TÖRE’NİN
RENGİ
Başını göğe kaldırdı. Asırlık çınar
ağaçlarının dalları, gökyüzünün mavisini yaprağın yeşiline boyamıştı. Sanki bir
ressamın fırça darbelerinden yapılmış, yeşilin her tonunu içeren bir tül perde,
gökyüzü ile gözleri arasında, hafif hışırtılar çıkararak titriyordu. Ve hatta
gökyüzü, yelkenli bir gemi gibi sallanıyordu. İçindeki huzursuzluğa inat, bu
görkemli görüntü, içine bir tutam huzur üflüyordu. Ama hem çok rahatsız hem de
gereğinden fazla huzursuzdu. Daha dün, cuma namazından önce, Lafçı Osman,
“İmam, imam! Kızını dövmezsen, yakında torun seversin ha! Uyarmadı deme,”
diyerek, ne söylemek istemişti? Gerçi söyleyen Lafçı Osman olunca, sözün
kıymet-i harbiyesi pek yoktu. Ama yine de sözleri aklında asılı duruyordu!
“Acaba” dedirten kuşkuları, dünden bu yana aklını kemirmeye devam ediyordu.
Annesiyle kızının, fısır fısır konuşurken
duyduğu Özgür ismiyle bir ilgisi olabilir miydi? Köy meydanından geçerlerken,
birbirlerine nasıl baktıkları kulağına çalınmıştı. Olamazdı bu! Aynı dünyanın insanı değillerdi. Evet, doğup
büyüdükleri yer burasıydı, ama başkaca çözümsüz durumlar da vardı. Sıkıntısı giderek arttı. “Üstünde durmasam
birazdan geçer” dedi kendi kendine.
Altı yıl çocukları olmamıştı. “Zürriyetsiz,
dölsüz…” söylentileri bile çıkmıştı. Bu söylentileri çıkaranlara ve yayanlara
inat, karısı gebe olduğunu söylediğinde, dünyalar kendisinin olmuştu. Hemen
abdest alıp, iki rekât şükür namazı bile kılmıştı. Ama şanssızlıklar peşlerini
bırakmamış, karısı peş peşe ‘üç düşük’ yapmıştı.
Kızı, dokuz yıl aradan sonra, dört kilo
doğduğunda, yüreği de göğüs kafesinden fırlayıp çıkmıştı! Sevinç denilen bu
duygunun, iç dünyasında uyandırdığı mutluluğu asla tanımlayamıyordu. Şu an, o
duyguları yeniden yaşadığını hissetti. Çocuk özlemleri, kızının adının da Özlem
olmasına neden olmuştu.
Büyütmek kolay olmadı Özlem’i. Farklı
olduğunu hissediyorlardı her geçen an.
İmam çoğu zaman kendisini sorgular, ama hiçbir zaman isyan çığlığı
atmazdı. İmam-hatip yıllarına yeniden döner, bu günlerin imamı ile o günlerin
imam-hatiplisini karşı karşıya oturtur, konuşturur, tartıştırırdı. Ne de olsa
geleneksel bir eğitimden geçmiş, mazbut, biraz da tutucu sayılabilecek bir
ailede büyümüştü. Hiç itiraz etmemişti babasının fikirlerine. Eşiyle de görücü
usulü ile evlenmişti.
Kızı öyle değildi. En çok da ona canı
sıkılıyordu. Sürekli sorular soruyor, merak ediyor, uzaklara gitmek istiyor,
kurallara karşı geliyordu. Kime çekmişti öyle Allah aşkına? Evet evet, o Özgür
denilen çocuk yüzünden olmalı. “Gereğini yapmalıyım.” dedi içinden. Babasının,
“her şeyi sorgulama” öğüdüne karşı, inadına “sorgula” diyen iç sesi, hep
uyarırdı Özlem’i. “Günahlar ve yasaklarla örülmüş bir kafeste mi yaşıyorum”
sorusu, sokakta ve hayatın içinde gezerken, hep rahatsız ederdi aklını.
Yıllar ne de çabuk su gibi akıp geçmiş ve
Özlem 17’sine basmıştı. İstediği okula, spor lisesine, gitmişti. Okulda çok
sevilen, başarılı ve sosyal bir öğrenciydi. Uzun boylu ve atletik yapılıydı.
Öğretmenlerinin sevdiği öğrencilerdendi
Özlem. Diğer gözde öğrencileri de Özgür’dü. Birinin spordaki başarısı, ötekinin
sosyal projeler hazırlama yeteneği, övgüye değerdi. İyilik yapmak Özgür’ün
karakterinin bir parçasıydı sanki. Yardım sever, dayanışmacı, yapmacıksız ve
açık yürekli tavrı, anne ve babasının da çok hoşuna gidiyordu. Çocuklarının bu
yaşta yüklendiği sorumlulukları takdir ediyorlardı. Babası da zaten mesleği ve
ülke aşkı için, yaşamının uzunca bir dönemini hep köylerde, mezralarda
geçirmiş. Köy Enstitülü kimliğini, gittiği yerlerde yaşatmaya çalışmıştı. “Biz
küllerinden doğmuş Anka kuşlarıyız. Enstitüler bizleri, orta çağ karanlığından
çıkarıp, aydınlığa taşıdı. Öğretmen olarak yetiştirdi. Bilgiye ve bilime
susamış bu topraklarda, üretmeyi ve paylaşmayı öğretti. Bizden de bu değerleri
taşıyarak, hayata sunmamızı istedi.” derdi.
Ancak emekli olduktan sonra evlenebildi.
Karısı da kendisi gibi acılarla yoğrulmuş bir öğretmendi. Orta yaş sevdası, her
ikisinin de yaşamına görkemli bir güzellik katmış ve yüreklerine baharın
güzelliklerini saçmıştı. Artık onlar için mevsimin bahar olması önemli değildi,
çünkü yaşamı bahara çevirmişlerdi. Bir çocukları olacaktı. Adı, erkek olursa,
Özgür olsun” dediler.
Özgür, artık üniversiteli olmuştu. Kişiliği
ve davranışları da adına benziyordu. Her yıl, birkaç ay köydeki yayla evlerine
gelirler, bağ ve bahçeleriyle ilgilenirlerdi.
Son zamanlarda Özgür, babasıyla birçok konuda
çatışma içindeydi. Uzlaşmazlık konularının başında, imamın kızı Özlem ile
ilişkileri geliyordu. Elbette arkadaşlıklarına karşı değildi. Ancak bu hemhal
olma durumlarını hem erken buluyor hem de köyde sürdürülmesine karşı duruyordu.
Babasının bu itirazları ve önerileri, Özgür’ün bir kulağından girip, öbür
kulağından eksiksiz çıkıyordu. Çünkü yürekleri, çocukluk aşkıyla aşılanmıştı.
Birlikte geçirdikleri çocukluk yılları, köyün yamacındaki şu kavaklık yolunda,
ne anılar saklıyordu kim bilir? Zamanın dili olsa, bu kavaklık yolundaki bütün
yaşanmışlıkları dile getirirdi!
Babaları ve anneleri birbirleriyle
görüşürlerdi. Ancak, geniş aile arasındaki, dedelerinden kalma bir töre
cinayetinin yarattığı anlamsız husumet, hala sürüyordu. Babaları, çok çaba sarf
etmelerine rağmen, batasıca törenin kurallarını değiştirmeye güçleri yetmemiş
ve kökleşmiş bu düşmanlığın sürmesine engel olamamışlardı. Bu cehalet geleneğinin,
hala sürüyor olması, en büyük endişeleri ve üzüntüleriydi.
Şehirde yaz sıcağı yaşanırken, yaylada mis
gibi serin havanın, efil efil estiği bir gündü. Canlı doğanın görsel şöleni,
Özgür ve Özlem’in yürek gözlerini coşkulandırıyordu. Güneşin güzellikler
saçtığı baharların ve bereketli yağmurların ardından, bu coğrafya, görsel
şölenin son günlerini yaşıyordu.
Çeşit çeşit ağaçların yaprakları, yer yer
boyunlarını bükerek, dallarından kopacağı ayrılık hüznünü dile getirmeye
başlamıştı bile. Toprağına sevdalı güz çiğdemleri ve vargit çiçekleri, bunun
ilk habercisiydi. Baharın, gözü yaşlı dağlara vedalaşma zamanı geliyordu.
Kavaklık yolunda suskunluğun rengi siyahtı.
İki el birbirine bağlı, iki yürek bir sevda olmuştu. Adımlar, acılardan ve
kayıplardan habersiz, duygular kenetlenmişti. Gözlerden uzaktılar. Oturdular.
Diz dize konuştular. Muhabbet demlendikçe, gözler gözlere, dudaklar dudaklara
değdi. İki masum ve güzel yürek, dünyayı omuzlayacak kadar güçlü ve cesurdu.
Zifiri karanlığı yırtarak, kavaklığa yansıyan
birkaç mermi ışığı, geceyi sağır eden sesiyle Özgür’ü hedef almış ve hedefi
bulmuştu. Kör gecenin tanıklık ettiği törenin hain eli, tetiği çekmiş, kana
boyamıştı bu hikâyeyi. Çırpınışlar, isyandı geceye ve kırmızı renkli töreye.
Şafağın habercisi horozların öttüğü saatte,
köy minaresinden sela sesi yankılanıyordu…
Selma
Sayar
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder