ZEMBEREK
Önümdeki tepside kurmalı bir saatin yorgun
ama gösterişli parçaları var. Metali matlaşmış zemberek öylece uzanmış. Dişleri
gevşemiş çelik çarkla onun maşası ise taksimci balans çarkının yanında sessizce
bekliyor. Saatin rotoruna mı uyutulmuş
bir aslan gibi yatan kadrana mı önce el atsam karar veremiyorum. İkisi de
dokunmaya kıyamayacağım kadar gösterişli. Aslında daha saati açmadan rotorun
kırıldığını tahmin etmiştim ama yine de bütün parçaları tek tek dağıttım. Ne
zamandır, alelade saatlere deri bile olmayan kayışları, ucuz olanın tercih
edildiği pilleri, duvar saatlerinin arkasına plastik saat makineleri takıp
duruyorum. Ama önümdeki bu saatin, emaneti getiren çocuğun bilmediği kadar
gizli ve kıymetli bir dünyası var. Kendiminkinden kaçıp buraya girmek bana iyi
gelebilir. Üstelik onlarca parçaya tek tek insan emeğinin değdiğini düşünmek
beni rahatlatıyor. Bu saatin hasarını giderirsem yorgunluğu da bitecek
hissediyorum. Rotorunu ince bir işçilikle lehimlerim, kurma tepesi de çalışır. Zaten biliyorum, kendimden
biliyorum, ne makine bozuk, ne de çalışmaktan usanmış. Sadece zemberekle kadran
arasındaki yolu koşmak için kurulmaya ihtiyacı var. Of bunları düşünmemeliyim.
Kurmamalıyım kendimi.
Saatin zamanı göstermeye ara vermiş kadranına
bakıyorum. Rahmetli babamın çırağı olduğum zamanlarda makbuldü bunlar. Kulak
versen kalbinin ritmi gibi tıkırdar durur. Gönlünü hoş etmezsen sırtını dönüp
uyuyan bir sevgili gibi nazlıdır. Saat dediğin vazgeçilmez bir yoldaşken,
işlevsel bir eşyaya dönüştüyse ne yapalım. Şimdi kimse koluna taktığı saati
kendinden bir parça gibi hissetmiyor. Onlara kızacak değilim. Ben de öyleydim.
Ne zaman ki baba yadigârı zanaat, ekmek kapısı oldu o zaman anladım saat
dediğin tiktaktan, rakamdan, akrepten yelkovandan çok daha fazlası.
Bu 5 metrekarelik dükkânda önce oğul oldum,
sonra koca hem de baba. Bu duvar saatlerinin, yemlenmekten usanmayan tavuklu
masa saatlerinin, kayışı kopmuş kol saatlerinin, teşhirlik köstekli cep
saatlerinin içinde yaşlılığa koşuyorum artık. Gençlik neydiyse yaşadım mı onu
da bilmiyorum. Önüme konulanı yemişim, bulduğum suyu içmişim. Nefes alıp vermem
bile vazife icabıymış kim bilir? Zamanı gösteren bu makinelerin “Hayat geçiyor,
her dakikamı, her saniyemi gönlünce yaşa” diye seslenmelerini duymamışım. Onlar
için fark etmezdi gerçi, akıp geçen benim zamanımmış, yoksa yelkovan yine
akrebi kovalar durur. O kuş yine her saat başı yuvasından çıkıp guguklar. Zaman
yine birileri için gençliği gösterir.
“Ding dong” “Dididiit dididiit” “Guguk guguk”
Başladılar gene. Saat 6 olmuş. Roma rakamı ile VI, fosforlu 18.00. Dükkânı
kapatmama 1 saat, akşam yemeğine 1 buçuk saat, uyumama 5 saat kaldı demek.
Demekti. Birkaç ay öncesine kadar. Artık saat 6 demek, onu görmeme yarım saat
var demek. Bir ömrü baştan yaşama alevini harlayan o rüzgârın esmesine kalan
son 30 dakika. O coşkulu, o pür-i pak, o güzel, o genç, gepegenç rüzgâr. Bu
esintinin bir kokusu olsa yasemin mi olurdu, mimoza mı karar veremiyorum.
Okuldan kaçıp bisikletle yokuşu inerken gözlerimi kapattığım geliyor aklıma.
Rüzgârı ve birbirine karışmış bahar kokularını içime çekerdim. Bisiklet hızla
yol alırken düşecek miyim, ağaca mı toslayacağım düşünmeden önüme bakmak yerine
kokuları görürdüm.
Gün akşama dönünce oldum olası bir mahzunluk
olurdu ya bende. Ama artık saat 6 buçuk oldu mu içim kıpır kıpır dolup taşıyor,
göğsümün tiktakları dükkândakilere karışıyor. Şu caddenin karşısındaki iş
hanında çalıştığını biliyorum. Hukuk
bürosunda sanırım. Sabahları geldiğini görmüyorum. Belki de dükkânı daha erken
açmalıyım. Böylece o, tırısla dörtnala arası giden yürüyüşünü daha çok
görebilirim. Ne etrafta bir şey kaçırıyormuş gibi sağa sola bakan çipil
gözleri, ne aynı kot pantolonunun üstüne giydiği kimi çiçekli kimi çizgili
bluzlarını geren dik omuzları, ne hep gülümsüyormuş gibi duran kıvrık
dudakları. Varsa yoksa yürüyüşü.
Sabahları da böyle mi yürüyor acaba? Belki
daha coşkulu, belki daha da heveslidir. Ama Ayten'e nasıl derim, şu domatesi
bol menemenini bir saat erken yap diye. “30 senedir dükkânı bu saatte açarsın
neden şimdi erken gidiyorsun?” derse ne diyeceğim. Bir şey diyemem. Hem kıyamam
da. Bazen çeyiz siparişi olur, gecelerce didinir. Emeği oyalara akan gözleri
biraz daha uyusun diye bazı sabahlar hiç ilişmem. Ayten hiç bilmesin, şu kızın atkuyruğundan kalın örgülü doru rengi
saçlarını nasıl da sallayarak yürüdüğünü. Benim o yürüyüşle ruhumun nasıl
şahlandığını. Kıskanır, gönlü kırılır. Kırılmasın. “Adam olan adam” derdi
babam. Heh işte adam dediğin aynı damın altında bir ömür geçirdiği kadını,
doğurup doyurduğu evlatların anasını kırmaz, boynunu bükmez değil mi ama.
Canım sıkılıyor Ayten'i düşününce. Sanki bir
kabahat işlemişim gibi ensemden başıma bir yangın alevleniyor. Gözümdeki
büyüteci çıkarıp yerine koyuyorum. Arkadaki lavaboda yüzümü yıkasam diyorum ama
önümdeki tepsideki kıymetli parçaları toplamadan kalkmak içime sinmiyor.
Çekmecedeki limon kolonyasıyla ensemi ovalıyorum. Kötü bir şey yapmıyorum ki
ben. Haşa fena gözle bakar mıyım, kime bakmışım bugüne kadar. Ayten'in ürkek
belindeki kırmızı kurdeleyi çözdüğüm gün kapatmadım mı nefsimi?
Kadife örtüyü, içindeki parçaları incitmeden
sarıp kutuya koyuyorum, oradan da çekmeceye. Saatin sahibi onu ne zaman alır
bilmem ama yarın sabah ilk iş, yeniden koşmaya hevesli bu ihtiyarı tamir etmek
olsun.
Zaman geldi. İçimdeki tüm saatlerin gongları
neşeyle vurmaya başlıyor. Neyse ki dükkânda kimse yok. Ayağa kalkıp üstümü
başımı düzeltiyorum. Vitrine yaklaşıp kol saatlerini düzenler gibi yapıyorum.
İşte köşeyi dönüyor. Ona baktığım camın tam karşısında, caddenin diğer
tarafında yaya geçidine doğru geliyor. Ritimli bir dans icra eder gibi, -bir
flemenko ya da bir apsuva- yürüyor.
Bugün de kırmızı ışık denk gelsin diye umuyorum. İşte tam karşımda
duruyor. Saatlerin arasına gizleniyorum. Yeşil ışığın yanmasını beklerken,
sanki buradan her gün geçmiyormuş gibi merakla sağına soluna bakıyor. Zaten bu
parke taşlarına, asfalta, ekseriyet takılıp sendelediği taşa bile ilk kezmiş
gibi heyecanla basmıyor mu? Meraklı bir çocukla, coşkulu bir kadın arasında
gidip gelen şu güzellik bir genç kızda değil taşta olsa bile insanın gönlü
kıpırdayıverir. Yanına düşürdüğü örgülü saçıyla oynarken yüzündeki gülümsemeyi
seçiyorum. Bugün daha mutlu olmalı. Neden bilmem sağ eline taktığı ince kayışlı
saatine bakıyor sık sık. Işığın yeşile
dönmesiyle, telaşla şaha kalkıp dörtnala geçiyor yaya geçidini. Dükkâna doğru
coşkuyla yürüyor. Gözlerimi yumsam basbayağı bana koşuyor zannedebilirim.
Kalbimin sesi boğazıma doğru yükseliyor. Beni görmesinden korkarak bir kaç adım
geri gidiyorum. Vitrin camına bakıp, omuzundan düşecek gibi duran çantasını
düzeltiyor. Bugün beyaz kolsuz bir bluz giymiş, kot pantolonunun üstüne,
ayağında yine o beyaz spor ayakkabılar. Gösterişsiz kılığının altında böylesine
ışıldamak nasıl bir lütuf farkında değil, öyle toy.
Arkasından dükkânın dışına çıkıyorum. Sağı
solu kontrol ediyorum. Bir kızın arkasından bakmayı ben kendimde ayıplarken,
bir gören olsa ne düşünür? Etrafta esnaftan kimsenin olmamasına seviniyorum.
Hem bugün cadde de kalabalık değil. Ne olur birlikte bir kere yürüyebilsek.
Biraz ardından gitsem. Bir halat gibi sağa sola sallanan örgülü saçlarının
peşinde, benden çok uzakta kalan gençliğimi yanıma alıp yürüsem. Sonra
adımlarımı sıklaştırsam. Bir punduna getirip yanına düşsem. Ayaklarımı onun
ritmine uydurabilir miydim? Sağ ayakla sağ, sol ayakla sol. Dans eder gibi
ahenkli. Elini tutmak mı? Yok istemem. Gözlerinin ta içini merak etmiyorum,
sesini duymasam da olur. Ben bir kez olsun yanında yürümek istiyorum.
Çayırlarda özgürce koşan şu doru atın yanında, rahvan giden bacaklarımı
dörtnala sürmek. Beni delikanlı çağlarımdan hızla uzaklaştıran zamana inat
koşmak. Bu, benim yorgun saatin rotorunu da kurabilirdi. Ne bileyim, belki
canlandırırdı bile onu.
Bir an elim dükkânın kapısına gidiyor. Kapıyı
çekip kızın peşine düşmek o kadar da olmaz bir şey gibi gelmiyor. Koca bir
caddenin kaldırımında yürümenin nesi kötü? Düşüncelerimden daha hızlı hareket
ediyorum. Şimdi artık kaldırımların, caddelere uzayan tozlu ağaçların, park
etmiş arabaların soğumamış kokularının içinde hızla ona yetişmeye çalışıyorum.
Yola çıkmış olmak, yolun sonunda ulaştığını unutturacak kadar heyecan verici.
Zaten yolculuğun kendisinin peşinde değil miydim? Tekrar gözleri kapalı
bisiklet sürmekten, bir kez olsun buna cesaret edip o rüzgârı karnımda
hissetmekten başka istediğim ne var? Nasılsa düşmeden gözlerimi açıp duracağım.
Ona gittikçe yaklaşıyorum. O ivedi adımlara
yetişebilmek bile beni canlandırıyor. Başımı kaldırmıyorum, kaldırımda seken
beyaz pabuçları görüyorum sadece. İçinde küçük ayaklar. Biraz daha hızlanıp
yanında yürümeye başladığımda da başımı kaldırmamaya kararlıyım. Ancak ona ve
bir başkasına fark ettirmeden adımlarının ritmini yakaladığımda artık gözümü
açabilir, bisikletimi yere atıp yosunlu bir duvarın üstünde soluklanabilirim.
Ama o, benim yorgun inip çıkan göğsümün aksine hevesle bir anda şaha kalkıyor.
Yönünü keskince değiştirip koşarcasına otobüs durağına yöneliyor. Artık istesem
de yetişemem. O hıza ulaşamam. Durup dinlendirdiğim soluğum, ona açılan kucağa
atılan kollarla kesiliyor. Şu iki adım ötemde, iki genç bedenin patlattığı
volkanın ateşi yüzüme vuruyor. Aynı ateş çabucak küle dönüşüp ciğerlerime
doluyor. Yanı başıma kadar gelen coşkun aşk kokusunun başını okşuyorum. Soluğum
yavaş yavaş yerine geliyor. Usulca dönüp az önce aceleyle geçtiğim yolları bu
kez ellerim cebimde sakince geçiyorum. Elimin altında titreyen telefon
irkiltiyor. Arayan Ayten.
“Akşama Arnavut ciğeri yaptım” diyor. “Senin
sevdiğinden.”
“E o zaman bir küçük parlatırız değil mi?”
diyorum. “Tabi” diyor. Sesindeki o tanıdık tebessümü yanıma alıp adımlarımı
hızlandırıyorum.
Hande
Çiğdemoğlu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder