an
öğrendim. Amacım bu muydu, değil miydi, bilmiyorum. Ama bildiğim tek şey, her
şeyin çaresi falan olmadığıydı. Polisi arayıp, “Annemi öldürdüm.” dedim. Evde
oturup beklerken babamın yatak odasına gittim. Ceketinin ceplerini karıştırdım.
İki dal sigara kalmıştı. Mutfak sandalyesine oturdum ve beklerken iki sigarayı
da ağır ağır içtim. Şimdi içerdeyim ama uzun zaman oldu. Bu kara delikten
çıkmama bir sene kaldı. Ben on sekiz yaşından küçük olduğum için, babam da
abimi öldürme sebebini anlatınca indirim aldı. Az kaldı ikimizin de sokaklara
çıkmasına… Yan yana gelince ne olacak, konuşacak bir şeylerimiz olacak mı, ben
ona ne diyeceğim, gözlerinin içine nasıl bakacağım? Belki üstüme atlayıp, bana
da saldıracak? Belki de ben ona vurmaya başlayıp, sonsuz tekmeler, tokatlar
indireceğim bedenine, suratına ve bu hep böyle sürüp gidecek, hiç
duramayacağım. Belki de oturup bir masaya, sakince yüzleşeceğiz. Kim bilir…
Belki omzumda oturup ağlayacak, nasıl evlendirildiğini, baba olarak değil de,
Hasan olarak kendi hayatını anlatacak ilk kez bana. Ağlayacağız ve sonra omuz
omuza kalkacağız masadan. Bir olamasak da, birlikte çıkacağız kara
deliklerimizden, savaşırcasına.
Cemile Özyakan
Arkadaşım Ahmet Yıldız ve öldürülen
tüm LGBTİ’ler için… Mutlu Pridelar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder