Yorgunlara
Dokunmayın
İçi kurur insanın bazen. Dışarıda nefes donduran bir kış
olsa bile Temmuz güneşi altında günbegün önce sararan, sonra kuruyan yapraklar
gibi hisseder. İki parmak hareketiyle ufalanıp toprağa karışacak kadar güçsüz,
o kadar cansız. Anımsamak ister. Hiç olmamış mıdır coşkulu kahkahalar, huzurlu
uykulara benzeyen mutluluklar? Onca yaş almıştır, bir sallasa sepetinden neler
düşer kim bilir? Kapatır gözlerini, zorlar kendini. Kulağını müziklere, burnunu
kokulara verir. Anımsar da sonunda. Belleğinin resmini yapsalar rengârenk bir
panayırdır görünen. İçindeki o resme bakıp durur. Sadece canlı ve renkli
olanlarının seçildiği kareleri, manzaraları, desenleri izler. Ama ne yazık ki hiç
biri gözünden öteye geçip gönlüne yürümez.
Boş bir teneke gibi olur mu insanın ruhu? Olur. Vallahi de
olur. Hangi taşı atsan, sağdan sola çarpıp tangırdar içinde. İnsan böyle
hissettiğinde, ne acının zehir tadını alır, ne sevincin diş kamaştıran
aromasını. Ne hasret, ne vuslat. Çorak dünyasında hepsi aynı enlemde, kıta
olmuştur. Ne umut, ne hayal. Onları gemilere bindirip, arkalarından el
salladığı günlerin üstünden yüzyıllar geçmiştir. Oldu olacak öfkenin setler
yıkan gücüne, nefretin sarıp sarmalayan zırhına sarılmak ister çaresizce. Bir
bakar ki, onlar bile pastan incelmiş, delindi delinecek duvarlarında oradan
oraya sekiyor. Sesleri bile silinmiş, gitmiş.
Böyle umarsız nefeslerle günü gece, geceyi gündüz edenin
karşısına hep aynı tekrarlar çıkar. En sıkıcısı da budur. Gözün gördüğü her
satırda, kulağın duyduğu her nasihatte aynı beylik sözler: “Yaşadığın her anın
kıymetini bil!” “Umudunu kaybetme!” “Mücadele et, pes etme.” Boğazına dayanmış
bir kazak gibi bunalır insan. “Neden?” diye soracak olur. “Neden bunları
yapacakmışım?” Sonra sormaktan vazgeçer. Bu çokbilmişlerin buna da verilecek
cevabı vardır ne de olsa.
“Tüm gün taş taşıdım” diyeni serin bir köşede oturturlar, bir
tas su veren bile vardır. Yorgunluk hürmet gören yegâne şeylerin başında gelir
ne de olsa. Peki ya eskilerin tabiriyle gönül yorgunluğuna ne demeli? Gönül
yorgunlarına neden dinlenmesi için izin vermezler de “Mutlu ol” derler? Mutlu
olmaya çalışmak dünyanın en emek isteyen işidir oysa, bilmezler mi? Umut etmek
için bile takat gerekir.
Uzun zamandır derin sularda ilerleyen bir dalgıca, daha
derine dal demek gibidir, yorguna nasihat etmek. “Durmadan, dinlenmeden yüz.
Daha hızlı yüz, daha derinlere git.” Oysa nefesi tükenmiştir. Çıkıp derin derin
soluklanmadan, başını yosunlu bir kayaya yaslamadan dalmaya devam etme çabası,
vurgun yedirir.
Sokak lambasının ışığıyla belirip, ıslak kaldırıma düşünce
yok olan kar tanesinin ömrü gibi bir illüzyon olsa gerek hayat. Belki de
fazlaca yorulmuş olanlara böyle geliyordur. Yüreği acıyla burkulmaktan uyuşmuş,
hayalleri kırılmaktan kök tutmaz hale gelmiş, sırtında binbir hançerle sağa
sola koşmaktan usanıp kendini nemli bir ağaç dibine atmış yorgunlar için hayattaki
her şey, birer illüzyondur. Sevgi de, huzur da, coşku da, mutluluk da. Hepsinin
ardındaki hileyi bulmaya çalışmaktansa, gösteriyi izlemekten caymayı tercih
eder yorgunlar.
Gönül yorgunlarını bırakınız dinlensinler. Duymadan,
görmeden, tatmadan, düşünmeden, konuşmadan, dinlemeden öylece süzülsünler
arafın göğünde. Onların hiçbir yükü taşıyamayacak kadar ince bir tüy
olduklarını unutmayın. Bırakınız, savrulsunlar. Nereye düşeceklerini ya da nasıl
konacaklarını düşünmeden, hayatlarında bir kez olsun düşünmeden, savrulsunlar…
Hande Çiğdemoğlu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder