Sessiz Seda
“Günler geçip gidiyor. İnan bu hıza yetişemiyorum”
diyor, Aysel abla. Yüzüne bakamıyorum. Gözümün bulutları kararmaya
başlıyor. Derin bir nefesle dağıtıyorum bulutları. ”Kahveyi de şekerli yapma!
Şekeri bıraktım.” diyor ve ekliyor, “Yaz geldi, beş kilo fazlam var, çok dert
ettim kendime.” Yüreğimin içindeki berduş kelimeler cümle cümle diziliyor
boğazıma. Yaş olup yanaklarımdan yüreğime akmak için komut bekliyor adeta. “Ne
güzel, ne mutlu sana” diyorum. “Dalga mı geçiyorsun sen benimle?” diyor.
Tebessümü ocakta kaynayan kahveye veriyorum. Gözlerine bakarsam anlatmaktan
korkuyorum.
Kahvenin telvesini de yüzüne sürdükten sonra “Yüzün
güzel tabi, telveyi sürmezsin sen” diyor. Yüzümden düşen bin parçaya birini
daha ekliyorum. “Bahtı güzel olsun insanın” diyorum. Muhabbetten memnunsuz bir
şekilde ayrılıyor evden.
Bedenimi iki adım arkamda bırakıp dönüyorum, kendime
bakıyorum.
Günler hiç geçmiyor... Bir gün bir yıl gibi ağır
geliyor. Hatta günü bitirmek için zorla uyutuyorum kendimi. Yalnız uyuyunca
unutabiliyor insan. Sedalı bir sokağın, en vefasız köşesinde kaybettiğim kalbim
geliyor aklıma. Artık komut beklemeyen yaşlar, gözümden süzülüyor. Ağlarken bir
omuz, bir diz arıyorum. Kimseler yok. Kimsem yok! En sevdiğim haliyle,
hayalimde dayıyorum başımı omuzuna. Öyle sesli sesli de değil içime içime
ağlıyorum. Kazağımın koluyla siliyorum yüreğimden akanları. Ki bir bıraksam,
bir oluğu nehre çevirir gözyaşlarım.
Hiç kimsenin kimsesi olamamak yakıyor canımı. Kalbimi
kaybettiğim o yere gitmek istiyorum. Kendimi ağır ağır öldürüyorum.
Aynı yerde, aynı taşın üstünde oturup bekliyorum.
Beklemek can alır biliyorum. En çok ben biliyorum.
Hani şair “Ben acılarımın başını evcimen telaşlarımla
okşadım bayım...” diyor ya; acılarımı renkli saksılara diktiğim çiçekler gibi
suluyorum. Cam önlerine yığdığım kuşlar gibi her gün kendimden önce onların
kursağını düşünüyorum, yemlerini eksik etmiyorum. Derman bekliyorum. Bu
bekleyişimi evim gibi görüp, derleyip topluyorum. Dışardan bakıldığında güllük
gülistanlık, içeriye girildiğinde harp sonrası bir şehir.
Fazlaca demlenmiş, acılaşmış bir çay gibi bekleyişim.
Hem seversin hem de acısından içemezsin ya, öyle. İçin yanar ya… Sevdiğini
sevememek ne acı.
Bir şarkının nakaratı gibi, hep tekrar, hep tekrar mı
edeceğim acılarımı?
Varlığını alıp, yokluğuna “Üstü kalsın” mı diyeceğim?
Haşa...
Acısıyla sevdiğim!
Hayallerimi isimsiz mektuplar gibi, bilinmezliğe yolcu
ettim. Anılarım hâlâ sıkı sıkı avuçlarımın içinde.
Her anımızı, müthiş bir hikayeye çeviren yazar benim.
Ama ah o gemiler... Hele bir tanesi var ki seneler oldu aynı yerde. Demir atmış
hüznüme.
Sende bilirsin o gemiyi.
Bazen yanımda sen varmış gibi kendi kendime
konuşuyorum. O kadar yetim cümle birikmiş ki içimin gökyüzünde. Görenler ‘deli’
dermiş, desinler. Bilmiyorum, hangi limansız şehre sığınayım şimdi?
Gördüğüm her gemiyi sana gönderir gibi uğurluyorum.
Bizim türkümüzü dua dua okuyorum peşi sıra.
“Hasretinle yandı gönlüm...”
Ve denize her baktığımda sana gönderdiğim gemi boş
geliyor. Şimşekler çakıyor yüreğime, un ufak oluyorum.
Hiç mi değmedi gözlerin bir gemiye, hiç mi hatırı yok
denizin, yağmurun, çayın?
Sen hiç mi takılıp kalmadın bir nakaratta?
Bu neyin sağırlığı?
Sonra, Aysel Abla’nın sözleri geliyor aklıma. Beş kilo
fazlası varmış, yüzü de kırışmış diye çok dert etmiş kendisine...
Filizlendirip ektiğim limon çekirdeklerine benziyor
insan dediğin. Kızmıyorum ona.
Toprak aynı topraktı, tohum aynı tohum. Kimi yemyeşil
dallanırken kimi de günden güne sararıp çürüdü.
Hayata tutunamayan limon çekirdeklerinden bir tanesi
de benim. Aysel Abla’m hep yeşil. Kızmıyorum ona. Ne güzel...
Gülcan Sural
gulcansural@hotmail.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder