Dört Şekerli Çay - Hande Çiğdemoğlu - Sevdalım Hayat
Dört Şekerli Çay - Hande Çiğdemoğlu

Dört Şekerli Çay - Hande Çiğdemoğlu

Paylaş

Dört Şekerli Çay
Müşerref, elinde tepsi, çayları dökmeden yürümeye çalışıyor. Kapıyı tutuyorum, o önde biz arkada alışveriş merkezinin terasına çıkıyoruz. Kızların hepsi sigara içiyor. Ben de alışmalıymışım artık. İkram edildiğinde almamazlık olmazmış. İçime çekmeden içmeye çalışıyorum ama o bile öksürtüyor. Bir başladı mı da durmaz meret. Bu sefer de rimelim falan akıyor.

Açık havaya çıkmak için acele etsem de ben gene sona kaldım. Ağır kapı arkamdan yavaşça kapandı. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Toprağın altından, nemli kafasını göğe uzatan bir köstebek gibi. Gözlerimi açtığımda, yaşlıca bir kadının kendi gibi hatta daha da kara bakışlarıyla karşılaştım. Önce bana, sonra başını geriye çevirip diğer kızlara, sadece gözlüklerinden değil sanki dağların tepelerin üstünden baktı. Karşısında oturan, kafası uzaylı gibi arkaya uzamış mavi örtülü kıza eğilip bir şeyler söyledi. Yanlarından geçerken “Tövbe tövbee” dediğini duydum. Müşerref, Nurlan ve Tatyana en dipteki masaya oturmuştu bile. Gerçi Abla hepimizin adını değişirdi. Bir tek Tatyana’nınki aynı kaldı. “İyi böyle” dedi. Havalı. Sever bizim adamlar Nadyaları, Tatyanaları. Rus sanırlar.”

“Rus olmadığımız her halimizden belli, şu gözlerimize bak. Bilmeyen Tatar der, bilen Kırgız olduğumuzu şıp diye anlar” diyecek olmuştum da diyememiştim. Ablayı kızdırmaya gelmez.

Bana sandalye kalmadı. Baktım yandaki masada tek başına bir kız oturuyor. Pembe bir buluta benzeyen koca içeceğini önüne almış, kendi fotoğrafını çekmeye çalışıyor. Kırmızı parlak dudaklarını büzer gibi yapıp, sol eliyle olabildiğince uzaktan tuttuğu telefona aşağıdan yukarı bakıyor. Çektiği fotoğrafa bakıp başını iki yana sallıyor sonra tekrar tekrar deniyor.

“Sandalyeyi alabiliriim?” diyorum. Ayaktan başa süzüyor beni. Yüzünü buruşturup “Al, al” diyor. Sonra gözlerini yana devirip fotoğraf çekmeye devam ediyor. 

Alışveriş merkezinin havasız, ışıklı, gürültülü ortamından terasa çıkmak nasıl da iyi geldi. Zaten iki saat iznimiz var, neden yine içerideydik hiç anlamıyorum. Şurada ne güzel deniz manzarası, mavileri pembelerle süslenmiş gökyüzü ile oturmak varken. Saatime bakıyorum, tam otuz dakikamız kalmış. Hüseyin Ağabey sıkı sıkı tembihledi. Saat buçuk oldu mu otoparkta olmazsak vay halimize! Aceleyle çayıma şekerlerden birini atıyorum. Şekerin bizim gibi acelesi yok ki, ağır ağır dağılmaya başlıyor. Erimesini beklemeden ikincisini de atıyorum. Çayın üstüne köpükler çıkmaya başladı işte, yüzüm gülüyor.

Karşıda oturan adamlar bize bakıyor. Esmer olan gözünü bizden ayırmadan sigarasından öyle bir nefes çekiyor ki, benim içim tıkanıyor. Berikinin eğilip kulağına bir şeyler fısıldadığı adam, pis sarı bıyıklarının altından sesli bir kahkaha patlatıyor. Anlamış olabilirler mi? Elimle gözümü kontrol ediyorum, takma kirpiği çıkarmayı mı unuttum diye, yoo unutmamışım. Üstümüz başımız da normal. Müşerref kadife bir eşofman giymiş, kenarları biraz altın sarısı ama açık saçık bir yeri yok. Nurlan’la Tatyana kot pantolonla gömlek giymişler, saçları sımsıkı at kuyruk. Ben de annemin ördüğü yeşil kazakla etek takımını giydim.

Sıcak oldu aslında ama başka da bir şeyim yok. Daha elime para geçmedi, geçse de kıyafete mi veririm zaten. Hem borcum var hem annem para bekliyor. Geçen hafta telefon ettim, “Kardeşin okula başlayacak ayakkabı lazım, kaban lazım” dedi. Bizim oraların ayazı fenadır. Bu sene de zatürre olmaması lazım. Abla paramızı ne zaman verecek? 15’te bir alırsınız paranızı demişti, 36 gün oldu. İçimi gri bulutlar kaplıyor. Kış akşamlarına tık nefes koşan ikindi vakitlerinin garibanlığı yakama yapışıyor. Çayıma bir şeker daha atıyorum.

Bu hafta hiçbirimiz ailelerimizle konuşamadık. Nurlan’ın yüzünden telefonlarımıza el koydu abla. Nurlan’a da kızamıyorum ki. Ne kadar sulu da olsa o kadar içkiyi içmek kolay değil. Kızcağız o gün mide ilacını almayı unutmuş, üçüncü bardaktan sonra lavaboya gidemeden müşterinin üstüne kustu. Olanlar oldu tabi. Abladan öyle bir sopa yedi ki, iki gün yüzündeki patlağı çatlağı fondötenle bile kapatamadık.

Kızlara bakıyorum. Hiçbirinin ağzını bıçak açmıyor. Oysa buraya ilk geldiğimiz günler, nasıl da coşkuluyduk. Her gece Tatyana’nın söylediği o şarkıyla, umudun sırtında dörtnala uykuya dalardık. “Issık köl ömür cırgalınday, mahabat sırınday.”

Şarkı “Issık Göl’de ömür gözyaşı gibidir” dese de biz artık gülecektik. Emindik buna. Kalbimizin bir yanı özlemle dağlanmış olsa da,  birlikte olmak, aynı dili konuşmak, aynı masalları bilmek, aynı yemekleri özlemek, aynı gölün sularından aldığımız umutları paylaşmak bize güç veriyordu.  Şimdi yanı başımızda uzanan denize bakıyorum da ömür gözyaşı gibiymiş sahiden.

Bu durumda olacağımızı kim bilebilirdi ki? Müşerref gıda mühendisiydi mesela, Nurlan pedagoji okumuştu. Bir tek Tatyana ve ben okulu bitirememiştik. Biz de burada birkaç sene kalıp, biriktirdiğimiz paralarla geri döndüğümüzde okula devam edecektik. Bizi Türkiye’ye getiren aracı firma ile ilk görüştüğümüzde hangi işleri yapabileceğimizi sormuşlardı. İlk aylar bir fabrikada çalışacağımızı sonrasında daha iyi işlere geçeceğimizi umuyorduk. İş iştir dedik. Bizim memlekette o da yok. Elele verir, güle oynaya çalışırız. Bizi küçük bir apartman dairesine yerleştirdiler. Birkaç gün sonra abla geldi. Bizden yaşça büyük, bakımlı, güzel bir kadındı. Siyah saçlarını, kırmızı ojeli ellerine dolayarak tatlı tatlı konuşuyordu.  Ne kadar candan, ne kadar iyiydi. Saçlarımızı okşadı. Omuzlarımıza, bacaklarımıza baktı. “Pek de güzelmişsiniz” dedi, utandık biraz. “Burası benim evim, fabrikada iş bulana kadar oturun sonra kirasını ödersiniz.” diye ekledi. Bize erzak getirmiş.  “Güzelce pişirin yiyin, kendinize iyi bakın.” diyerek çıktı.

Günler geçiyordu. Bizi buraya getiren, işe yerleştirecek adama ise ulaşamıyorduk, sır olmuştu. Abla sıkıştırmaya başladı. “Kirayı ödeyemiyorsanız çıkın” dedi. “Borcunuz da var, ne zamandır oturuyorsunuz, yediğiniz içtiğiniz de cabası. Bana kimsenin borcu kalmaz. Ödemezseniz canınızı yakarım, geri gönderirim sizi” diye söyleniyordu.

Yalvardık, ağladık. “Ne yapacağız yol göster bize” dedik.

“Bana borcunuzu ödeyene kadar arkadaşımın kulübünde çalışacaksınız madem” dedi.

“Biz kötü kadınlık yapmayız. Helallik aldık anamızdan babamızdan, namusumuzla çalışmaya geldik” dedik.

“İş iştir. Asıl çalışmak namustur” diye karşılık verdi.

“Hem sadece masalarda oturacaksınız, kulübe içki sattıracaksınız bu kadar. Borcunuzu ödeyince de ne bok yerseniz yiyin, sizinle uğraşacak halim yok” dedi.

Başka çaremiz yoktu. Dil bilmiyorduk, iz bilmiyorduk. Elimizde avucumuzda ne varsa buraya gelmek için o sahtekâr adama vermiştik. Gönülsüzce kabul ettik. Sonraki günler gördük ki bu kadın ne kötü bir insanmış. O gülen yüzünün altı bir lağım gibi karanlıkmış. Her şeyin baştan planlı olduğunu, kulübe gelip buradaki diğer kızlarla tanışınca anladık anlamasına ama ne çare. Abla’nın sözünden çıkanların halini gördükçe sesimiz iyice kesildi, sindikçe sindik. Bizim durumumuz gene iyi. Müşteriyle giden kızların hali çok beter. Hep ağlıyorlar. “Ne oldu?” diyoruz anlatmıyorlar da. “Ne yapın ne edin kurtulun buradan, dayanılacak şey değil” diyorlar.

Boynu bükük çayıma dördüncü şekeri de attım. Karıştırıp durdum ama yine de tortusu dibinde kaldı. Soğumuştu biraz. Bir dikişte içip, şekeri kaşıkla yedim. Abla eskisi gibi erzak getirmiyor. Çaya ancak bir şeker atabiliyorum evde. Memlekette de kardeşim üç tane atsın diye ben bir tane atardım. Ama diğer kızlar gibi ben de severim şekerli çayı.

Burası ne güzelmiş. İçerideki mağazalar rengarenk, ışıl ışıl ama ben bu terası daha çok sevdim. Hem havadar, hem sahici.  Üstelik masalarda bir sürü şeker var. Kızlara bakıyorum, giderken biraz atalım cebimize nasılsa bedava diyecek oluyorum. Hepsinin yüzünden düşen bin parça. Tatyana’nın yanaklarından sessiz yaşlar boşanıyor. Gözleri silik bir çizgi gibi, eliyle ovaladıkça daha da siliniyor. Abla, “Akşam alacağım seni” demiş, Mehmet Bey’i kıramazmış. Onun elinden kurtuluş yok, ne yapmalı?  Denizden sıcacık bir rüzgâr esiyor. Yanaklarımı nasıl da okşuyor. Aynı annem gibi. Avuçlarının taze kınası, ellerimi kavrıyor. “Vardır bir çare balam, sakın pes demeyin” diyor.

Kızlara saati gösteriyorum. Aynı anda kalkıyoruz. Masadaki bütün şekerleri çantama atıp, bizim gölümüze benzeyen denizin tuzlu havasını içime çekiyorum. Damağımda şekerli çayın tadı duruyor.

Hande Çiğdemoğlu

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder