Ziya / Otuz - Ender Macun - Sevdalım Hayat
Ziya / Otuz - Ender Macun

Ziya / Otuz - Ender Macun

Paylaş


Ziya / Otuz

Güzel evimizin bahçesinde iki incir, üç tane ıhlamur ağacı, kümes ve uzunca bir süredir viran görüntüsünün bizleri rahatsız eden hırdavat kulübesi vardı. Üçüncü inciri, anneciğim öyle istedi diye kulübenin hemen yanına dikmiştik ama o, ne yaptık ne ettiysek de bir türlü  tutmamıştı. Nezir de demişti zaten, ‘Tutmaz bu.’ diye; haklıymış adam. Başka şeyler de demişti de hiç ama hiç inanmamıştık ona. İyi de yapmıştık. İnanacaktık da ne olacaktı sonra, başımız göğe mi erecekti? 

O ilahi gün kapkara Nezir, kulübenin penceresinden beline kadar sarkmış, elindeki uzun kömürcü küreğiyle yeni ektiğimiz incirin toprağını  yine de umutla bastırmış, bu yetmezmiş gibi, küreğin sırtını dikkatlice pat pat vurmuştu ustaca. ‘Biz yaptık Nezir.’ demiştik Defne’yle. Sonra da, ‘Öff.’ demiştik, ‘Her şeye de karışıyor bu.’ Bazen o yokmuş gibi davranırdık; o da aldırmazdı ya buna, neyse. Evet, ne yazık ki hayatımızda bir Nezir vardı ve o Nezir nedense hayatımızdan hiç de çıkıp gideceğe benzemiyordu. ‘Ziya'nın Nezir.’ derdik ona bazen, Ziya getirmişti, işlerimizi görsün diye hani. Nezir birkaç ay kaldı bizimle.  Ve bu Nezir'in bizimle beraber kaldığı süre boyunca söylediklerinden sadece üçüncü incir meselesi doğru çıktı. Şimdi bile buna hayret eder, zaman zaman ‘Allah allah.’ deyip o meseleyi hatırlatırız birbirimize. 

Bahçe, topu topu bir dönüm kadar olmasına rağmen yazları akranlarımla, Defne’yle, seyrek de olsa bizimkilerle  saklambaç oynamak için biçilmiş kaftandı doğrusu. Bir başladık mı akşam yemek vaktine kadar bitiremez, kulübe, duvar arkası, ev içi, ağaç üstünde saklanır dururduk. Mahalleden kızların, delikanlılardan birçoğunun düğünleri burada oldu; ama, yılın sadece bir ayında... Koca yılda bir tek Ağustos geceleri vur patlasın çal oynasın düğünlerle, sabahlara kadar süren eğlencelerle su gibi geçip giderdi hayatlarımızdan; diğer zamanlardaysa, gerçek şu ki pek hareketsizdik. Saklambaç oyunlarını saymazsak tabi. Ya da, ailem bana süklüm püklüm gözükmüş olabilir, bilmiyorum. Yine de, pencere önünde oturup, genç yaşlı herkes beni seyretmeyi severdi. Saklambaç oynarken ben de saklandığım yerden onları seyrederdim; Anane’ninpencere pervazına koyduğu yastığın üzerine düşmüş yaşlı yüzünü, birkaç yaşlı yüzü daha, kavun yiyen babayı, evi, güzel evimizi seyrederken incirin dalları arasında çoğunlukla yere düşmeden  uyuyakalırdım. İncire benden hızlı tırmanan biri daha yoktu. Üzerinde uyuyan da yoktu tabii. Sanki başka mevzu yokmuş gibi, dallar arasında uyuyan ben fazlasıyla alay konusu olurdum evimizde. Bu mevzu evimizden dışarılara da taşmazdı ama. 

   Bir gün, evimizin bahçesinde arkadaşlarımla kazı çalışmaları yaparken bir ceket ve birkaç parça altın buldum. Gerçek altın. Hemen anneme koştum. Mutfaktaydı. Fasulye ayıklıyordu. Nezir'e koştuk gittik. Kahvede oturmuş pişpirik oynuyordu bizimkisi. Koştu, geldi. Altınları ve ceketi gördü ve dedi ki: ‘Ziya'nın bunlar, Ziya Abi'nin.’ Oracıkta boğabilirdik Nezir'i. Oracıkta öldürebilirdik. Kılımız kıpırdamazdı. Ziya yoktu artık hayatımızda. Çekip gitmişti. Ona “Abi!” diye hitap eden birine hiç rastlamamıştık. Oysa şimdi Nezir Efendi, koca Ziya'dan, ‘Ziya Abi!’ diye bahsediyordu. Anladı hatasını da, ‘Ziya'nın bunlar.’ deyiverdi, düzelterekten. Biz de bir şey yapmadık. Çukurdan, bulundukları yerden çekip çıkardık ceket ve altınları. Nezir dedi ki: ‘Ziya bunları buraya gömmüş ama unutmuş. Size de söylememiş. Ama ben biliyordum. Bunları satacak, eve para götürecekti. Bir arkadaşının borcu mu varmış, neymiş, para çıkartamayınca üzerindeki Bossa ceketi ve karısının bu altınlarını vermiş Ziya'ya. Yaaa. Bak işte, Bossa yazıyor, görüyor musunuz?’ Nezir’in açıp gösterdiği pis etikete baktık, sonra bir de Nezir’e baktık. Hepimizin yüzü kızardı. Nezir bir anda hüngür hüngür ağlamaya başladı. Onu güç bela susturduk. Hiçbirimiz hatırlamak istemiyorduk Ziya'yı. Yıllar geçmişti üzerinden. Nerede olduğunu bilmiyorduk, hayatta olup olmadığını dahi bilmiyorduk. Her şeyi, karısını dahi bırakıp gitmişti. Şimdi bir ceket ve üç beş parça altınla yeniden giriyordu hayatlarımıza. Ceket neredeyse çürümüştü. Altınları aldık, parlattık. Nezir gitti bozdurdu. Ertesi gün Ziya'nın karısının evine gittik ve verdik parayı. ‘Nereden bu para?’ diye sormadı. Yarı aralık kapıdan holde, bir dolabın üstünde Ziya'nın büyük fotoğrafını gördüm. Sonra kadın kapıyı kapadı. Eşikte duran büyük erkek ayakkabılarını da gördüm. Nezir, ben, annem ve üç beş kişi daha evimizin yolunu tuttuk. Sonra, akşam incirin altında birbirimize Ziya'yı anlattık durduk. Taze fasulye yedik. İncirde asılı ampul bir yandı  bir söndü, bize göz kırptı durdu gece boyunca. Gecenin sonuna doğru, ‘Ziya.’ dedik, başka bir şey diyemedik. Sustuk kaldık. Bahçede, incirin altında öylece uyuduk. Garip garip rüyalar gördük. 
Biz, o, hayatımıza
 girmeden önce sarı jetonlar kadar serttik. Bir yüzümüz tek, diğer yüzümüz çiftti Daha sonra, rengârenk plastik telefon kartları gibi olduk. Esnedik. Yumuşadık. Sonra, o gittiğinde ortadan ikiye katlanıp büküldük. Telefon kulübelerinin yanlarına atıldık, düştük. Ziya'nın, cebinde şıkır şıkır seslerle çıkıp gelmesini bekleyedurduk. Ziya bize gittiği yerlerden bir telefon bile etmedi, mektup da yazmadı. Ziya bir daha hiç gelmedi. Onu özledik. Gözümüz hep yollarda. 
Yola çıktık ve gördük ki hepimiz arzuluyuz. Yola çıktık ve anladık ki hepimiz mutsuzuz. O zaman, arzu ve mutsuzluk oyunlarımız için başkalarını da aramaya başladık işte. Her şey olağan. Hayat, önümüze koyduğu seçenekleri bir bir geri alıyor. Hayat bunu nasıl da başarıyor ustalıkla. Her şey sıradan. Sıradanlıkları görüyorum, onlar da görüyor. Ama nasıl da faili meçhul cinayetler yeşertiyoruz ardımızda. Anlaşılan o ki, bizler yola çıkıyoruz işte. Faili kendisi olan o biricik hayata.
Yeni sevinçler falan bulması lazım insanın azizim. Yoksa olmuyor, geçmiyor bu hayat. Yani diyorum ki, her seferinde, sabah kalkarken yataktan özellikle, bugün başka bir gün demek lazım. Yoksa olmuyor. 

son

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder