Son
Defa
İnsan yapayalnız
kaldığını anlamak için bile
kendisine bakan bir göz
olsun istiyor,
sen de böyle değil
misin?
Ormanda
ölüm yokmuş / Latife TEKİN
Metruk
Çırağan Sarayı’nın kocaman pencere boşluklarından birinden kollarını uzatmış
incir ağacının dalından, kapkara bir incir düştü havuzun taş basamaklarına.
Sonra yuvarlana tökezleye boş havuzun içine attı kendini. Kimse görmedi.
Havada
birkaç Beşiktaş’lı kırlangıç cıvıl cıvıl ötüşerek süzüldü, sonra yıkık sarayın
kocaman üst kat pencere boşluklarından birine girip bir anda kayboldular. Hava
yavaş yavaş ve hazin bir hikâyenin sonunu işaret edercesine kararıyordu. Ali ve
Yusuf havuzun boş sahnesinde oturmuş sigara tüttürüyor, bir yandan da ufaktan,
Hasan’a sataşıyorlardı. Hasan onlara bıyık altından gülümseyerek aynada üstünü
başını düzeltti, sonra da boş boş sarayı seyreden Kemal’in yanına gelip
kulağına bir şeyler fısıldadı. Kemal hemen elini cebine attı ve çıkardığı
parayı sıkıştırıverdi Hasan’ın cebine. Yıkık sarayın içinden kimin söylediği
belli olmayan kesik kesik bir şarkı çalındı kulaklarına. Bir süre bu şarkıya
eşlik ettiler, sonra şarkı da bitti.
Yusuf hemen arkasındaki elektrik düğmesini çevirdi. Havuz renklendi.
Havuzun
suyu saatler öncesinden boşaltılmıştı. Kalan suyu da üç beş işçi paspasla
temizlediler. Boyası yer yer kalkmış zeminde hâlâ su birikintileri vardı.
Havuzun üstüne boydan boya asılmış renkli ampullerin parlak ışıkları su
birikintileri üzerinde hazinle titriyordu. Üç büyük masa birleştirilmiş,
kocaman bir sofra kurulmuştu havuzun tam ortasına. Çiroz Nedim, bir yerlerden
bulduğu geniş, buruşuk, mavimsi muşamba bir örtüyü sermişti masalara.
Masalardan birinin ayağına karton destek yaparken başını kaldırıp ‘hazır
hazır!’ dedi, ‘hadi gelin.’ Sandalyeler konmuş, içkiler, yiyecekler bir bir
yerleştirilmişti sofraya. Tabaklar, çatal bıçaklar, peçeteler… Her şey çok
düzenliydi. İlk Kemal indi havuzun merdivenlerini ve sofraya ilişti. ‘Yahu sen
nerden buldun bu kadar şeyi? Çok zahmet
etmişsin hem’ dedi peynire çatalını batırırken. Çiroz Nedim’in yüzü kızardı.
Bir şey diyemedi. Havuzun demir basamaklarından inenler Kemal’in sorusuna yeni
sorular ekleyerek, Nedim’i yine utandırarak, biraz da abartarak sofraya
kuruldular. ‘Ya neden havuzun içine kurdunuz ki bu sofrayı şimdi? Hayır
anlayamadım, başka yer mi yoktu yani?’ Hasan’ın sorusuna yanıt gecikmedi.
‘Saray en güzel buradan gözüküyor da ondan Hasancığım.’ dedi Kemal. ‘Sikiyim
sarayı’ dedi Hasan eliyle bir kavun parçasını ağzına götürürken. ‘Hepimiz def
olup gideceğiz buradan, ne senin patronluğun kaldı ne de… Söyletme beni şimdi
Kemal’. Herkes sus pus oldu. Nedim, bir kertenkelenin tedirginliğiyle biraz,
kadehleri tek tek, özenle doldurdu. ‘Buz yok mu?’ dedi Fahri. Nedim koştu,
basamakları çıktı, büfenin dolabından bir çanağa boca ettiği buzları getirdi bir
çırpıda, o da diğerleri gibi bir sandalyeye ilişti. Kadehler şenlendi. Şenlenen
kadehlerden ilkini Kemal kaldırdı: ‘Daha güzel günlere’ dedi yarım yamalak
gülümseyerek. Sofradaki sekiz kişi de, biraz mahzun, daha güzel günler için
kaldırdılar kadehlerini. Bir an sustular. Bir geminin uzun uzun çalan sireni
sarayın yıkık duvarlarına, havuzun taş basamaklarına, renkli ampullere ve
kadehlerine değdi. Tam yüreklerine de değecekti ki Fahri bir kahkaha atıverdi.
‘N’oldu oğlum’ diye sordu Hasan. ‘İçimden geldi Hasan Abi’ dedi Fahri. ‘İçimden
öyle geldi işte.’
Fahri
sofranın bir başında, Kemal de diğer ucundaydı. Kıvırcık Kadri, Sedat, Ali,
Hasan ve Yusuf, Nedim’in kestiği ballı kavundan birer ikişer küçük tabaklarına
aldılar. Hasan kaykılıp oturduğu sandalyesinden kalktı, çorabından sigara
paketini çıkarıp bir dal Marlboro yaktı. Kalkıp havuzun demir basamaklarını
tırmandı. ‘bu demirler de çürümüş’ diye bağırdı masadakilere.
Yaz
sonuydu, o gece son kez birlikte oluyorlardı ve sarayın muhteşem taşlarına,
gökyüzünün kızıllığına, sıra sıra soyunma kabinlerin sahipsizliğine kederle
bakıyorlardı. Havuzun patronu, havuzdan sebeplenen üç beş kişi. Hasan
tuvaletten geldi, oturdu. ‘O tuvaletteki bataryaları ben sökiim alim mi Kemal?’
dedi ortaya. ‘Olur abi’ dedi Kemal. ‘Canın neyi isterse al. İte kopuğa kalmasın.
Ne yapacaksın sorması ayıp bataryaları abi?’ Hasan bir şey demedi. Kısa
sessizliği Fahri bağıra bağıra bozdu: ‘Şampiyooon, şampiyooon, şampiyooon
Beşiktaş…’ Sonra hepsi bu başıbozuk dört kelimeyi hep bir ağızdan
tekrarladılar.
Hepsi
o sene şampiyon Beşiktaş’lıydı. Birkaç ay önce üç gün üç gece kutlama
yapmışlar, alkolün dibine vurmuşlardı. Bir araya geldiklerinde mutlaka oynanan
son futbol maçından konuşur, sıklıkla hakemi taraflı bulduklarından dem vurur,
bunu hararetli birkaç olay örgüsüyle izah eder, kendi kalelerini koruyan
‘kaleci bozuntusunu’ her daim yerlere vurur, alaşağı ederlerdi. Oynanan maçları
hiçbir zaman kaçırmazlardı. Kaçıran biri varsa aralarında, ya da böyle bir şey
duyduklarında çok bozulur, okulda ödevini yapmayan çocuğa öğretmeni nasıl
söverse işte öyle söverlerdi. Futbolla, daha doğrusu, Beşiktaş’la yatıp sabah
karga bokunu yemeden Beşiktaş’la kalkarlardı. Maçların olduğu kadar
antrenmanların da müdavimiydiler. Poşet
poşet biralarla seyretmeye gittikleri çalışmaları kör kütük sarhoş olana kadar
sabırla takip ederler, birbirlerinden destek alarak, kalkıp, her biri başka
otobüse binip doğruca evlerine giderlerdi. Yaz aylarında Şeref Stadı’nda
yapılan antrenmanlardan sonra kendilerini boğazın suyuna bırakırlar, bir
mavnanın arkasına takılıp saatlerce yüzerler, içlerinden karşı kıyıya da geçmek
isteyenler olur, sonra bitkin düşüp Fahri’nin sahildeki restoranına gidip
menemen yer, ağaç altında kurulmuş hamaklara uzanıp sızarlardı.
Hepsi
Beşiktaş’lıydı. Kimi Üsküp’lü, kimi Kastamonu’lu, kimi Lüleburgaz’lı, kimi
Karslı’ydı ama hepsi Beşiktaş’lıydı ayrıca. Takım onların her şeyiydi. Buna
rağmen evde karıları pek takmadığı için Beşiktaş mevzusu pek açılmazdı.
Beşiktaş’lı olmak onların anlayacağı, anlamayı bırak, düşünebileceği bir mevzu
değildi onlar için. Böyle bilirlerdi. Sadece bir takım tutmak da değildi bu.
Onun için ‘hasta Beşiktaş’lı’ değimini atmışlardı ortaya. Hasta Beşiktaş’lı.
Takım tutmaktan daha yüce, daha fedakâr bir alamı olmalıydı onlar için hasta
Beşiktaş’lı olmanın. Bir Fener’linin formasıyla ya da bayrağıyla çarşıdan
geçmesini bırakın Taksim’den aşağı inmesine bile müsaade edilmezdi eğer
İnönü’de maç yoksa. Maç olduğu zamanlarda ise Fener taraftarı kontrollü bir
şekilde alınırdı Dolmabahçe’ye. Kontrolü de bunlar ve bunların kollukları
sağlardı. Bu neden böyleydi, kimse bilmezdi, ama böyleydi işte. Özellikle de
Fenerbahçe konusunda çok hassastılar. Galatasaray’la komşu mahalle
arkadaşlarıydılar. Ama Fenerbahçe, uzaktaydı zaten, taa karşı yakadaydı.
Türkiye’de, güzel yurdumuzda kurulmuş ilk futbol takımı olmasıyla öğünürlerdi
de Beşiktaş’ın. ‘İlk fitbol takımı ulan, boru mu’, derlerdi. Atatürk’ü bile
hoop Beşiktaş’lı ilan etmişlerdi bunlar.
Hepsi
Beşiktaş’lıydı. Simitçisi, taksicisi, terlikçisi, çulsuzu, piyangocusu,
artisti, hocası, çoluğu, çocuğu, mekteplisi, göbeklisi, hastası, yetimi,
bakkalı, otoparkçısı, dolmuş değnekçisi… Hepsi hasta Beşiktaş’lıydı. Statta maç
günü bir araya geldiklerinde sahadaki on bir kişi için tek tek acayip, ağıza
alınmamış dualar ederlerdi. Hem dua eder hem de küfürü basarlardı. Evlerindeki
huzursuzluklarını, işlerindeki kesatı ve fesatı, geçim derdini, politikacıların
memleketlerine ve memleket çocuklarına bunca yıldır yaptığı eziyeti,
mahalledeki bir huzursuzluğu, borçlarını, harçlarını, yalanlarını,
katakullilerini, insan olmanın ağırlığını, bütün insani sorularının cevaplarını
o on bir kişinin çıkaracağı oyun ile hemencecik halleder, ya darmadağın olmuş
bir şekilde meyhanenin ya da başları göğe değercesine gururla yine bayraklarla
meyhanenin yolunu tutarlardı.
Hepsi
Beşiktaş’ lıydı. Kara Kartallar gibi yüksekten, taa tepeden uçmayı severlerdi.
Korku nedir bilmezlerdi. Korkunun kendisi de bunları bilmezdi. Bir kavga
olacaksa o kavga engellenemezdi. Olacağı neyse o olurdu. Her nasılsa yolları
köy içine, çarşıya ya da Sinanpaşa’ya düşmüş bir iki paçoz Fenerbahçeli veledi
tespit edip hemen, acilen alaşağı ederlerdi.
Bununla da yetinmezlerdi, paçoz
Fenerbahçeli veletleri elâleme rezil de ederlerdi hemen. Fenerbahçe’li paçozlar
da Beşiktaş’lı kartallardan öğrenmişti bunu. Aynısını yolu her nasılsa o
taraflara düşen, üzerinden Beşiktaş’lılık akan, buram buram Beşiktaş kokan
paçozlara, zırtapozlara yaparlardı.
Hepsi
Beşiktaş’lıydı. Süleyman başkanlarına taparcasına bağlıydılar. Yıllarca siyah
beyaz çubuklu formayla top peşinde koşmuş Süleyman Bey tek tek bilirdi
Beşiktaş’lıları. Statta Şeref locasında gördükleri Süleyman Bey’i ‘Sülüman sen
bizim herşeyimizsin’ diye avazları çıktığı kadar bağırarak selamlarlar, bununla
yetinmeyip, engelleri aşıp yanına varıp sarılmayı arzularlardı. Polisten bir
ton sopa yiyip küfrede küfrede gerisin geriye tribüne dönen de olurdu,
engelleri bir şekilde aşıp kendini şaşkınlıkla Süleyman Bey’in şefkatli kolları
arasında bulanlar da. Bu şefkatli kollardan ayrıldıklarında hiç de kibar
olmayan bir şekilde itilip kakılarak uzaklaştırılırlardı. Bu neden böyleydi?
Böyleydi işte. Neden çok sevdiğimiz birine yaklaşmak, onu kollarımızın arasına
alıp sıkı sıkı kavramak bu kadar güç bir işti? Nedeni biraz alışıldık bir
korku, biraz da işte öyle olduğu içindi. Beşiktaş’lılar buna hiç
alışamamışlardı. Oysa bütün futbolcuları, başkanlarını, hatta bazen az da olsa
bazen yani, hakemi bile sıkı sıkı kucaklamak, yanaklarından öpmek geçiyordu
hemen hepsinin içinden.
Hepsi
Beşiktaşlıydı ve hepsi bazı duygularını bastırmanın ağırlığını yaşıyordu.
Fenerbahçe’yi ya da Galatasaray’ı, bazen az da olsa, namı olmayan başka bir
takımı tutan arkadaşları, dostları, akrabaları, konu komşuları vardı. Bunlarla
her zaman belli bir mesafede kalmayı yeğlerlerdi. Bu ahbaplarla her
oturuşlarında mevzu dönüp dolaşıp o hafta oynanan bir maça gelip dayanırdı.
Mevzusu edilen maç Beşiktaş maçı ise o zaman bir Beşiktaş’lı tam da bir kartal
kesilirdi. Sınırlarını bilirdi de ama. Mevzuyu tam da can alıcı noktasından
yakalar, iki çalım, bir penaltıyla üstünlüğünü sağlar, sahadan gururla
çekilirdi. Bir Beşiktaş’lı başka takımı tutan herhangi bir ‘taraftar’la futbol
konusunda acımasızca mücadele ederdi. Bu mücadelenin sonunda az da olsa gürültü
patırtı çıkması da olasıydı. Kendini bilir bir Beşiktaş’lı hiçbir patırtıya
müsaade etmez, sözcüklerini, cümlelerini tam da karşı kalenin doksanına nişan
alıp garanti vuruşlar yapardı. Karşı tarafın ‘ama, fakat… sizin takım da…’
gibisinden ataklarına hiçbir şekilde fırsat vermezdi.
Hepsi
Beşiktaş’lıydı. Mefta olmuş tüm Beşiktaşlıları saygıyla anar, kahvehanelerde
Hayat ve Spor mecmualarının orta sayfalarında vermiş oldukları takım ve
harikulade şahıs posterlerini gururla çerçeveleyerek sergilerlerdi. Bu
kahvehanelerde futbol takımlarının, futbolcuların arasında zaman zaman Yaşar
Doğu ve Cemal Kamacı gibi güreşçi, boksör posterleri de olurdu. Bunu en az
Lefter’in posterinin neden asılmış olduğunu anladıkları kadar anlarlardı da.
Kimse Metin Oktay’ın, Lefter’in posterlerine tü kaka demez, onları da saygıyla
karşılarlardı. Kahvehanelerdeki resimler arsında mefta olmuşlar kadar hala
hayatta olanların da resimleri vardı. Bu Beşiktaş kahvehaneleri en az
meyhaneler kadar Beşiktaş’ın konuşulduğu nadide mekânlardı. Kahvehane ve
meyhane arasında mekik dokuyan Beşiktaşlılar akşam olunca, bir vakit evlerine
gider, sus pus olur, oturur baba, koca, ağabey, evlat rollerini mükemmele yakın
oynamaya, çok geçmeden de koca ağızlarını açıp, ağır ağır esneyip yataklarına gitmeye
başlarlardı.
Hepsi
Beşiktaş’lıydı. Hem de koyu Beşiktaş’lı. Gece olup da yataklarına gittiklerinde
Beşiktaş’lı olmanın gururuyla, omuzlarında iki kartal kanadıyla büzüşüp uykuya
dalarlardı. Gerçek hayatlarında kucaklayamadıkları Süleyman Başkan’ı, gelmiş
geçmiş bütün Beşiktaş’lı futbolcuları, Gordon Milne’yi, Stankoviç’i bile sıkı
sıkı kucaklayıp karılarına, çocuklarına, anne, baba, kardeş, abi ve ablalarına
göstermedikleri sıcaklıkta bir sevecenlikle, coşkuyla bir de, bağırlarına
basarlardı. Sabah olunca işlerine güçlerine giderler, akşam olur dost ahbapla
oturulduğunda rüyasında kimin kimi kucakladığını anlatırlar, kahkahalarla gülüp
efkârlı bir şekilde bunun sadece bir rüya olduğunu fısıldarlardı birbirlerine.
Hepsi
koyu Beşiktaşlıydı. Siyahın ve beyazın ne anlamlara geldiğini iyi bilirlerdi.
Mutlulukla mutsuzluğun, olmakla olmamanın, benzerlikle zıtlığın ve dahası
uzakla yakının renklerini gündelik yaşamda da kuşanırlar, bundan tuhaf bir
gurur duymakla birlikte bu kıyafetleriyle Fener yolu, Kadıköy, Üsküdar, Kartal,
Maltepe gibi yerlere gitmemeye, oralarda görülmemeye de azami özen
gösterirlerdi. Hepsinin dolabında en az bir siyah bir de beyaz gömlekleri,
pantolonları, ayakkabı ve çorapları bulunurdu. Düğün derneklere, nişanlara,
sözlere, sünnetlere, açılışlara, davetlere, misafirliklere, dost meclislerine,
cenazelere de tuhaf bir gururla, bunlardan oluşturdukları bir düzenle
giderlerdi. Siyah gömlek, pantolon, ayakkabı ve çorap, e nerede oğlum senin
beyazın, diyenlere ‘donum beyaz abi’ derdi yeni yetme ama doğuştan fırlama bir
Beşiktaşlı. İşte o zaman da ‘göster ulan donunu’ diyip indiriverirlerdi
oracıkta pantolonunu bu yeni yetme, fırlama Beşiktaşlı’nın. Birkaç sefer benzer
hadise olmuş, ondan sonra da kimse beyaz don esprisini yapmaz olmuştu muhitte
zaten.
Hepsi
zil zurna Beşiktaş’lıydı. İyi içerlerdi. Birayı şişeden, rakıyı çay
bardağından, şarabı su bardağından içerlerdi. Leblebiyi ve peyniri severler,
içerken yanlarından ayırmazlardı. Üç beş Beşiktaş’lı birkaç kilo leblebiyi üç,
üç buçuk saatte rakıya meze eder, dudakları beyazlaşmış, evlerinin yolunu
tutarlardı. ‘Ulan bu beyaz leblebi bizi puşt gibi gösteriyor, sarıya dönelim’
derdi içlerinden biri. ‘Otur oturduğun yerde, pezevenk, sarıya geçelim de
adımız kanarya Fenerli’ye mi çıksın’ derdi bir başkası. ‘Bu beyaz leblebiye
ömrümüzün sonuna kadar mecburuz biz. Bizim yazgımız bu, oğlum. Kara bahtım,
beyaz leblebim, işte Beşiktaş’lı asıl benim.’ Çömez beşiktaş’lı yemiş olduğu
naneyi anlar, bir beyaz leblebi daha atar ağzına, dişiyle ezer. ‘Sil’ der
öteki. ‘Sil ağzını, utandıysan dudakların beyazladı diye. Nasıl olsa mefta
olunca her bir yerimiz beyazlayacak. Bu ten, bu kara vücut bembeyaz olacak. Sen
hiç sarı kefen gördün mü? Yani kara toprak, beyaz kefen işte. Fenerli’si de
tadacak bunu, Galatasaray’lısı da. Kaçış yok oğlum. Sen iyisi mi, sil ağzını.
Sil de karın beyaz dudaklı görmesin seni.’
Birlikte
bir şarkının yavaş namelerine başladılar: Ömrümüzün son demi, son baharıdır
artık… Maziye bir bakıver, neler neler bıraktık…Kemal çenesini yumruk yaptığı
bir eline dayamış, efkârlı, sarayı seyretmeye koyulmuştu. Şarkı bitti. Kemal
‘Bak’ dedi, ‘şuradan bel vermiş.’ Sarayın tepesinde ha düştü ha düşecek olan
bir taş bloğu gösteriyordu masadakilere. ‘Aman, dedi Ali, ‘boşver Kemal abi,
düşerse düşsün, havuzu kapattık abi. Bizden sonra tufan yani.’ Gece geç bir
vakit kalkıp ağır aksak her birinin elinde birkaç açılmamış şişe içki, havuzdan
çıktılar. Masa orada öylece kaldı.
Renkli ışıklar öylece kaldı. Her biri küçük giriş kapısından geçip sokağa
çıktılar. Kemal çıkmadan önce dönüp bir kere daha baktı havuza ve saraya. Şimdi
yıllarca gelip gittiği saray daha da büyük görüyordu gözüne. ‘Hoşça kalın’ dedi
sahibini ısrar etmeden arayan bir ses tonuyla. Herkes herkesle vedalaştı.
‘Bundan sonra ne olur, kim bilir?’ dedi Fahri kemerini çözüp gömleğini
pantolonunun içine sokarken. ‘Kim
bilir?’ dedi Kemal, ağlamaya başladı. ‘Abi yapma’ dedi Ali. ‘Gel, bırakayım ben
seni eve.’ ‘Yok, olmaz,’ dedi Kemal, ‘Hadiyin arkadaşlar, stada. Son bir kez.’
Kemal,
Fahri ve Yusuf, yanlarında üç beş kişi daha o gece, evlerine yollanmadan,
sökülmüş bir yabani ağacın, iki pas tutmuş kale direğinin ve demir tente direklerinin üst üste
yığıldığı, işgal altındaki memleketleri
andıran Şeref Stadı’na gizlice girip bu ölü sahaya son görevlerini yerine
getirdiler. ‘Üç yıl sonra bu kıyametin üzerinde güller, hanım elleri, mor
yaseminler, bin bir çiçek bitecek, yazıyorum buraya’ dedi Fahri, tükürüklediği
işaret parmağını toprağı öpen Atatürk büstünün üstüne sürdü. ‘Atatürk şahidim
olsun’ diye de bastıra bastıra ekledi. ‘Atamıza içelim’ diye ciddiyetle
haykırdı Yusuf bu laf üzerine.
‘Olmaz…Şeref babamıza içelim ilk önce. Gece uzun. Ata’mıza sonra içeriz.’ Diye
son noktayı koydu Kemal. O uzun gece Şeref Hoca’ya, Baba Hakkı’ya, Atatürk’e,
İnönü’ye, birkaç hafta önce vefat eden Celal Bayar’a ve şimdilerde kimsenin
hatırlamadığı bir çok eski tüfek futbolcu ve güreşçiye içip zırıl zırıl
ağladılar birbirlerine sarılıp.
Ertesi
gün işbaşı yapan işçiler stadın ortasında buldukları şarap ve rakı şişelerini
sarayın yorgunluktan yıkılmış pencere boşluklarına doğru savurdular. Bu pencere
boşluklarından geçip şangır diye sarayın taş duvarlarında parçalanan her
şişeden sonra da ‘goool’ diye hayvansı
naralar attılar. Bu naralardan sonra korkunç kahkahaları yankılandı işçilerin.
Beklenmedik gürültüyle havalanan kırlangıçlar havada birkaç gelişigüzel
akrobasi hareketi yaptıktan sonra sarayın duvarlarında bulunan çalıdan çırpıdan
yuvalarına son kez döndüler. Sonra da uzun uzun vapur düdükleri çaldı. Kemal,
Fahri, Yusuf ve üç beş kişi daha aynı rüyaya yatan masal kahramanları gibi,
evlerinde içinden yağmur geçen derin bir kış uykusuna yattılar.
Havuz
mevsimi sonsuza dek kapanmıştı artık. İlk önce suyu sonsuza dek boşaltıldı
havuzun. Hemen ardından, koca koca, el gibi çınar yaprakları salınarak düştü bu
boşluğa. Günlerce yağmur yağdı. Havuz yağmur suyuyla bir karış doldu. Koca
çınar yaprakları bir oraya, bir buraya yüzüp durdular bulanık suda. Şeref
Stadı’nın toprak sahası balçık oldu. Mevsim yağmurlarıyla birlikte metruk
Çırağan Sarayı’na kocaman iş makineleri de girdi yıkılan büyük duvardan. Stadı,
havuzu, deniz kenarını birkaç günde darmaduman ettiler. Sarayın içinde biten
kimsesiz ağaçlar büyük gürültüyle söküldü,
zar zor kamyonlara yüklenip sessizce olay yerinden uzak bir mevkiye götürüldüler.
Boğazdan geçen küçük teknelerin, mavnaların Beşiktaş’lı kaptanları saraya mı,
havuza mı yoksa Şeref Stadı’na mı olduğunu bilmeden saygıyla düdüklerini,
kampanalarını çaldılar uzun uzun. Stat, havuz ve saray, o metruk saray birkaç
mevsim sürecek ağırlaştırılmış ölüme doğru yola çıkıyordu işte. Harikulade
hikâyelerle ömrümüze mühürlediğimiz stat ve havuz bir daha asla var
olmayacaktı. Saray ise bahçesinde görkemli bir havuzla birkaç mevsim sonra
yeniden hayat bulacak, harikulade bir otele dönüşecekti. Havuzun hemen yanında
inşaat bitiminde apar topar düzenlenecek bin bir çiçekli bahçe bizim Şeref
Stadı’nın görkemli mezarından başka bir şey olmayacaktı elbet.
Ender Macun
Bu
öykü Mühür edebiyat dergisinin Eylül / Ekim 2018 sayısında yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder