İstanbul’da Bir Pınar - Zafer Köse - Sevdalım Hayat
İstanbul’da Bir Pınar - Zafer Köse

İstanbul’da Bir Pınar - Zafer Köse

Paylaş

Kim bilir yeryüzünün hangi katmanlarından, hangi zamanlarından geçip oraya ulaşmıştır o damlalar. Ve her bir damlada, içinden süzülüp geldiği katmanların tadı kalmıştır. Burukluğu kalmıştır.




İstanbul’da Bir Pınar


Cervantes’ten beri roman okuruz. Aslında hikayelerle olan ilişkimiz çok daha eski tarihlerden gelir. Destanlar, masallar, hatta mağara duvarlarına çizilen resimler var. Özellikle toplumsal organizasyonlar içinde yaşamak, hikayelerimizin konularında da belirleyici hale geldi. Kişinin içinde yaşadığı tolumla ilişkisine dayanan anlatılara en uygun tür olarak, romancılık gelişti.

Marquez gibi, Yaşar Kemal gibi romancılar sayesinde, insan topluluklarını da birer kişilik gibi algılayabildik. Usta romancıların anlatılarında; topluluklar, kendilerini oluşturan kişilerden, onların toplamından farklı birer özne olarak beliriyor. Bazen tek tek bireylerin içine sığmayan acımasızlıkların, kötülüklerin eyleyeni oluyor, “toplum” denen şey. Bazen roman kahramanımızın elini kolunu bağlayan, özgürlüklerini kısıtlayan bir varlık, bazen de o sırada yaşamakta olan kişilerin kaybettiği eski erdemlerin, kadim değerlerin sürdürücüsü.
Zola’dan, Jack London’dan, Saramago’dan biliyoruz; roman yazmak, daha güzel bir dünya için mücadele etmenin yollarından biri. İnsanlara içinde yaşadığı hayatı biraz uzaktan göstermek, bildikleri konuları biraz daha farklı açıdan anlatmak, kanıksanmış yargılarla ilgili bir şüpheye neden olmak... Bir el uzanıp yakamıza yapışırcasına, omzumuzdan tutup sarsarcasına etkileyen, hayata müdahale eden romanlar biliyoruz.

BİZİM OTEL

Konstantiniyye Oteli. Otelimiz, hayatımız. Livaneli’nin bu romanı, bir otel salonunda yaşananları, bir süre konuk olup gideceğimiz dünyamızın alegorisi halinde canlandırıyor. Birkaç yüzyıldır, birkaç bin yıldır, birbirini etkileyen, birbirine değen, birbirini görmeyen onca hayat.

İstanbul’da bir otel bu. Eski bir Bizans sarayının kalıntıları üzerine inşa edilmiş. Derinlerdeki altyapının üzerinde yükselen yabancı ortaklı bir işletme. Roman, bu çok lüks otelin açılış gecesini anlatıyor.

Anlatının başı ile sonu arasındaki süre birkaç saat. Geceye katılan 300 davetli, masalara dağılmış oturuyorlar, kalkıp dolaşıyorlar, birbirlerini gözlüyorlar. Çoğu, bir anlamda kendini pazarlamak için çırpınıyor; yeni ilişkiler geliştirmek, ticari fırsatlar yakalamak, hakkında oluşmuş olumsuz kanaatleri çürütmek derdindeler.

Sermaye sahibi olmadığı halde o dünyada kendilerine yer edinmiş konuklar da var. Bilim insanları, haberciler, bürokratlar; içinde yaşadıkları dünyaya sağladıkları “fayda”nın derecesine göre ulaştıkları “başarı”larıyla, varlıklarını sürdürenler. Aynı “başarı” ile toplumu yozlaştıranlar; yani sınıfsal ve kültürel bağlardan kopuk bir hayat yanılsaması yaratanlar.

Bir de otelin açılış gecesine davetli olmayanlar var. Görevli onlar; garsonlar, temizlikçiler, aşçılar. Aslında diğerlerinin yozlaştırdığı dünyanın ezilenleri. Masaların arasında dolaşıyorlar, konuşmaları dinliyorlar, soruları yanıtlıyorlar.

Masalardaki sohbetler sayesinde davetlilerin hayatlarına tanık oluyoruz. Aynı şekilde, davetli olmayan kahramanların hayatına da uzanıyoruz. Roboski’yi görmemek için, onlarca yıldır katledilen insanları görmemek için bu kez gözlerimizi kapama fırsatı bulamıyoruz. Yok sandığımız, hapishanelerde büyüyen insanları tanıyoruz. Taksicilerin dertlerini, aklına ikide bir günah düşen müminleri, IŞİD’e katılmak için para biriktirenleri, din engelinden dolayı bir araya gelemeyen sevgilileri, fırsatçıları, yüreği kararmışları, Gezi Parkı’ndaki yiğit gençleri, güzel insanları... İnsanları görüyoruz.

Hatta otelin üzerine inşa edildiği bölgedeki mezarlıklar, yüzlerce yıl önce yaşanmış olaylar, hırslar, mücadeleler, İstanbul’un binlerce yıllık tarihi de görüş alanımıza giriyor. Çeşitli kahramanları, halen yaşayan ve eskiden yaşamış insanlarıyla, bunların bir araya gelmesini aşan varlığıyla, roman kahramanı olarak İstanbul’u okuyoruz.
Bir şehrengiz bu. İstanbul’un güncel ve tarihsel hikayelerini otel salonundaki insanların hikayeleri biçiminde okuyoruz. Oteldeki insanların yaşadıklarını, aynı zamanda akıp giden hayatın hikayesi olarak okuyoruz.

BİZİM PINAR

Ama önceki örneklerine ve şehrengiz türünün tanımına tam uymadığı da açık. Klasik yapıtlardan oldukça farklı. Bir yönüyle de çok tanıdık. Feridüddin Attar’dan beri, Binbir Gece Masallarından beri; daha roman diye bir edebiyat türünün bulunmadığı tarihlerden beri tanıdığımız bir anlatı biçimi bu. Birkaç saatlik hikayenin içinde ilerlerken, anlatı çeşitli kollara ayrılıyor. Kimi açılış gecesinin yaşandığı günlerdeki memleket hikayelerine doğru yol alıyor, kimi geçmiş yüzyıllara, kimi de gelecek yıllara. Ana yoldan ayrılan bu yan yollar bazen birdenbire genişliyor, akıp gidiyor. Yokuşlar, canavarlar, hüzünler çıkıyor karşımıza.

Her bir hikaye kolu, sadece kendi başına da var olabilecek nitelikte. Mağara duvarına ilk kez bizon çizildiği günden beri iç içe yaşadığımız acıların, umutların, kişilik özelliklerinin bir galerisi. Ayrı ayrı da ilerlese, bu anlatı kolları derinlerden bağlı birbirine.

Son sayfasını çevirip kitabın kapağını kapayınca, başımızı kaldırıp uzaklara bakıyoruz. Hemen kalkıp otelin bulunduğu Sultanahmet’e gitmek geliyor içimizden. Orada oteli bulamayacağımızı biliyoruz, ama bir pınar göreceğimize eminiz.

Küçük bir dere oluşturmuş, çağıldıyordur pınar. Çeşitli kollara ayrılıyordur. O kollardan bazıları, birer mucizeye dönüşüyor, pınarın başındaki dereden çok daha derin ve geniş biçimde akıyordur. Çağlayanlardan yüzümüze sıçrayan damlalar bizi serinletir. Bazı damlalar da yüreğimize çarpar, yakar!

Kim bilir yeryüzünün hangi katmanlarından, hangi zamanlarından geçip oraya ulaşmıştır o damlalar. Ve her bir damlada, içinden süzülüp geldiği katmanların tadı kalmıştır. Burukluğu kalmıştır.



15.10.2015, Cumhuriyet Kitap


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder