Eğer
Çocuk, soğuktan sümüklenmiş burnunu hırsla
çekti. 8-9 yaşındaki sesini biraz daha kalınlaştırarak, balkondaki
arkadaşlarına bağırdı.
“Gelmiyor musunuz oğlum?”
Balkondaki çocuklar gönülsüzce omuz silkince,
çocuğun sesi daha da kalınlaştı. Elini yumruk yapıp balkona doğru salladı.
“Eğer benimle oynamazsanız, bakkal Ahmet’e
söylerim, cips dolabını devirenin siz olduğunu.”
Çocuk, aşağıya inen çocuklarla istediği
oyunları oynadı. Hatta diğer mahallenin çocuklarıyla yaptıkları maçta, top
kendisinin olmadığı halde, kaleyi bile seçti. Keyfi yerindeydi. Ama artık iyice
üşümüş, biraz da sıkılmıştı. Koşarak eve geldi. Kapıyı ablası açtı.
Kızın yüzünde yine o umursamaz ifade vardı.
Kulaklığının birini çıkarıp, “Annem odayı toplamamı söyledi. Burada senin bir
sürü oyuncağın var, gel bana yardım et.” dedi.
Çocuk “Bana ne, annem sana söylemiş.” diye
burun kıvırınca, abla “Bana yardım edersen harçlığımın yarısını veririm.” dedi.
Çocuk anlaşmadan memnun, odaya saçılmış oyuncaklarını toplamaya başladı.
Ellerini bile yıkamamıştı.
O sırada içeriden annenin sesi duyuldu. “Kızıım
gel buraya. Bir şey diyeceğim”
Kız, henüz yatağına yayılmış, en yakın
arkadaşına mesaj yazıyordu. Bugün ilk kez sevgilisiyle buluşacaktı ne de olsa,
meraktan çatlıyordu. Öfleyerek annesinin yanına gitti.
“Ne var?”
Anne, kayınvalidelerin gelinlerine yemek
yaptırıp, sonra da onları ve yemekleri kıyasıya eleştirdikleri programı
seyrediyordu. Gelinler, yemekleri yapıyor, sofrayı hazırlıyor ve yemekleri
servis ediyordu. Ama sofraya oturup yemiyorlardı. Anne her gün akşamüstü bu
programı seyrederdi. Kadınların çekişmesine, birbirlerine tehditler
savurmasına, hatta gelinleri ağlatacak kadar ağır sözler söylemelerine
bayılıyordu. Neyse ki kayınvalidesi geçen sene rahmetli olmuştu da kurtulmuştu.
O da böyle hiçbir yemeği hatta onun yaptığı hiçbir şeyi beğenmezdi. Üstelik
gündüz aralarında geçenleri oğluna söylerse, bu evi ona zindan edeceğini de ima
etmekten çekinmezdi. Çok çektirmişti çook. Yine de nur içinde yatsındı.
Kadın, televizyonun sesi gibi kendi sesini de
kısarak kızına seslendi.
“Bugün Süheyla Teyze’nin geldiğini babana
söyleme emi kızım.”
“Niye ki?” diye muzır bir ifadeyle cevap
verdi kız. Aslında her şeyi biliyordu ama annesini uğraştırmak hoşuna
gidiyordu. Kadın fazla uzatmadı. Hikâyeyi baştan anlatacak hali yoktu. Bir kere
de tamam deseler ölürlerdi sanki. Biraz öfkeli, biraz da çaresiz teklifini
sundu.
“Eğer söylemezsen, hafta sonu okul pikniğine
gitmen için babanı ikna ederim.”
Kız, “Hem neden babamdan bir şey
gizliyormuşum?” diye işi uzatmaya hazırlanırken, bu parlak teklif karşısında
söyleyeceklerini unutuverdi. “Tamam, söylemem” diyerek, sevinçle odasına
gitti.
Baba, o gün sevmediği baldızının evlerinde
misafir olduğundan habersiz, dükkânda akşamı etmeye çalışıyordu. Hava hepten
soğumuş, elektrik sobası da ısıtmaz olmuştu. Önündeki bulmacayı eliyle ittirip,
midesini tuttu. Akşama doğru çay ocağındaki bayatlamış çaylardan içmese iyiydi.
Şu Selim’in teklifi de canını sıkmıştı ama yapacak bir şey yoktu. Kızın okul
servisinin parası da, oğlanın yemekhane parası da ödenmemişti daha. İşler iyice
zayıflamıştı. Selim, müşterilerinin telefon numaralarını istiyordu. Böylece,
satış temsilcisi olduğu, şu “her şey dâhil çoğu bedava termal tatil turu” nu
daha çok insana satabilecekti.
Adam, evlerine tamirata gittiği çoğu yaşlı
olan müşterilerinin telefonlarını vermek istemedi önce. Selim’in yaptığının
düpedüz dolandırıcılık olduğunu biliyordu. Sonra kabul etti. Çünkü Selim,
“Telefonları verirsen, sattığımdan kazandığımın yüzde 20’sini sana veririm.”
demişti. Arkadaşının hesabı tutarsa,
cebine az sayılmayacak bir para girecekti. Adam taş atıp kolu yorulmadan
kazanacağı paranın hesabını yaparken, karnının iyice acıktığını hissetti.
Karısına telefon ederek, akşama mantı yapmasını istedi. Üzerine de bol salçalı
yağ yaksındı. Ancak karısı o saatten sonra uğraşamayacağını, bütün gün çok
yorulduğunu, zaten ıspanak yemeği ve makarna yaptığını söyleyerek itiraz etti.
Adam, “Sen bilirsin, mantı yoksa istediğin o manto da yok.” dedi.
Aile, akşam yemeğinde bol salçalı mantılarını
yerken, anne çocuklarından yakınıyordu. Özellikle de küçüğünden. “Hiç laf dinlemiyor
bu senin oğlun, anne miyim akranı mı belli değil.”
Baba kaşlarını çatıp sağlam bir azar
çektikten sonra, bakışlarını yumuşattı. Sesini incelterek, “Bakın bugün Cuma
namazında hoca dedi ki, eğer büyüklerimize, özellikle de devlet büyüklerimize
itaat etmezsek Allah, cehenneminden ateşler akan nehirlerinde bizi çatır çatır
yakarmış. Biz de sizin büyüğünüzüz. Dediklerimizi yapmazsanız cehennemi
boylarsınız ona göre. Alev alev yanmak ister misiniz, söyleyin bakalım?”
Kız kulağını çekip, orta parmağının sivri
tarafıyla masaya vurdu tık tık. Küçüğünün de gözleri fal taşı gibi açılmıştı,
ağzının kenarından yağlı salça akıyordu. Sonra “Vallahi, billahi, ekmek kuran
çarpsın” diyerek bundan sonra annesinin sözünü dinlemeye yemin ettiler.
Baba sonuçtan memnun, ağzına koca bir kaşık
daha mantı attı. Açlığının kabası gitmiş, keyfi yerine gelmeye başlamıştı. Sesi
normale dönmüştü. “Kızım şu televizyonun sesini aç, bakalım haberlerde ne
varmış” dedi. Televizyonda devletin en büyüğü konuşuyordu.
“Eyy aziz vatandaşlarım. İçinde bulunduğumuz
krizi hep birlikte aşacağız. Şanlı ecdadımızın cesaretiyle dış mihrakların
kurduğu bu oyunu bozacağız. Yalnıız, herkes elini taşın altına koyacak. Mesela
elinizde ne kadar döviz varsa bozacak, altınları yastık altından çıkaracaksınız.
Bunu yapmayanlar, karşısında beni bulur. Sonrasına karışmam, külahları
değişiriz. Ona göre!”
Hande
Çiğdemoğlu
hande.cigdemoglu@gmail.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder