Boncuklu Kuzu - Hande Çiğdemoğlu - Sevdalım Hayat
Boncuklu Kuzu - Hande Çiğdemoğlu

Boncuklu Kuzu - Hande Çiğdemoğlu

Paylaş

BONCUKLU KUZU
Ağzımın içi aşağıdaki mahallenin kurumuş deresi gibi. Merdivenleri ikişer üçer çıkıyorum, gözümün önünde şelalelerce sular akıyor. Bu kadar yorulduğuma değdi ama. Sonunda yakar topta hiç vurulamayan sıska Seda’yı vurmayı başardım. O yılan gibi kıvırdığı belinin tam ortasına nasıl da patlattım topu. Seda omuzlarını kısıp, topunu alıp gitti. Böylece oyun da bitti ama olsun. Zaten öyle susadım ki. Kapıyı babaannem açıyor. Koşa koşa mutfağa gidip, sürahideki suyu kafaya dikmeden önce etrafı kolaçan ediyorum. Annem her zamanki gibi divana oturmuş, pencereden dışarı bakıyor. Suyu nefesim kesilene kadar içiyorum. Ağzımı tozlu kolumun tersiyle silerken babaanneme yakalanıyorum. “Kuzum yakışıyor mu öyle, kaç kere söyledim ama.”

“Tamam babaanne” deyip kendimi antredeki sedire atıyorum. Sedirin taş gibi sert ve serin yastıklarıyla, terli sırtım neşeyle birbirine sarılıyor.

“Kuzum hadi kalk, Kasap Yunus’a git, kıyma lazım” diyor babaannem. “Yaa ama babaanne daha yeni geldim” deyip kafamı tavus kuşlu kırlente gömüyorum.

“Ama akşama köfte yapacağım. Senin sevdiğinden, maydanozlu.”
Köfte deyince gözlerim açılıyor. “Yanına domatesli makarna da var mı?”

Tombul yanakları top gibi oluyor gülümserken. Başını sallıyor, yemenisinin kenarından birkaç tel beyaz saç daha çıkıyor. Babaannemi öyle seviyorum ki, naneli köfte yapsa da giderim. O ne isterse yaparım. O olmasa banyoda sırtımı kim sabunlar, tırnaklarımı kim keser, saçlarımı kim örer? Arkadaşlarımın anneleri yapıyor böyle işleri biliyorum ama benim annem biraz değişik. O da seviyordur beni ama hep başı ağrıyor. Bir de önemli şeyler düşünüyor olmalı. Elini çenesine dayayıp hep dışarı bakıyor. Babaannem annemi de çok sever. Yemekte “Hadi kuzum, bak yüzün kaşık kadar kaldı, azıcık daha ye.” diye ağzına lokma bile uzatır.

Babaannem eliyle kıvrılan kenarını düzelttiği veresiye defterini veriyor. “Yarım kilo al, az yağlı, deftere yazdırırsın. Söyle ama, kıymayı iki kere çeksin.” Kapının önünde ters dönmüş terliklerimi giyerken, başımı sallıyorum. Elime de birkaç bozukluk veriyor. “Kendine de bakkaldan bir şey alırsın.”

Neşeyle dışarı çıkıyorum. Ama yokuşu tırmanırken adımlarım yavaşlıyor. Kasaba gitmeyi hiç sevmiyorum. Öyle pis kokuyor ki. Hem o adamdan da korkuyorum. Elindeki bıçaklar kadar keskin mavi gözleri var. Mavi güzeldir aslında. Ben gökyüzünü çok severim. Bazen açık apaçık olur ya hani böyle tül gibi. En çok o zaman severim. Annemin mavi yeleğini de severim. Ne kadar sıcak olsa da üstünden çıkarmaz. Başımı göğsüne dayadığımda yeleğinin kokusunu duyarım. Mavinin kokusu da anneminki gibi güzel. İnsan içine çekmeye doyamaz. Ama annem hemencecik ittirir beni. Çabuk sıkılıyor galiba. Dedim ya annem biraz değişik. Kasap Yunus’un gözleri hiç bu mavilere benzemiyor. Bakınca içinde boğulacakmışım gibi bir renk. Hem hiç de güzel koktuğunu sanmam. Bence o, kötü ve pis biri. Bana kötü davranmıyor olması hatta her gittiğimde bana yazar kasanın yanındaki tabaktan şeker vermesi onu iyi yapmaz. Hayvanların etlerini elindeki bıçakla kesmek, satırla parçalamak, hatta şu adını bilmediğim demirden bir küreğe benzeyen şeyle pat pat vurmak iyi bir insanın yapacağı şey değil. Böyle diyorum, ben de köfte seviyorum. Bu beni de kötü yapar mı?

Ben hayvanları öldürmüyorum ama. Hatta geçen gün bacağıma yapışıp gözümün önünde karnını doyuran sineği bile öldürmedim. Nasıl olsa bende çok kan var. Şuncacık sinek içse içse bitiremez. Hem köfteyi de kıymadan yapıyor babaannem. Kıvırcık kıvırcık bir şey. Hiç ete benzemiyor. Of bilemedim şimdi. Ben daha çocuğum. Ne pişirirlerse onu yiyeceğim. Köfte seviyorum diye hayvanlar ölecekse büyüyünce hiç köfte yemem ben de.

Yokuş bitip sokağın başını dönüyorum. Camiden çıkan amcalarla karşılaşıyorum. Hepsi sever beni. Kimi başımı okşuyor, kimi cebinden çıkardığı kuru incirden, cevizden veriyor. Halim Amca’yı da görüyorum. Babaannem tembihler hep. “O hepimizden yaşlıdır. Görünce hemen elini öp, halini hatırını sor.” Hal hatır sorma kısmını çok beceremiyorum ama elini şap diye öpüyorum. Kırışık elleriyle yanağımı seviyor. “El öpenlerin çok olsun güzel kızım. Babaannen nasıl?” diye soruyor. “İyii.” diyorum. “Annen iyice mi biraz daha?” diye ekliyor. Yüzünü niye üzüntüyle buruşturuyor öyle? Cevabımı beklemeden “Selam söylersin emi.” diye bastonuna dayanarak yanımdan uzaklaşıyor. Babaannem öğretmişti. “Biri selam söyle derse sen de bişeyküm selam dersin, yoksa selam sırtında kalır” diye ama aklıma gelmiyor şimdi. “Söylerim” diyorum. Amcalardan en aksi olanları bile bana bakıp gülümsüyor. Yüzlerindeki kırışıklıklar onlar gülünce şefkatle buruşuyor. Dedim ya çok severler beni.

Caminin karşısındaki kasap dükkânına giriyorum. Bu sefer kapıdaki uzun boncuklara takılmadığım için utanmama gerek kalmıyor. İçerisi yine çok kötü kokuyor. Kasap Yunus’un tel tel taradığı yağlı saçlarıyla, ıslak kırmızı ellerini de görünce midem bulanıyor. Gözümü kapatıp naneli limonata içtiğimi hayal ediyorum. Naneli limonata her zaman iyi gelir. Eskiden annem çok yapardı. “Yunus Amca, babaannem yarım kilo kıyma istedi.” diyorum.

Kasap Yunus pek konuşmaz. Başını sallayıp elindeki vıcık vıcık koyu kahverengi eti şaap diye tezgaha atıyor. Buraya her gelişimde tezgâhın üstündeki, boynunda mavi boncuklu kolye asılı kuzuyla göz göze geliyoruz. Gerçek olmadığını biliyorum ama gene de siyah düğme gibi gözleriyle bana bakıyor. Geçen geldiğimde ise top gibi kuyruğunu oynattığına yemin edebilirim. Beni sevseydi benimle konuşurdu. Acaba buradaki etler o kuzunun etleri mi?

Kasap Yunus gerçekten onu kesmiş, sonra da içine pamuk doldurup buraya mı koymuştu? Yok canım, o kadar da olmaz. Hiçbir insan bir kuzuyu, oğlağı, civcivi, ineğin yavrusu neydi, hah buzağıyı kesecek kadar kötü olamaz. Hele onu kesip etini yemek, vahşice. İyi ama annelerini kesiyorlar, biz de onu yiyoruz. Köftelerin içinde de bu kuzunun annesi mi var acaba? Bütün anneler çocuklarının yanında olmalı. Onları sevmeli, böyle sımsıkı sarılmalı, limonata yapmalı. Of Allah’ım, bunlar daha önce aklıma neden gelmedi. Bir daha köfte yemeyeceğim.
Kasap Yunus, paketlediği kıymayı uzatıyor bana. Kaç kere çekti göremedim. Babaannem sormaz inşallah. Kasap Yunus, sanki parmakları kuruymuş gibi parmağını yalayıp veresiye defterinin sayfalarını çeviriyor. “Babaannen üç aylığını almadı mı daha?” diye soruyor. “Bilmiyorum” diyorum. Islak avucunda tuttuğu şekerleri uzatıyor. “Neyse, al bakalım şekerlerini.” O an boncuklu kuzunun ağlamaklı bakışlarını üzerimde hissediyorum. Kafasını sağa sola çeviriyor, boynundaki mavili yeşilli boncuklar kıpırdarken incecik bir me-e sesi çıkıyor küçücük ağzından. “İstemem.” diyorum. Bundan sonra bu adamın şekerlerini de yemeyeceğim. Kare çikolata verse bile yemeyeceğim. Bir me-e sesi daha. Biraz daha kalsam, tezgâhtan atlayıp kucağıma gelecek, biliyorum ama artık gitmem lazım. Burada bir an daha kalmak istemiyorum. Yağlı kağıda sarılı bir kabahati işaret parmağıma takıp, hızla kendimi dışarı atıyorum. Hiç iyi değilim. Kötü olmakla, kötülüğe ortak olmak aynı şey olmalı.

Köşeyi dönünce sıska Seda ile karşılaşıyoruz. Biraz keyfim yerine geliyor. Omuzlarımı yukarı kaldırıp, “N’aber Seda” diyorum. Sesim sanki daha da büyümüş, aynı Aslı Abla gibi çıkıyor. “Hiiç, bakkala gidiyorum.” Bozuk olduğu her halinden belli. Adımları hızlanıyor. Peşinden gidiyorum. “Ne o, küstün mü bana yoksa seni vurdum diye?”

“Niye küsecekmişim, ben bilerek vuruldum zaten. Oyun bitsin diye.”

“Pışıık, hiç de bile. Bal gibi de vurdum seni.”
İnce dudakları hırsla büzülüyor. “Sen onu bunu boş ver de, baban gelmiyor mu?” diyor.

Nereden çıktı ki şimdi bu? “Gelecek.” diyorum. Kekeledim mi? “Okul açılmadan gelecek, gelirken de bana sırta asmalı çanta getirecek.”

“Her sene aynı şeyi söylüyorsun. Gelmiyor işte, kandırmışlar seni.” diyor. Kahverengi tacını burnuna kadar indirip tekrar saçına taktığına göre keyfi yerine gelmiş olmalı.

“Babaannem beni kandırmaz. Geçen sene gelemedi çünkü pasaport cüzdanı mı ne işte, onu kaybetmiş, ondan önceki sene de işten izin vermemişler.”

 “Kandırmışlar işte kızım, sen hatırlıyor musun ki babanı?”
“Tabii.” diyorum. Keşke böyle zayıf sesle söylemeseydim. Gür biçimde tekrar etmek geliyor içimden, ama vazgeçiyorum.

Hatırlıyorum tabi. İnsan babasını unutur mu? Beni kollarımdan tutup bacaklarının arasında salladığını hatırlıyorum mesela. Böyle bir atardı, sanki tavana değerdim. Babaannem ıspanaklı börek yaptığında babam ona “anacım” deyip sarılırdı, hem babaannem babama da “kuzum” derdi. Hatırlıyorum ben. Bazen yüzünü unutuyorum, o zaman da misafir odasına gidip büfedeki resmine bakıyorum. Böyle kedi kuyruğu gibi kocaman bıyıkları var, kaşları da öyle. Güzel güzel bakıyor. Sanki denize bakar gibi. Anneme de öyle bakıyordu bildim şimdi.  Annem de babamın yanındayken cıvıl cıvıl konuşurdu. Yanakları hep kırmızı olurdu. Gece uykudan uyanıp yanlarına giderdim bazen. Annem “haydi bakalım yatağa” dese de babam “gel gel” der, hoop kaldırıp yanına alırdı. Hem masal bile anlatırdı. Zalim kurdun kırmızı başlıklı kızın ninesini yemesine çok üzülürdüm. Hele avcı, kızın ninesini çıkarmak için kurdun karnını caart diye kesmiyor mu? Her seferinde ödüm patlardı. Avcıyı da sevmezdim. Ama belli etmezdim. Babamla annemin yanlarında biraz daha kalmak için hep “gene anlat baba” derdim.

Bir sabah dayım geldi beni aldı. O kadar erkendi ki, sabah ezanını ilk kez o gün duymuştum. O gece onlarda kaldım. Sonraki birkaç gün de. Aslında keyfim yerindeydi, dayım ne istesem oynuyordu, yengem ıslak kek bile yapmıştı ama ben annemi babamı çok özlemiştim, hem geceleri de korkuyordum. Sonunda o kadar ağladım ki beni eve getirdiler. Döndüğümde annemin bana sarılmadığını görünce küsmüştüm. Zaten konuşmuyordu da. Görüntüsü anneme benzeyen bir hayaletti sanki. Konuşmayan, gülmeyen, gözlerinden tuhaf ışıklar çıkan biri. Akşam olmuştu ama babam evde yoktu. Merak etmiştim etmesine ama sormaya korkuyordum. O gece babaannemle yattık. Babaannem saçlarımı sevdi, alnımı tutup okuyup üfledi. “Kuzum” dedi. “Baban uzak bir yerde çalışacak artık. Sana daha güzel elbiseler, bebekler alacak. Onu biraz özleyeceksin ama ne yapalım kader böyleymiş.”

“Neden?” diyecektim. “Neden beni öpmeden gitti, neden uzaklara gitti, neden ağlıyorsun babaanne?” diyemedim. Hem bu kader ne demekti? Neden çocukları babasız bırakıyordu? Aklım ermedi ama kalbim acıdı. İçimde havai fişek gibi şeyler patlıyordu. Değdiği yerleri paramparça ediyordu. O zamanlar sadece ağlamayı biliyordum. Ağladım, çok ağladım. Babam gitmişti işte, giderken gerçek annemi de götürmüş, bize İlyas Amcaların buğday tarlasındaki korkuluk gibi bir anne bırakmıştı. Ona kızgındım, kader neyse ona da kızgındım. Zamanla alıştım. Onların yokluğuna da, burnumu yastığıma sile sile uyumaya da… Ama bunları Seda’ya anlatacak değilim. Hem o ne bilir ki? Mızıkçı sıska!

“Senin bir şeyden haberin yok canım. Annemler konuşurken duydum. Baban, adamın tekini öldürmüş n’aber? Senin baban katilmiş! Aynı Kasap Yunus’unki gibi keskin bir bıçağı varmış. Adamın boğazını gözünü kırpmadan kırt diye kesmiş. Canavar bir katil! Sonra polisler almış götürmüş, hapse tıkmış. Bir daha babanı göremezsin sen, hiiç yalan atma. Zaten bundan sonra bizimle de oynama. Herkese anlatayım da gör.”

Ensemin arkası cayır cayır yanıyor, ellerim uyuşuyor. Boğazıma leblebi tozu kaçmış gibi öksürmeye başlıyorum. Öksürdükçe kusacağım geliyor. “Yalancı, pis yalancıı!” diye bağıracağım ama sesim çıkmıyor. Son gücümle, elimdeki ıslak poşeti Seda’nın suratına atıp koşmaya başlıyorum. Yanımdan sekerek boncuklu kuzu geçiyor. Köşeyi dönmeden durup bana tatlı tatlı bakıyor.




Hande Çiğdemoğlu

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder