Çıkamaz çocukluğundan dışarı
Kimse.
Kardeşliğimiz bundandır
Mavi sularla binlerce yıl.
Fazıl Hüsnü Dağlarca
Doğmadığım ama büyüdüğüm eve, çocukluğumdan
artık bir hayli uzak olduğum bir zamanda gittim ilk kez. Salı günüydü. Viran
görünümlü arka bahçenin önünde durdum. Yerde ölü bir kedi yatıyordu, yavruydu.
Kediyi öldürmüşler miydi, kendi aptallığından mı ölmüştü bilmiyorum. Belki de
zaten yavru değil az gelişmişti ne bileyim. İnsanı irkilten bir katılıkla, sol
yanına dönmüştü. Henüz kirlenmemiş olan sarıyla yollanmış beyaz tüyleri,
insanda okşama isteği uyandırıyordu.
Bu ev miydi, çocukluğumun perili köşkü? Sandığım
kadar mavi değilmiş diye baktım, eskimiş boyasına. İçinde benden sonra hiçbir
çocuk büyümemiş gibiydi. Kimi sararmış, kimi yabanice uzamış çiş kokulu otların
altındaki toprağa basarak bahçeye girdim. Otları, çalıları bacaklarımla yararak
yürürken, başkasına ait bir yere giriyor olmanın çekingenliğini taşımıyordum
elbette. Yabancı değildim ki. Bu bahçenin taze olduğu zamanları biliyordum. Ben
de yetişkinliğin o kirli yaşlarını almamıştım henüz.
Üzerinde yaşam belirtisi olmayan kuru buz
soğukluğunda bir bina yükseliyordu önümde. Kimsenin oturmadığı besbelliydi. En
alt kattan başladım saymaya.
“Biir, ikii, üüç.”
Üçüncü katta oturuyorduk biz. Annem, babam, kız
kardeşim ve ben. Çatısı yanlara doğru eğimli, birbirinden gizemli beş odayla
sarmalanmış bu koca daireye “evimiz” diyorduk. Babamın tok sesi kulağımda
gezindi:
"Natamam bir daire! Ne kaloriferi
çalışıyor, ne şöminesi yanıyor. Su tesisatı bile tam yapılmamış."
Benim umurumda mıydı? Nasılsa babam odunu kömürü
taşır, annem sobayı yakardı. Hatta tamir edilse şömine bile yanardı. Öyle
güzeldi ki! Etrafını süsleyen, mora dönük lacivert karoların üzerindeki küçük
sarı yıldızlar, her gece başka masal anlatırdı. Bir de odunlar çıtır çıtır
yansa ne olurdu sanki. Hem o zaman bacasının çektiği sıcaklıkla, şöminenin
üzerinde asılı duran tabloya hapsolmuş gözü yaşlı çocuk da ısınırdı.
Arkasındaki dumanlı dağlardan gelen uğultulu rüzgârlardan o kadar da korkmaz,
artık hiç ağlamazdı.
Musluklu bidonların yanında duran kalıp sabun
gibi düşlerim de oradan oraya kayardı bu koca evde. En çok da kitaplığa
sığmayan kitapların üst üste konulduğu dolabın içinde kaybolurdum. Buradan
Alice'in Diyarı gibi bir dünyaya gidiliyordu. Kitaplardan birini çektikçe
diğeri gelirdi. Hepsi başka bir koku yayardı. İnsanı büyüleyen o kokular, bir
sonrakine dokunma isteği uyandırırdı. Yine de en geridekine dokunmaya
korkardım. O dünyanın karanlık ve derin olduğuna emindim.
Bu evde de artık kimsenin oturmadığına emindim
ama yanılmışım. Bahçenin sonuna gelip, binanın yan tarafına geçmek istemiştim.
Dalları saçma bir yöne doğru büyümüş incir ağacını aralamaya çalışırken göz
göze geldik onunla. Aslında tam olarak göz göze geldik sayılmaz. Çünkü boy
hizamdaki pencerenin önünde, öylece duran o kadının bir gözü bana diğeri incir
ağacına bakıyordu. Pencereye ait kirli camın bir köşesi kırıktı. Oraya
sıkıştırdığı koyu kırmızı paçavraya rağmen içerideki kesif ölü eşya kokusu
burnuma geldi. Belki bu kadın da ölüydü. Zaten yaşamayacak kadar yaşlı
görünüyordu. Grileşmiş beyaz saçları seyrelmiş, yüzü buruşturulmuş kirli bir
peçete gibi kırışmıştı. Ama gözleri! Onlar dün doğmuş gibi dipdiri bakıyordu
başka başka yerlere. Kadın hiç kıpırdamıyordu ama yine de gözlerimi yumma
ihtiyacı duydum. Çünkü orada olmaması gereken her şey, ait oldukları yere
gitmek için gözlerimi kapamanı beklerdi. Bunu çocukluğumdan beri bilirdim. Şimdi de gözlerim yeteri kadar karanlıkta
kalırsa, bu kadın da toprağın altına giderdi. Onun için üç kulhü bir elham bile
okurdum. Yeter ki ait olduğu yere gitsindi. Bir elimle tırtıklı duvara
tutundum. Gözlerimi kapadım. Bir anda kendimi evin ön tarafında buldum.
Bahçe kapısından girip toprakla taşın keskin
olmayan bir hatla birleştiği yoldan sekiz-on adım atınca sağa dön. Yosunlu
taşların ıslak kokusuyla biraz daha git. İşte merdivenler. Sonra sağa dön.
Yanında uzanan ağacın koyu yeşil iğnelerini dokunmadan sevmeyi unutma! Gene
merdivenler. Sonra iki komşu kapı. Kapının kenarındaki su sayacının üstüne
konulmuş, herkesin yerini bilmesine rağmen saklı sanılan anahtarla kapıyı aç.
Kolayca açılan hafif bir kapı. Sonra gene merdivenler. Ama evdesin artık. Çık
çık, döne döne çık. Artık ayakkabılarını çıkarabilir, buz gibi taşlara basıp,
altı ince panduflarını aramaya koyulabilirsin.
Sağ taraftaki odanın gıcırdayan kapısını açıp,
içeri girmek istersin her seferinde. Hani bir kere baban seni kucağına
kaldırıp, çatıyla birleşen o küçük pencereden baktırmıştı. Deniz görünüyordu.
Mavi, koyu mavi bir denizdi gördüğün.
Tıpkı eflatun gibi laciverti de anlamayacak kadar küçüksün. Ama soğuktur
şimdi orası. İçinde ne işe yaradığını bilmediğin eşyalar, kutular. Oturulmayacak, yatılmayacak, yaşanmayacak bir
yer. Unutulan, belki de unutulmak için yapılmış ama benim küçük hafızama
kazınmış koca bir oda.
Ya da sola dönüp, arka balkona mı çıksam?
Dizilmiş odunların toz kokusu, soğukla karışıp annemin ördüğü hırkamın içinden
giriverir. Alçak balkon duvarına yaklaşınca, biraz korkudan biraz soğuktan
titrerim, dişlerim birbirine çarpar. Bir adım geri çekilmeli. Arka bahçeye
düşersem, kömürlükte yaşayan çirkin toprak cüceleri çekip yanlarına alır beni.
O zaman işte beni kimse bulamaz. Çünkü o cüceler, aldıklarını asla geri
vermezler. Annem çok ağlar ben olmazsam. Vazgeçiyorum balkona çıkmaktan. Zaten
elimi çabuk tutmalıyım. Babaannem "Kardeşinin pembe muşamba bezlerini al
gel" dedi. Annem getirmeyi unutmuş sabah. Onlar işten gelene kadar pişik
olmasınmış kardeşim.
Hiç olmazsa yatak odasına gireyim. Annemin kendi
kokusundan daha güzel olmayan parfümünün fısfısını bozmuştum. O fark etmeden
tamir etmeye çalışayım. Ama odaya girmemle, kahvesi siyaha dönmüş dolapların
çıtırdaması bir oluyor. Üzerinde baş başa vermiş taze fındık kabuklarına
benzeyen toplar, birbirine sürtüp dönmeye başlarsa iş kötü. O zaman dolaplar
gıcırdayarak içerideki karanlık fındık bahçesine doğru açılır. O bahçeye gitmek
istemiyorum. Tırtılların istilası bitmiş olmalı bu mevsimde. Ama yine de ağaçların
üstünde bıraktıkları büyülü ağları görmesem iyi olur.
Çabucak odadan çıkıp salona giriyorum. Raflara
yan yana dizilmiş yaşlı kitaplar bilgece bana bakıyor. Sayfalarınızı koklayarak
içinizde yazılan o harikulade maceraları tahmin etmeye vaktim yok şimdi. Hatta
masanın üzerinde duran bulmacaya bile ellemeyeceğim. Yoksa babamın gazetenin
kenarına çizdiği yelkenlinin aynısını yapmaya çalışmak çok daha eğlenceli
olurdu. Ama bir an önce gitmem lazım. Surat asmayın hemen amaa? Bakın oturma
odasındaki kanepenin çekmecesini bile açmıyorum. Babamın "büyüyünce
kullanırsın" dediği kalemler çoktan dans etmeye başlamıştır. Misafir
odasındaki yeşil kadife kanepelere tırnaklarımla resim de çizmiyorum. Hem o
odadaki sehpanın altında duran albümlerde henüz görmediğim bir dolu resim var.
Zaten gördüklerim de sürekli değişiyor, kimseyi inandıramıyorum. Babaannem
merak edecek, oyalanmamalıyım.
Hızla odama giriyorum. Artık kardeşimin yattığı
beşiğimin altındaki çekmeceden, pembe muşambayı ve kaynatmaktan katır kutur
olmuş beyaz bezi alıyorum. Tam odadan çıkarken babamın, benim ve anlattığı
masallardaki kahramanların sığdığı yatağım sesleniyor. “Gel biraz yatalım. Dün
yarım kalan masalın kalanını ben biliyorum.” Zaten kendimi bitkin hissediyorum.
Sabah annemin kardeşime biberonla, bana bardakla verdiği için, benimkinin daha
az olduğuna emin olduğum sütü içmedim. Adaletsizliğe tahammül edemem. Ama
yorgun düştüm işte. Bari yumurtamı yeseydim. Yatağın üstündeki uğur böcekli
yastık söze karışıyor. "Gel bak, babanın kokusunu sakladım."
Dayanamıyorum. Babamın çam ağaçlarının esmer gövdesine, şövalyelerin bakır
kalkanlarına, en acıklı şarkıların umut veren meyanlarına benzeyen kokusuna hiç
dayanamam. Elimdekileri bırakmadan, panduflarımı çıkarmadan usulca kıvrılıyorum
yatağa. Sadece geceleri duyulan otoyol kamyonlarının, nereye gittiği belli
olmayan sesleri olmadan uyuyamam sanırken, gözlerim kapanıveriyor.
Sol elim duvarın yeşil nemiyle ıslanınca
gözlerimi açıyorum. Şaşı kadın orada yok artık. Acaba içeri mi girdi? Neden
cama sıkıştırdığı bezi çıkarıp, oradan bana bağırmadı? Neden "Git buradan,
sen artık bu evin çocuğu değilsin!" demedi. "Senin kuyularda
kaybolan, uçurumlardan düşen koyu sarı düşlerin yüzünden burada hapsoldum.
Yaşamadan yaşlandım, öldüm bile. Ama gene de çıkamıyorum buradan. Melanet çocuk
defol!" demedi. Deseydi keşke. Cevabını verirdim:
"Ben bir kez gittim." derdim. "Ne
zaman olduğunu bilmeyecek kadar küçükken geldiğim bu evden, içime ağlayacak
kadar büyük bir çocukken gittim. Götürülmek de gitmek sayılırsa tabi. Okulların
açılmasına iki salı kalmıştı. Gittiğim kamp tatilinin coşkusu karnımda bir
kramp gibi kalmıştı. Bir daha asla göremeyeceğim eşyalar toplanmış, depo
dedikleri bir hapishaneye tıkılmıştı. Geriye kalan çıplak evden, mavi
hayallerimi bile alamamıştım. Elbette korkulu düşlerim orada kalacaktı. Sen de
kaldın tabi. Daha mı gençtin o zamanlar? Hani bana haince el sallayıp, arkanı
dönmeden içeri girmiştin. İstediğinde çıkabileceğini sandın değil mi?
Çıkamazsın. Çocukluğumun gömülü kaldığı o evden asla çıkamazsın!"
Hande
Çiğdemoğlu
hande.cigdemoglu@gmail.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder