12 Eylül ‘Yalanı’na Karşı - Zafer Köse - Sevdalım Hayat
12 Eylül ‘Yalanı’na Karşı - Zafer Köse

12 Eylül ‘Yalanı’na Karşı - Zafer Köse

Paylaş
İşte, 12 Eylül… Muhalefet hapsedildi, öldürüldü, 2010’larda, 2020’lerde de devam edecek biçimde 24 Ocak Kararları’na dayanan dünya görüşünün iktidarı kökleştirildi.Fakat toplumun değişmesi her zaman olasıdır. Savaşımız ‘Yalan’a karşı!

1980, 24 Ocak Kararları… Derler ki, dokuz ay sonraki 12 Eylül Darbesi’nin temel amacı, bu ekonomik kararların yürütülmesini sağlamaktı. Darbeciler de, sonraki on yıllar boyunca iktidar sürenler de bunu hiç inkar etmediler. Bu konuda pek yalan söylemediler. Ama başka konulardaki yalanlarıyla insanların bakış açılarını kaydırdılar.

KARDEŞ KAVGASI YALANI

En köklü yalanları, 70’li yılların terör ortamını “kardeş kavgası” diye anlatmaktı. Sanki insanların toplumsal konularla ilgilenmesi, örgütlenmesi, hakkını istemesi neden olmuştu “terör”e!

Oysa iktidarlar için asıl sorun; emeğin hakkını, özgürlüğü, eşitliği, çağdaş değerleri talep eden ve çoğu zaman örgüt bilinciyle hareket eden insanların durdurulamamasıydı. Yasalara bağlı biçimde hareket eden devlet güçleri, halkın yaygınlaşan bilinci ve talepleri karşısında çaresiz kalıyordu. Siyasal mücadelenin ağırlığı mutlaka yasadışı yollara kaydırılmalıydı.

60’ların sonundan beri üniversite kampuslarındaki polis müdahalelerinin analizi yapılsa herhalde gerçek iyice netleşir. Yöneticiler her zaman saldırgan eğilimli bazı gençleri kontrollerinde tutmuşlardır. 80 öncesinde Ülkücüleri kontrol etikleri ve büyüttükleri gibi. Farklı görüşlere, hatta en doğal insan haklarına bile tahammül edemeyen bu gençleri, demokratik talepleriyle ortaya çıkmış insanlara saldırtarak bir “kardeş kavgası” ortamı yarattılar. Bu ortam yasal güçlerin “müdahale” gerekçesi olarak kullanıldı.

“Kardeş kavgasını önlemek” yalanını üretmekte o kadar etkili oldular ki, “yönetimde istikrar ve yönetilenlerde itaat” görüşü neredeyse bu memleketin en yaygın görüşü haline geldi.

EMEKÇİ YOK YALANI

Yaymayı başardıkları diğer yalan ise, bu memlekette emekçilerin, emek değerlerinin bulunmadığı konusunda. Oysa etrafımıza bir bakalım. Yollara sığamayan araçlar sürekli trafik sıkışıklığına neden oluyor. Pazarda markette tezgahlar dolup taşıyor. Dünyada görülmemiş bir hızda ve yoğunlukta inşaatlar yapılıyor. Onca giysi, ev eşyası, oyuncak, elektronik alet…

Peki, kaynak ne? Petrol ve diğer doğal kaynaklarla yaşayan bir toplum muyuz biz? Ekonomi çarklarını döndürecek bir turizm geliri de belirleyici düzeyde değil.

Etrafımıza baktığımızda açıkça görüyoruz: Türkiye bir emekçi memleketi. Günün ve gecenin çeşitli saatlerinde duraklarda, servis araçlarında, yollarda işe gidenler, işten dönenler… 365 günün, 24 saatin herhangi bir anında, milyonlarca kişi çalışmakta.

TÜKETİCİLİK NE GÜZELDİR

Başka alanlarda olduğu gibi, ekonomik alanda da “bağımsızlık” ilkesini yanlış bulanlar hep vardı. “Türkiye ekonomisinin dünya ekonomisine entegre olması” gerektiğini savunan bir kesimin dünya görüşünü yansıtır, 24 Ocak Kararları. Yani memleketin işgücü, dünya sermayesinin taşeron ihtiyacını karşılayacaktır. Ülke politikacıları, dünya iktidarlarının bu memleketteki temsilcisi; ülkenin patronları, dünya patronlarına bağımlı biçimde ucuz işgücünü yöneten işbirlikçiler olacaktır.

Bu kararların uygulanabilmesi için, öncelikle tarım sektörünün dağıtılması gerekiyordu. Çünkü insanların kendi tarlalarında çalışıp geçinebilmesi, dünya sanayisine taşeronluk edecek işgücü sıkıntısı yaratıyordu. İnsanlar tarım ve hayvancılık yaparak karınlarını doyuramaz hale gelmeliydi ki, muhtaç durumda kalsınlar. Emekçilerin can güvenliği sağlanmayan maden ocaklarında, iş güvencesi bulunmayan çeşitli şirketlerde, hiçbir koşula itiraz edemeyecekleri fabrikalarda karın tokluğuna çalışmaları, dünya patronlarının taşeronu yerli patronlara köle olmak zorunda kalmaları gerekiyordu.

Bu arada, dünya ve ülke patronlarının işi sadece meta üretmek değil ki. Satmak da var işin içinde. Öyleyse, emekçilerin bir kısmı, özellikle de “okumuş” olan, patron sınıfına itaat eden, diğer çalışanların başında iyi bekçilik edip onları verimli çalıştıran bir kesimin de alım gücü yükselmeliydi. Konutlar, arabalar satılmalıydı. Gerekirse yıllara dağılan ödemelerle, uzun vadeli kredilerle piyasalar dönmeliydi. Nasılsa bu alım gücü de sistemi besleyen bir kaynaktı. Dünyanın en yüksek tüketici vergilerini; yakıttan, araç satışından elde edilen vergilerin nerelere kullanıldığını sorgular mıydı ki, o en işbirlikçi çalışanlar?

EĞİTİM ŞART!

Ayrıca, her şeyi devletten beklememeliydik. Bu konuda da iyi eğitildi toplum. Kamu çalışanları devletin sırtına yüktür, diye ezberletildi. Zaten insanlar kâr amacı olmayan, performans değerlendirmesi yapılmayan yerlerde verimsiz çalışırmışmış. Rekabet ortamı olmalıymışmış. İnsan başarılıysa başının çaresine bakabilirmişmiş. Ne diye tembel ve başarısız insanların yükünü taşıyacakmışızmış. Fakirlik fakirlerin suçu, değil mi? Hele işsizlik, sadece işsizlerin sorunu. Hem onlar da iş beğenmiyorlar, kahvede oturmayı seviyorlar. Böyle düşünmek, sorgulamadan ezbere yaşamak. İşte eğitim! Eğitim şart. Üstelik medyamız her şeyi devletten beklemiyor, eğitiyor; çaktırmadan eğitiyor.

Polis asker sayısı Avrupa ortalamasının üç beş katı olsun, diğerlerine gerek var mı? Örneğin hemşireler Almanya’nın yüzde dokuzu kadar… Hastaneler mi yetmiyor, devletin eğitime ayıracak yeterli kaynağı mı yok; e, özel okul var ya, özel hastane… Hem nasıl da iyi insanlarımız, iyi sanatçılarımız, iyi zenginlerimiz var; eğitime destek olurlar, bazı hastaların tedavisini sağlarlar. Geri kalan milyonlarca öğrenci, yüz binlerce hasta mı? Onlar devletin olsun, ister imam hatip, ister meslek lisesi, o hastalar da ister yaşasın… Bizim kurtardığımız birkaç bin öğrenci, üç beş hasta, oh ne güzel dünya! Vicdanlı!

Sahiden, medya kimleri popüler yapar? Örneğin, “Bugün git yarın gel” diye “devlet memuru” tiplemeleri üreten Levent Kırca kimin işine yarar? En bir sert ve en “cesur” köşe yazarları, on yıllardır rakı, kılık kıyafet gibi konularda o kadar ağır ve saldırgan eleştiriler fırlatırken, neden hiç üretim ve paylaşım meselesine yönelmezler? Neden asıl muhalif yazalar hapisteyken “okurlar” hep milliyetçi-popülist yayınlardaki o “cesur” yazarları göklere çıkarırlar? Peki, kitleselleşen onca saldırgan yazıya rağmen neden memlekette bir şey değişmez? E, o kahraman yazarlarımız çok doğru bir dünya görüşünü savunuyor ama halk aptal da ondan, değil mi? Anlamıyorlarmışmış. Oysa bu yazarlara verilen fırsatların bir kısmı dışlananlara, hapistekilere verilse… Neyse, her şeyi devletten beklememek gerek.

İşte, 12 Eylül… Muhalefet hapsedildi, öldürüldü, 2010’larda, 2020’lerde de devam edecek biçimde 24 Ocak Kararları’na dayanan dünya görüşünün iktidarı kökleştirildi. Medya ve popüler kültür sanatçıları, bu dünya görüşünün temsilcileri haline geldi. Toplum da artık 24 Ocak toplumu.

Fakat toplumun değişmesi her zaman olasıdır. Yeter ki gerçeklerden yana mücadele edenler “cahillik”, “aptallık” gibi gerekçelerle halka saldırmak yerine asıl hedefe yönelsin. Savaşımız ‘Yalan’a karşı!

Zafer Köse

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder