Dört Şekerli Çay
Müşerref, elinde tepsi, çayları dökmeden yürümeye
çalışıyor. Kapıyı tutuyorum, o önde biz arkada alışveriş merkezinin terasına çıkıyoruz.
Kızların hepsi sigara içiyor. Ben de alışmalıymışım artık. İkram edildiğinde
almamazlık olmazmış. İçime çekmeden içmeye çalışıyorum ama o bile öksürtüyor. Bir
başladı mı da durmaz meret. Bu sefer de rimelim falan akıyor.
Açık havaya çıkmak için acele etsem de ben gene sona
kaldım. Ağır kapı arkamdan yavaşça kapandı. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes
aldım. Toprağın altından, nemli kafasını göğe uzatan bir köstebek gibi.
Gözlerimi açtığımda, yaşlıca bir kadının kendi gibi hatta daha da kara bakışlarıyla
karşılaştım. Önce bana, sonra başını geriye çevirip diğer kızlara, sadece gözlüklerinden
değil sanki dağların tepelerin üstünden baktı. Karşısında oturan, kafası uzaylı
gibi arkaya uzamış mavi örtülü kıza eğilip bir şeyler söyledi. Yanlarından
geçerken “Tövbe tövbee” dediğini duydum. Müşerref, Nurlan ve Tatyana en dipteki
masaya oturmuştu bile. Gerçi Abla hepimizin adını değişirdi. Bir tek
Tatyana’nınki aynı kaldı. “İyi böyle” dedi. Havalı. Sever bizim adamlar
Nadyaları, Tatyanaları. Rus sanırlar.”
“Rus olmadığımız her halimizden belli, şu gözlerimize bak.
Bilmeyen Tatar der, bilen Kırgız olduğumuzu şıp diye anlar” diyecek olmuştum da
diyememiştim. Ablayı kızdırmaya gelmez.
Bana sandalye kalmadı. Baktım yandaki masada tek başına
bir kız oturuyor. Pembe bir buluta benzeyen koca içeceğini önüne almış, kendi
fotoğrafını çekmeye çalışıyor. Kırmızı parlak dudaklarını büzer gibi yapıp, sol
eliyle olabildiğince uzaktan tuttuğu telefona aşağıdan yukarı bakıyor. Çektiği
fotoğrafa bakıp başını iki yana sallıyor sonra tekrar tekrar deniyor.
“Sandalyeyi alabiliriim?” diyorum. Ayaktan başa süzüyor
beni. Yüzünü buruşturup “Al, al” diyor. Sonra gözlerini yana devirip fotoğraf
çekmeye devam ediyor.
Alışveriş merkezinin havasız, ışıklı, gürültülü ortamından
terasa çıkmak nasıl da iyi geldi. Zaten iki saat iznimiz var, neden yine
içerideydik hiç anlamıyorum. Şurada ne güzel deniz manzarası, mavileri
pembelerle süslenmiş gökyüzü ile oturmak varken. Saatime bakıyorum, tam otuz
dakikamız kalmış. Hüseyin Ağabey sıkı sıkı tembihledi. Saat buçuk oldu mu
otoparkta olmazsak vay halimize! Aceleyle çayıma şekerlerden birini atıyorum.
Şekerin bizim gibi acelesi yok ki, ağır ağır dağılmaya başlıyor. Erimesini
beklemeden ikincisini de atıyorum. Çayın üstüne köpükler çıkmaya başladı işte,
yüzüm gülüyor.
Karşıda oturan adamlar bize bakıyor. Esmer olan gözünü
bizden ayırmadan sigarasından öyle bir nefes çekiyor ki, benim içim tıkanıyor.
Berikinin eğilip kulağına bir şeyler fısıldadığı adam, pis sarı bıyıklarının
altından sesli bir kahkaha patlatıyor. Anlamış olabilirler mi? Elimle gözümü
kontrol ediyorum, takma kirpiği çıkarmayı mı unuttum diye, yoo unutmamışım.
Üstümüz başımız da normal. Müşerref kadife bir eşofman giymiş, kenarları biraz
altın sarısı ama açık saçık bir yeri yok. Nurlan’la Tatyana kot pantolonla
gömlek giymişler, saçları sımsıkı at kuyruk. Ben de annemin ördüğü yeşil kazakla
etek takımını giydim.
Sıcak oldu aslında ama başka da bir şeyim yok. Daha elime
para geçmedi, geçse de kıyafete mi veririm zaten. Hem borcum var hem annem para
bekliyor. Geçen hafta telefon ettim, “Kardeşin okula başlayacak ayakkabı lazım,
kaban lazım” dedi. Bizim oraların ayazı fenadır. Bu sene de zatürre olmaması
lazım. Abla paramızı ne zaman verecek? 15’te bir alırsınız paranızı demişti, 36
gün oldu. İçimi gri bulutlar kaplıyor. Kış akşamlarına tık nefes koşan ikindi
vakitlerinin garibanlığı yakama yapışıyor. Çayıma bir şeker daha atıyorum.
Bu hafta hiçbirimiz ailelerimizle konuşamadık. Nurlan’ın
yüzünden telefonlarımıza el koydu abla. Nurlan’a da kızamıyorum ki. Ne kadar
sulu da olsa o kadar içkiyi içmek kolay değil. Kızcağız o gün mide ilacını
almayı unutmuş, üçüncü bardaktan sonra lavaboya gidemeden müşterinin üstüne
kustu. Olanlar oldu tabi. Abladan öyle bir sopa yedi ki, iki gün yüzündeki
patlağı çatlağı fondötenle bile kapatamadık.
Kızlara bakıyorum. Hiçbirinin ağzını bıçak açmıyor. Oysa
buraya ilk geldiğimiz günler, nasıl da coşkuluyduk. Her gece Tatyana’nın
söylediği o şarkıyla, umudun sırtında dörtnala uykuya dalardık. “Issık köl ömür cırgalınday, mahabat sırınday.”
Şarkı “Issık Göl’de ömür gözyaşı gibidir”
dese de biz artık gülecektik. Emindik buna. Kalbimizin bir yanı özlemle dağlanmış olsa da, birlikte olmak, aynı dili konuşmak, aynı
masalları bilmek, aynı yemekleri özlemek, aynı gölün sularından aldığımız
umutları paylaşmak bize güç veriyordu. Şimdi yanı başımızda uzanan denize bakıyorum da ömür
gözyaşı gibiymiş sahiden.
Bu durumda olacağımızı kim bilebilirdi ki? Müşerref gıda
mühendisiydi mesela, Nurlan pedagoji okumuştu. Bir tek Tatyana ve ben okulu
bitirememiştik. Biz de burada birkaç sene kalıp, biriktirdiğimiz paralarla geri
döndüğümüzde okula devam edecektik. Bizi Türkiye’ye getiren aracı firma ile ilk
görüştüğümüzde hangi işleri yapabileceğimizi sormuşlardı. İlk aylar bir
fabrikada çalışacağımızı sonrasında daha iyi işlere geçeceğimizi umuyorduk. İş
iştir dedik. Bizim memlekette o da yok. Elele verir, güle oynaya çalışırız. Bizi
küçük bir apartman dairesine yerleştirdiler. Birkaç gün sonra abla geldi. Bizden
yaşça büyük, bakımlı, güzel bir kadındı. Siyah saçlarını, kırmızı ojeli
ellerine dolayarak tatlı tatlı konuşuyordu. Ne kadar candan, ne kadar iyiydi. Saçlarımızı
okşadı. Omuzlarımıza, bacaklarımıza baktı. “Pek de güzelmişsiniz” dedi, utandık
biraz. “Burası benim evim, fabrikada iş bulana kadar oturun sonra kirasını
ödersiniz.” diye ekledi. Bize erzak getirmiş. “Güzelce pişirin yiyin, kendinize iyi bakın.” diyerek
çıktı.
Günler geçiyordu. Bizi buraya getiren, işe yerleştirecek
adama ise ulaşamıyorduk, sır olmuştu. Abla sıkıştırmaya başladı. “Kirayı
ödeyemiyorsanız çıkın” dedi. “Borcunuz da var, ne zamandır oturuyorsunuz,
yediğiniz içtiğiniz de cabası. Bana kimsenin borcu kalmaz. Ödemezseniz canınızı
yakarım, geri gönderirim sizi” diye söyleniyordu.
Yalvardık, ağladık. “Ne yapacağız yol göster bize” dedik.
“Bana borcunuzu ödeyene kadar arkadaşımın kulübünde
çalışacaksınız madem” dedi.
“Biz kötü kadınlık yapmayız. Helallik aldık anamızdan
babamızdan, namusumuzla çalışmaya geldik” dedik.
“İş iştir. Asıl çalışmak namustur” diye karşılık verdi.
“Hem sadece masalarda oturacaksınız, kulübe içki
sattıracaksınız bu kadar. Borcunuzu ödeyince de ne bok yerseniz yiyin, sizinle
uğraşacak halim yok” dedi.
Başka çaremiz yoktu. Dil bilmiyorduk, iz bilmiyorduk.
Elimizde avucumuzda ne varsa buraya gelmek için o sahtekâr adama vermiştik. Gönülsüzce
kabul ettik. Sonraki günler gördük ki bu kadın ne kötü bir insanmış. O gülen
yüzünün altı bir lağım gibi karanlıkmış. Her şeyin baştan planlı olduğunu,
kulübe gelip buradaki diğer kızlarla tanışınca anladık anlamasına ama ne çare.
Abla’nın sözünden çıkanların halini gördükçe sesimiz iyice kesildi, sindikçe
sindik. Bizim durumumuz gene iyi. Müşteriyle giden kızların hali çok beter. Hep
ağlıyorlar. “Ne oldu?” diyoruz anlatmıyorlar da. “Ne yapın ne edin kurtulun
buradan, dayanılacak şey değil” diyorlar.
Boynu bükük çayıma dördüncü şekeri de attım. Karıştırıp
durdum ama yine de tortusu dibinde kaldı. Soğumuştu biraz. Bir dikişte içip,
şekeri kaşıkla yedim. Abla eskisi gibi erzak getirmiyor. Çaya ancak bir şeker
atabiliyorum evde. Memlekette de kardeşim üç tane atsın diye ben bir tane
atardım. Ama diğer kızlar gibi ben de severim şekerli çayı.
Burası ne güzelmiş. İçerideki mağazalar rengarenk, ışıl
ışıl ama ben bu terası daha çok sevdim. Hem havadar, hem sahici. Üstelik masalarda bir sürü şeker var. Kızlara
bakıyorum, giderken biraz atalım cebimize nasılsa bedava diyecek oluyorum.
Hepsinin yüzünden düşen bin parça. Tatyana’nın yanaklarından sessiz yaşlar
boşanıyor. Gözleri silik bir çizgi gibi, eliyle ovaladıkça daha da siliniyor. Abla,
“Akşam alacağım seni” demiş, Mehmet Bey’i kıramazmış. Onun elinden kurtuluş yok,
ne yapmalı? Denizden sıcacık bir rüzgâr
esiyor. Yanaklarımı nasıl da okşuyor. Aynı annem gibi. Avuçlarının taze kınası,
ellerimi kavrıyor. “Vardır bir çare balam, sakın pes demeyin” diyor.
Kızlara saati gösteriyorum. Aynı anda kalkıyoruz. Masadaki
bütün şekerleri çantama atıp, bizim gölümüze benzeyen denizin tuzlu havasını
içime çekiyorum. Damağımda şekerli çayın tadı duruyor.
Hande Çiğdemoğlu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder