Töre'nin Rengi - Selma Sayar - Sevdalım Hayat
Töre'nin Rengi - Selma Sayar

Töre'nin Rengi - Selma Sayar

Paylaş


TÖRE’NİN RENGİ
Başını göğe kaldırdı. Asırlık çınar ağaçlarının dalları, gökyüzünün mavisini yaprağın yeşiline boyamıştı. Sanki bir ressamın fırça darbelerinden yapılmış, yeşilin her tonunu içeren bir tül perde, gökyüzü ile gözleri arasında, hafif hışırtılar çıkararak titriyordu. Ve hatta gökyüzü, yelkenli bir gemi gibi sallanıyordu. İçindeki huzursuzluğa inat, bu görkemli görüntü, içine bir tutam huzur üflüyordu. Ama hem çok rahatsız hem de gereğinden fazla huzursuzdu. Daha dün, cuma namazından önce, Lafçı Osman, “İmam, imam! Kızını dövmezsen, yakında torun seversin ha! Uyarmadı deme,” diyerek, ne söylemek istemişti? Gerçi söyleyen Lafçı Osman olunca, sözün kıymet-i harbiyesi pek yoktu. Ama yine de sözleri aklında asılı duruyordu! “Acaba” dedirten kuşkuları, dünden bu yana aklını kemirmeye devam ediyordu.

Annesiyle kızının, fısır fısır konuşurken duyduğu Özgür ismiyle bir ilgisi olabilir miydi? Köy meydanından geçerlerken, birbirlerine nasıl baktıkları kulağına çalınmıştı. Olamazdı bu!  Aynı dünyanın insanı değillerdi. Evet, doğup büyüdükleri yer burasıydı, ama başkaca çözümsüz durumlar da vardı.  Sıkıntısı giderek arttı. “Üstünde durmasam birazdan geçer” dedi kendi kendine.

Altı yıl çocukları olmamıştı. “Zürriyetsiz, dölsüz…” söylentileri bile çıkmıştı. Bu söylentileri çıkaranlara ve yayanlara inat, karısı gebe olduğunu söylediğinde, dünyalar kendisinin olmuştu. Hemen abdest alıp, iki rekât şükür namazı bile kılmıştı. Ama şanssızlıklar peşlerini bırakmamış, karısı peş peşe ‘üç düşük’ yapmıştı.

Kızı, dokuz yıl aradan sonra, dört kilo doğduğunda, yüreği de göğüs kafesinden fırlayıp çıkmıştı! Sevinç denilen bu duygunun, iç dünyasında uyandırdığı mutluluğu asla tanımlayamıyordu. Şu an, o duyguları yeniden yaşadığını hissetti. Çocuk özlemleri, kızının adının da Özlem olmasına neden olmuştu.

Büyütmek kolay olmadı Özlem’i. Farklı olduğunu hissediyorlardı her geçen an.  İmam çoğu zaman kendisini sorgular, ama hiçbir zaman isyan çığlığı atmazdı. İmam-hatip yıllarına yeniden döner, bu günlerin imamı ile o günlerin imam-hatiplisini karşı karşıya oturtur, konuşturur, tartıştırırdı. Ne de olsa geleneksel bir eğitimden geçmiş, mazbut, biraz da tutucu sayılabilecek bir ailede büyümüştü. Hiç itiraz etmemişti babasının fikirlerine. Eşiyle de görücü usulü ile evlenmişti.

Kızı öyle değildi. En çok da ona canı sıkılıyordu. Sürekli sorular soruyor, merak ediyor, uzaklara gitmek istiyor, kurallara karşı geliyordu. Kime çekmişti öyle Allah aşkına? Evet evet, o Özgür denilen çocuk yüzünden olmalı. “Gereğini yapmalıyım.” dedi içinden. Babasının, “her şeyi sorgulama” öğüdüne karşı, inadına “sorgula” diyen iç sesi, hep uyarırdı Özlem’i. “Günahlar ve yasaklarla örülmüş bir kafeste mi yaşıyorum” sorusu, sokakta ve hayatın içinde gezerken, hep rahatsız ederdi aklını.

Yıllar ne de çabuk su gibi akıp geçmiş ve Özlem 17’sine basmıştı. İstediği okula, spor lisesine, gitmişti. Okulda çok sevilen, başarılı ve sosyal bir öğrenciydi. Uzun boylu ve atletik yapılıydı.

Öğretmenlerinin sevdiği öğrencilerdendi Özlem. Diğer gözde öğrencileri de Özgür’dü. Birinin spordaki başarısı, ötekinin sosyal projeler hazırlama yeteneği, övgüye değerdi. İyilik yapmak Özgür’ün karakterinin bir parçasıydı sanki. Yardım sever, dayanışmacı, yapmacıksız ve açık yürekli tavrı, anne ve babasının da çok hoşuna gidiyordu. Çocuklarının bu yaşta yüklendiği sorumlulukları takdir ediyorlardı. Babası da zaten mesleği ve ülke aşkı için, yaşamının uzunca bir dönemini hep köylerde, mezralarda geçirmiş. Köy Enstitülü kimliğini, gittiği yerlerde yaşatmaya çalışmıştı. “Biz küllerinden doğmuş Anka kuşlarıyız. Enstitüler bizleri, orta çağ karanlığından çıkarıp, aydınlığa taşıdı. Öğretmen olarak yetiştirdi. Bilgiye ve bilime susamış bu topraklarda, üretmeyi ve paylaşmayı öğretti. Bizden de bu değerleri taşıyarak, hayata sunmamızı istedi.” derdi.

Ancak emekli olduktan sonra evlenebildi. Karısı da kendisi gibi acılarla yoğrulmuş bir öğretmendi. Orta yaş sevdası, her ikisinin de yaşamına görkemli bir güzellik katmış ve yüreklerine baharın güzelliklerini saçmıştı. Artık onlar için mevsimin bahar olması önemli değildi, çünkü yaşamı bahara çevirmişlerdi. Bir çocukları olacaktı. Adı, erkek olursa, Özgür olsun” dediler.

Özgür, artık üniversiteli olmuştu. Kişiliği ve davranışları da adına benziyordu. Her yıl, birkaç ay köydeki yayla evlerine gelirler, bağ ve bahçeleriyle ilgilenirlerdi.

Son zamanlarda Özgür, babasıyla birçok konuda çatışma içindeydi. Uzlaşmazlık konularının başında, imamın kızı Özlem ile ilişkileri geliyordu. Elbette arkadaşlıklarına karşı değildi. Ancak bu hemhal olma durumlarını hem erken buluyor hem de köyde sürdürülmesine karşı duruyordu. Babasının bu itirazları ve önerileri, Özgür’ün bir kulağından girip, öbür kulağından eksiksiz çıkıyordu. Çünkü yürekleri, çocukluk aşkıyla aşılanmıştı. Birlikte geçirdikleri çocukluk yılları, köyün yamacındaki şu kavaklık yolunda, ne anılar saklıyordu kim bilir? Zamanın dili olsa, bu kavaklık yolundaki bütün yaşanmışlıkları dile getirirdi!

Babaları ve anneleri birbirleriyle görüşürlerdi. Ancak, geniş aile arasındaki, dedelerinden kalma bir töre cinayetinin yarattığı anlamsız husumet, hala sürüyordu. Babaları, çok çaba sarf etmelerine rağmen, batasıca törenin kurallarını değiştirmeye güçleri yetmemiş ve kökleşmiş bu düşmanlığın sürmesine engel olamamışlardı. Bu cehalet geleneğinin, hala sürüyor olması, en büyük endişeleri ve üzüntüleriydi.

Şehirde yaz sıcağı yaşanırken, yaylada mis gibi serin havanın, efil efil estiği bir gündü. Canlı doğanın görsel şöleni, Özgür ve Özlem’in yürek gözlerini coşkulandırıyordu. Güneşin güzellikler saçtığı baharların ve bereketli yağmurların ardından, bu coğrafya, görsel şölenin son günlerini yaşıyordu.

Çeşit çeşit ağaçların yaprakları, yer yer boyunlarını bükerek, dallarından kopacağı ayrılık hüznünü dile getirmeye başlamıştı bile. Toprağına sevdalı güz çiğdemleri ve vargit çiçekleri, bunun ilk habercisiydi. Baharın, gözü yaşlı dağlara vedalaşma zamanı geliyordu.

Kavaklık yolunda suskunluğun rengi siyahtı. İki el birbirine bağlı, iki yürek bir sevda olmuştu. Adımlar, acılardan ve kayıplardan habersiz, duygular kenetlenmişti. Gözlerden uzaktılar. Oturdular. Diz dize konuştular. Muhabbet demlendikçe, gözler gözlere, dudaklar dudaklara değdi. İki masum ve güzel yürek, dünyayı omuzlayacak kadar güçlü ve cesurdu.

Zifiri karanlığı yırtarak, kavaklığa yansıyan birkaç mermi ışığı, geceyi sağır eden sesiyle Özgür’ü hedef almış ve hedefi bulmuştu. Kör gecenin tanıklık ettiği törenin hain eli, tetiği çekmiş, kana boyamıştı bu hikâyeyi. Çırpınışlar, isyandı geceye ve kırmızı renkli töreye.

Şafağın habercisi horozların öttüğü saatte, köy minaresinden sela sesi yankılanıyordu…

Selma Sayar

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder