Belki Hayat Der ki…
Uzun bir bakıştır ki
uyandırır bizi derin uykudan, artık yoktur lâl sabahımız
Ne bir kuş ne de
efsun olmak geçiyor içimden ki acı kahve tadında rüyalarımız
resimaltı
Uzun yıllar çalıştığım, kâh haber peşinde koştuğum, kâh
röportaj ve yazılar yayınladığım dergi ve gazetelerde, editörlerimle zaman
zaman anlaşmazlıklara düştüğümüz olmuştur. Örneğin, bir haber ya da röportajın
fotoğrafı için konulacak - yazılacak ‘resimaltı’ her zaman sorun olmuştur. Tam da editörlerin istediği gibi uygun bir
‘resimaltı’ yazmakta çoğunlukla zorlanmışımdır. Daha çok yazıya ya da röportaja
yoğunlaşmak, diğer işleri angarya olarak görmek gibi bir duyguya kapılmıştım o
zamanlar sanırım. Ne gaf! Bu duygumla yüzleşmem gerekiyormuş meğerse. Nitekim
öyle de oldu. Sevgili Zafer Köse’nin teklifiyle, birkaç yıldır üzerinde
çalışmakta olduğum görsel-metinleri (fotoğrafı ve yazıyı) tekrar ele alarak
işlemeye başladım. İlk kez görücü karşısına çıkacaklardı.
Sevdalım Hayat’ta bir süredir yayınlamakta olduğum resimaltı çalışmaları kuşkusuz ki, gazetecilik
günlerime postaladığım ‘alıcısı muallak’ birer görsel-metin birlikteliği sunuyordu. Bu görsel – metin çalışmaları geçen haftaki Orijinal Oyuncaklar Diyarı ile son
bulmuş oldu. Sitede toplam elli beş resimaltı
çalışması yayınladım. Kendi çektiğim üç yüz otuz fotoğraf ve bunların altına
yazılmış şiir, deneme, iç geçirme, rüya ve benzeri şeyler… Bıraksam belki daha
iki yıl sürerdi ama başka projeler ve deneyimler de yaşamak istiyordum.
Belki resim der ki…
Kendi adıma güzel bir deneyim olan resimaltı çalışmaları başka, geniş bir pencere açtı önümde. Evet, bir
görsel dizisinden yola çıkıp hikâyelendirme işini ziyadesiyle sevdiğimi
söyleyebilirim. Buradan yola çıkarak, kadim resim sanatının belli başlı
eserlerini önüme koyup kısacık hikâyeler yazmayı denedim. İlk üç resim ve
hikâyede alıp başımı başka başka diyarlara gittim. Sonradan beş resim daha
koydum önüme. Doğrusunu isterseniz, yıllardır neden böyle bir şey yapmadığımı
da düşünmeden edemedim. Çocukluğumdan beri bana birçok hikâye anlatan resim alemi
kapılarını sonuna kadar açtı önümde. İlk on resim için hikâyelerimi
tamamladığımda, yazmaya başladığım günden itibaren iki ay geçmişti. ‘Belki resim der ki…’ başlığını arayıp
bulmamda can yoldaşım Yasemin kıvrak zekâsıyla yardımcı oldu. Eyüboğlu, Bosch, Van Gogh, Mualla, Monet, Renoir,
Cezanne, Caravaggio, Hopper, Seurat ve onlarca dâhinin resimlerinden
seçtiklerime hikâyeler yazdım.
ZİYA İLE
RESİMALTI’NIN KARDEŞLİĞİ
Resimaltı gibi, Ziya da
Sevdalım Hayat’ta bir süredir tefrika olarak yayınladığım ucu bucağı olmayan bir
hikâye. Aslında bunların ikisi kardeş yazılar. Zaman zaman birbirlerine
gönderme yaparak, zaman zaman da birbirlerinin içinden geçerek neredeyse aynı
zaman dilimi içinde var oldular. Ziya’nın da sonuna geldik sayılır. E malum,
bitireceksin ki yeni şeylere başlayabilesin. Yer yer sevgili arkadaşım ressam
Tarık Sipahi’den izler taşıyan Ziya da birkaç hafta sonra bitecek. Başı ve sonu
olmayan, herhangi bir bölümden başlanarak okunabilecek, bağımsız bir Ziya evreni…
Şimdi Resimaltı ve
Ziya serileri birer kitap olmayı
bekliyorlar. Bunu hak ettiler. Ama en azından orada, Sevdalım Hayat’ta bir
yerlerde olduklarını biliyorum. Siz de bilin. Zaman zaman açıp bir bakın.
Küserler sonra, arkanızdan ağlamazlar ama. Ziya’nın yerine başka bir şey
gelecek mi, bilmiyorum, ama zaman zaman denemelerimi de yayınlamak istiyorum
Sevdalım Hayat’ta. Bu arada, hayat koşturmacası sırasında, kaçıranlar için Ziya’nın
resimaltı’yla kesişme hikâyesini aşağıda tekrar sunmak istiyorum.
Bu arada, yazmadan edemeyeceğim bir şey var. Hasan Bülent Kahraman ‘Türkiye’de
okurdan çok yazar var’ diye bir laf etmiş. Ne alâ ve ne doğru bir saptama.
Fakat belki de biz yazanlar takımı,
en azından, ben yani, böyle iyileştiriyorum kendimi. Kimi satranç oynar, kimi
koleksiyon yapar, kiminin de işi gücü defter, kalem, kitap, yazı falandır.
Yazmak iyi bir eylemdir. İyileştirir. En azından öyle olması beklenir.
ZİYA’NIN
İÇİNDEN GEÇEN RESİMALTI
Anneannem divanın
üzerine koyduğum fotoğraflara tek tek bakarken beni gördüğünde biraz şaşırdı.
“ne yapıyorsun o resimlerle?” dedi. Bir şey demedim. Sonra biraz daha yaklaştı,
fotoğraflardan birini eline aldı. “Ters tutuyorsun anneanne” dedim. Cebinden
gözlüğünü çıkarıp taktı. Fotoğrafı iyice yaklaştırdı kendine. Gözlerini kısıp
elinde tuttuğu fotoğrafa baktı. Sonra da elimdeki tükenmeze. “Ne yazdın sen
buraya böyle?” dedi. “Resimlerin altına yazılır mı hiç, yazacaksan arkasına
yaz. Nasıl sileceğiz şimdi bunu? Aaaa bunlara da mı yazdın… Ziya’nın bunlar
ayol.” Korkmuştum. ‘Resimaltı onlar’ dedim. “Ne,” dedi… “resimaltıymış…”
Fotoğrafları hışımla topladı, kutuya tıktı. Odadan çıkarken “bir daha sana ait
olmayan hiçbir şeyi…” dedi. Söylene söylene çıktı.
Ziya’nın her nedense
bizim evde, sehpanın altında duran fotoğraf kutusunu birkaç gün önce
keşfetmiştim. Ziya’nın çeşitli yerlerde, çeşit çeşit insanla, çekilmiş onlarca fotoğrafı vardı kutuda.
Bizim aile fotoğraflarımıza hiç benzemiyordu bu fotoğraflar. Her biri başka bir
hikâye anlatıyor gibiydi. Ziya’yı bir kuyu önünde çocuklar (dört çocuk) ve
hasır şapkalı bir eşekle, pelerinli ve elinde korsan kılıcıyla gösteren o
harikulade fotoğrafı gördüm ilk. Bu da diğer fotoğraflar gibi (daha sonra bakacaktım)
özel olarak hazırlanılmış bir fotoğraf olsa gerekti. Fotoğrafın arkasında da
bir şey yazmıyordu. Aklımdan birçok hikâye geçti bu fotoğrafın çekilmesiyle
ilgili. Kendi kendime katılarak güldüm düşündüklerime. Okul çantamı açtım,
içinden kalem kutumu çıkardım ve hiç düşünmeden tükenmez kalemimi elime aldım.
Fotoğrafın alt kısmı açık renkti ve oraya yazabilirdim bu fotoğrafla ilgili
bulduğum cümleyi. Fakat birkaç dakika sonra, işimi bitirdiğimde toplam beş
cümle yazmış olduğumu gördüm. Yirmi sekiz kelime. Tam yüz altmış dokuz harf. Tekrar
tekrar okudum yazdıklarımı. Sonra yaptığımdan biraz utanarak ve biraz da
suçluluk duygusuyla fotoğrafı kutunun en altına koydum ve kutuyu da bulduğum
yere bıraktım. Daha sonraki günlerde bunu bir iş haline getirdim. Kutudan her
gün bir fotoğraf alıyor ve zeminde uygun yer bulup oraya o fotoğrafla ilgili
bir şeyler yazıyordum. Nasıl olsa kimse bakmazdı bu fotoğraflara. Baksalar bile
Ziya yazmış, diye düşünürlerdi. Nasıl olsa Ziya da yoktu artık hayatımızda. Kim
bilecekti?
Öğlen uykusundan yeni uyanmıştım. Yavaş yavaş akşam olmak
üzereydi. Anneanneme yakalanmış ve fotoğrafları da kaptırmış olduğum için kötü
hissediyordum. Kutu neredeydi şimdi? Odanın kapısı aralık olduğu için holden
gelen sesleri duyabiliyordum. “Resimlerin
altına tükenmezle yazıyor. Ciddiye almamak lazım bunları… Bunlar bir çocuğun
uydurduğu saçma sapan şeyler. Altı üstü resimaltı işte. Öyle diyor.” Konuşan
anneannemdi. Kalktım. Kapı aralığından annem ve anneannemi masa başında oturmuş
Ziya’nın fotoğraf kutusuna, içindeki fotoğraflara, benim o fotoğrafların
altlarına yazmış olduğum şeylere baktıklarını, bir yandan da pofur pofur sigara
tellendirdiklerini gördüm. Tavanda asılı duran ampule doğru yavaşça süzülen gri
duman tavana, oradan duvarların köşelerine dalgalanarak yayılıyordu. “İyi de”
dedi annem “bu çocuk nereden biliyor bütün bu resimlerin hikâyelerini?”
Gözlerimi kocaman açıp iki elimle ağzımı kapadım, yatağıma geri döndüm. Holden
kopup gelen incecik bir duman yavaşça aralık kapıdan süzülerek odaya girdi.
Pikeyi tepeme kadar çekip, hareketsiz bekledim.
Ne diyeyim, öyle işte; belki hayat bir gün der ki…
Ender Macun, Aralık 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder