Ölüm Adın Kalleş Olsun!
Babam madenciydi. Yaklaşık on beş senedir aynı
madende çalışmıştı. Burada doğmuş, büyümüş, ilkokulu aynı yerde okumuştu.
Dedemin olanakları el vermediğinden, en büyük hayali olan maden mühendisliği
bölümünü kazanmasına rağmen, uzak şehrin masrafı çok olur diye gönderilmemiş.
İstediği olmayınca da madencilikle ilgili bir işe girmiş olmasına sevinmiş. O
dönem iktidara yakın şirketler, rüşvet vererek, maden ocağını uygun olmayan
toprak zeminlere kurmuşlar. Dışarıdan her şey sağlam gibi duruyormuş. Ruhsatı,
çalışma izni, iş ve işçi güvenliği konusunda bir eksikleri yok gibiymiş.
Alımlar başlayınca, ilk başvuranlardan biri de babam olmuş.
İşe çağrıldığı gün bayram havası yaşanmış evde.
Kaç zamandır işsiz güçsüz adamın evine sıcak ekmek girecek, artık kahve köşelerinde
pineklemeyecek, borç taktığı bakkalın önünden başı eğik geçmeyecekti.
Öğrenimine devam edememesi, içinde bir ur gibi
dert oluşturmuş, bu nedenle çocukları okusun diye çok çaba göstermişti. Eğitime
bu denli önem veren babamın, sendika konusundaki tutumu şaşırtıcıydı. “Hepsi
aynı" diyordu. "Siyasilerin arka bahçesi gibi.” Bu düşüncelerinden dolayı,
sendikadan uzak durmuştu. Çok uğraşmışlardı üye yapmak için, ama ısrarla
reddetmişti. Hatta kızdığı da oluyordu. Örneğin, iş koşullarının düzeltilmesi
için, bazı arkadaşları iş yavaşlattığında, herkes patrondan fırça yemişti. Bu
duruma çok bozulmuş, arkadaşlarının rahat davranışlarına hem şaşırmış hem de
öfkelenmişti.
Babam, çift kişilikli gibiydi. Çağdaş düşünceli, kendini aşmış, hoş sohbetli
ve hoşgörülü bir insandı. Ama bazen de annemin tek başına gezmesine bile karşı
çıkan, kıskanç ve tuhaf davranışlı bir kişiliğe bürünüyordu. Bilinçli cahilimdi
benim.
Sevgisini sarılarak göstermeyi çok severdi,
özellikle kız çocuklarına. En çok da bana. Belki de en küçükleri ben olduğum
içindi. Diğerlerini şımartma lüksleri olmamış, ama ben doğmadan hemen önce
maden işine girince, benim şanslı bir çocuk olduğuma inanmış. Sevincini de sık
sık bana sarılarak gösterirdi.
Onunla tartışmak güçtü. Sabit fikirli olduğu
konularda tavizsizdi. Çoğu zaman dinler gibi yapar, ama aslında dinlemezdi.
Kafasını istemsizce sallayışından dinlemediğini anlardık. Çok ağır koşullarda
çalışıyordu. Belli bir mesaisi yoktu. Örneğin, günde en az 10 saat, hatta 12
saat çalıştığı olurdu. Aklanmış paklanmış olarak girdiği madenden, kararmış
olarak çıkardı. Nasıl çıktığının çok da bir önemi yoktu. Her gece eve sağ salim
gelmesi, en büyük sevincimizdi.
Bu aralar madenle ilgili söylentiler dolaşıyordu
ortalıkta. Sendika, “sürekli ve gerekli denetleme eksik yapılıyor” diye
şikâyetlerde bulunuyor, işçilerin can güvenliğinin, her geçen gün azaldığını,
önlem alınmasa grizu patlamalarının yaşanabileceğini iddia ediyordu. İçlerinde,
babamın da olduğu bir grup madenci, bu iddiaların yersiz bir söylenti olduğunu
düşünüyordu. Muhalif sendikanın, işverene karşı, işçileri kışkırttıklarını
söylüyordu. Hatta babam, zaman zaman “hak, hukuk, emek, ekmek, iş güvenliği”
gibi söylemleri olan sendikanın, haddini aştığını, dış güçlerin oyunuyla
kurulduğunu söylüyordu. Bu oyunu, sendikanın üye kazanma çalışmalarını
engelleyerek ve altını boşaltarak, bozacaklarını dile getiriyordu.
Haftalardır, madenden her dönüşünde, babamın
suratının asık olduğu gözlerden kaçmıyordu. Bir sorun olduğunu
hissediyorduk. Anlatmıyordu. Sorunu
yüreğine gömüyor, rutin hayatına devam ediyordu.
Son zamanlarda, annemin istediği ihtiyaç
listesine, babamın itirazlarının arttığını fark etmiştik. Elbette bunun, tam
olarak anlayamadığımız nedenleri vardı. Maaşlarının düzenli ve zamanında
ödenmeyişi, sigorta primlerinin tam olarak yatırılmayışı ve işyeri huzurunun
olmayışı, moralini çok bozuyordu. Bir de işverenin, dışarıdan, sigortasız ve
daha düşük ücretle işçi alacağı söylentileri, huzursuzluğun tuzu, biberi
olmuştu. Hayat her geçen gün daha da zorlaşıyordu. Önceleri, eli dolu gelen
babamın, aldıkları azalmaya başlamıştı. Yine de şükür duasını eksik etmiyordu.
Buna sahip olamayanlar var deyip, bizi teselli ediyordu. Zorlaşan hayatın
yarattığı sıkıntıyı, hep birlikte yaşıyorduk.
Sendikaya üye olanlar, mahalle baskısından
dolayı, sendikadan birer birer ayrılıyordu. Buna en çok sevinenlerden biri de
babamdı. Çünkü işlerin, sendika yüzünden aksadığını düşünüyordu. Çalışma
saatlerinin düşürülmesi isteğine, şiddetle karşı çıkıyordu. Gerekçe olarak da
üretim azalır, üretim azalırsa patron zarar eder, patron zarar ederse, eve
ekmek götüremeyiz savını ileri sürüyordu.
O gece diğer günlerden farklıydı. Babam yine
mesaisine hazırlanmış, hatta azığını bile yerleştirmişti küçük sefer tasına.
Tedirgindi! Konuşurken sağa sola sataşıyor, her şeyi sorun ediyordu. Ekmek niye
masaya zamanında konmamış, su niye her zamanki gibi soğuk değil, neden aile
fertleri vaktinde masaya oturmuyor gibi serzenişleri, hiç bitmiyordu. Hepimiz
babamda bir tuhaflık olduğunu seziyorduk. Derken gitme vakti geldi. Çalışmaya
başladığından beri, ilk defa, gökyüzüne bu kadar uzun ve dikkatli bakıyordu.
Endişesi daha da artmıştı. Yağmur ha yağdı, ha yağacaktı. Hava durumuyla bu
denli yakından ilgilenmesi, ayrıca garbimize gitmişti.
Veda zamanı gelmişti. Babam bu vedalaşmaya,
sanki her zamankinden farklı ve özel bir anlam yüklüyordu. Önce annemden
başladı. Ablama, abime ve son olarak da bana sarıldı. Ama bana sıkıca sarıldı.
Sarılırken içinden bir şeyler mırıldandığını hissettim. Sanırım dua okuyordu.
Aslında Tanrı’ya biraz uzaktı, ama yaptığı iş ağır olunca ve yaş almaya da
başlayınca, yakınlaşıyordu.
Beni ben eden kokusunu içime çektim. Nefessiz
kalmış gibi ayakta duramadım, babama tutunmaya başladım. O anda gözlerinin
içine baktım. Dehşete kapıldım. İlk defa, o çift kişilikli adamda korkuyu
gördüm. Gözleri, zembereği boşanmış ve patlamaya hazır saatli bir bomba
gibiydi. Hayata yenik düşmüş, uçurumun ucuna gelmiş, düşmemek için tutunacak
dayanak arayan bir adamın hali vardı sarılışında.
Babama öyle bir sarıldım ki, nefesinin
kesildiğini sandım. Biraz korkuya kapılmama rağmen bırakmak istemedim. Ruhum
kadar kollarım da yapıştı.
“Gitme baba!” dedim. Bir şey demedi. Çağla
yeşiline çalan o buğulu gözleriyle baktı sadece. Yüreğime işleyen o cümleyi
söyledi:
“Bekle beni! Her gece nasıl bekliyorsan, öyle
bekle!”
“Bekle”, beş harften oluşan bir sözcük. Umut
dolu, yüreği ferahlatan, beklenti yaratan ve insanı yaşama bağlayan beş harf.
Bir kez daha yüreğimizin derinliğini yeniden
keşfeder gibi, doyasıya sever gibi, baktı hepimize. Hiç sevmediği sol elini
kaldırdı ve zafer işareti yaparak kapıdan çıktı.
Kamburlaşmaya henüz başlayan sırtını, ben daha
yaşlanmadım der gibi, dikleştirmeye çalışarak yürüdü. Elleri ve kolları ona ait
değilmiş gibi, vücudundan ayrı sallanarak gitti. Uzun uzun ardından baktım. Bir
ömür sığdı sanki o birkaç dakikalık zaman aralığına. Çocukluğuma gittim. Onunla
oynadığımız “sultan” oyununa. Her zaman parmağında taşıdığı yüzüğü çıkarıp,
tekrar parmağa geçirmek nasıl keyif verirdi. Ben pek beceremezdim. O çok
ustaydı ve her oyunun sonunda gülen o olurdu.
Anneme iyi geceler dileyip, odama çekildim.
İstemsiz bir şekilde gökyüzüne baktım. Kararmış bulutlar korkutucuydu. Birazdan
yatağıma gireceğim ve gök gürültüsünü duymamak için kulağıma pamuk
tıkayacaktım. Ya babam? Yağmura yakalanmadan madene girebilse diye dua ettim.
Uyumaya çalışsam da beceremedim. Gök gürültülü
sağanak yağmur başlamıştı. Evin çatısını döver gibi yağıyordu. Dışarısı zifiri
bir karanlığa gömülmüştü. Bir an dalmışım. Rüyamda babamı gördüm. Sanki
etrafında bir ateş çemberi varmış da kendisini kurtaramıyormuş gibi, elini bana
uzatıyor, benden yardım istiyordu. Ona dokunacakken kan ter içinde uyandım.
Derin bir nefes çektim. İçimden “bu bir kâbus” dedim. Sağa sola dönüp durdum
sabaha kadar. Günün ilk ışıklarıyla yatağımdan fırladım. Ev halkı hala
uykudaydı. Gecenin o kâbusu gitmiş,
hayat pırıl pırıl bir güne hazırlanıyordu. İçimdeki sıkıntı hala bitmemişti.
Birden dışarıdan canhıraş sesler duydum. Ne olduğunu görmek için pencereye
koştum. Büyük bir panik havası vardı. İnsanlar birbirine, “Madende grizu
patlaması olmuş, koşun! Yardıma koşun!” diye bağırıyordu.
“Grizu”, “patlama” sözcükleri, beynimden
yüreğime ışık hızıyla inerken, var gücümle “ Babaaa!!!” diye bağırarak
evden fırladım.
Koşar adımlarla, etrafıma çarpa çarpa, patlama
yerine ulaşmaya çalışıyordum. Yaşadığımız yer küçük olunca, madenle evimizin
arası da uzak değildi. Normal adımlarla yarım saatte alınabilecek mesafeyi, o
hızla on dakikada gitmişim. Vardığımda vaziyet korkunçtu. Ağlayan, haykıran,
yardım isteyen onlarca insan, maden kapısının biraz uzağında toplanmış,
çaresizce kurtarma ekiplerinin gelmesini bekliyordu.
Babam nerede?
Gece yağan yağmur etrafı çamur deryasına
çevirmiş, yürümek işkenceye dönmüştü.
Babam nerede?
Suratları ölü mezarlığı, yürekleri dağlanmış kor
gibiydi. İyi haber almayı ummak, mezardan tekrar diri çıkmaya benziyordu.
Babam nerede?
Kime ne soracağımı bilemez bir halde,
birilerinin göğsüne sığınmaya çalıştım. Aradığım şeyi biliyordum.
Babam nerede?
Anlar birikmiş, geçen her saniye ömrümden ömür
çalıyordu.
Babam nerede?
O kargaşada dikkatimi çeken, madencilerin büyük
bir kısmının sağ salim dışarıda olmasıydı. Sakince insanları yatıştırmaya
çalışıyorlardı.
Babam nerede?
Onlardan birini tanıdım: Zayıf, çelimsiz, siyaha
çalan saçları, burnu sivri, ağzı da konuşurken hafif yana kaykılan Salim
Amcaydı. Yanında bitiverdim. Daha sözüme başlamadan, “Çok üzgünüm kızım” dedi.
Babanı ve birkaç arkadaşımızı uyardık. Bizi dinlemediler. Dün gece mesaiye inenler ekstra para
alacaklardı. Hava koşullarından dolayı çok az kişi madenin en derin yerine
inmeyi kabul etti.”
Babam nerede?
Çok az kişi! Bunlardan biri de babamdı, inmeyi
kabul etmiş. Demek ki gökyüzüne bakması, bizimle sıra dışı vedalaşması bu
yüzdendi.
Çalan siren sesleri, uğultular, ardından derin
bir sessizlik.
Ve bekleyiş! Kahrolası geçmek bilmeyen
saniyeler, dakikalar… İyi bir haber alma umuduyla yanan yüreğim. Birilerine
tutunma ihtiyacıyla ayakta durma çabam, ardından kendimden geçip bayılmam.
Kendime geldiğimde epey bir süre geçmişti. Yanı başımda annem, ablam ve abim
ağlama krizine girmiş. Her geçen an, zamanı ve yaşamı onulmaz kılıyordu.
Güneş tam tepemizde. Beklemenin bir rengi
varmış, onu öğreniyorum. Gittikçe koyulaşıyor beklemek. Babamın kalbimdeki yeri
ağırlaşıyor. Umut bağladığım kalbim, ıslak killi toprak gibi koyu. İçimde bir
karanlık büyüyor. Işığım ve soluğum azalıyor. Babamı, küçücük kasabamızın, kara
kalbine gömen, doyumsuz kar hırsına lanet okuyorum…
Selma Sayar
selmatas99@yahoo.com
*
Bu öykü, yazarımızın ikinci kitabı Düşüyorum Tut
Elimden’de yer almaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder