Zemberek - Hande Çiğdemoğlu - Sevdalım Hayat
Zemberek - Hande Çiğdemoğlu

Zemberek - Hande Çiğdemoğlu

Paylaş
ZEMBEREK
Önümdeki tepside kurmalı bir saatin yorgun ama gösterişli parçaları var. Metali matlaşmış zemberek öylece uzanmış. Dişleri gevşemiş çelik çarkla onun maşası ise taksimci balans çarkının yanında sessizce bekliyor.  Saatin rotoruna mı uyutulmuş bir aslan gibi yatan kadrana mı önce el atsam karar veremiyorum. İkisi de dokunmaya kıyamayacağım kadar gösterişli. Aslında daha saati açmadan rotorun kırıldığını tahmin etmiştim ama yine de bütün parçaları tek tek dağıttım. Ne zamandır, alelade saatlere deri bile olmayan kayışları, ucuz olanın tercih edildiği pilleri, duvar saatlerinin arkasına plastik saat makineleri takıp duruyorum. Ama önümdeki bu saatin, emaneti getiren çocuğun bilmediği kadar gizli ve kıymetli bir dünyası var. Kendiminkinden kaçıp buraya girmek bana iyi gelebilir. Üstelik onlarca parçaya tek tek insan emeğinin değdiğini düşünmek beni rahatlatıyor. Bu saatin hasarını giderirsem yorgunluğu da bitecek hissediyorum. Rotorunu ince bir işçilikle lehimlerim, kurma tepesi  de çalışır. Zaten biliyorum, kendimden biliyorum, ne makine bozuk, ne de çalışmaktan usanmış. Sadece zemberekle kadran arasındaki yolu koşmak için kurulmaya ihtiyacı var. Of bunları düşünmemeliyim. Kurmamalıyım kendimi.

Saatin zamanı göstermeye ara vermiş kadranına bakıyorum. Rahmetli babamın çırağı olduğum zamanlarda makbuldü bunlar. Kulak versen kalbinin ritmi gibi tıkırdar durur. Gönlünü hoş etmezsen sırtını dönüp uyuyan bir sevgili gibi nazlıdır. Saat dediğin vazgeçilmez bir yoldaşken, işlevsel bir eşyaya dönüştüyse ne yapalım. Şimdi kimse koluna taktığı saati kendinden bir parça gibi hissetmiyor. Onlara kızacak değilim. Ben de öyleydim. Ne zaman ki baba yadigârı zanaat, ekmek kapısı oldu o zaman anladım saat dediğin tiktaktan, rakamdan, akrepten yelkovandan çok daha fazlası.

Bu 5 metrekarelik dükkânda önce oğul oldum, sonra koca hem de baba. Bu duvar saatlerinin, yemlenmekten usanmayan tavuklu masa saatlerinin, kayışı kopmuş kol saatlerinin, teşhirlik köstekli cep saatlerinin içinde yaşlılığa koşuyorum artık. Gençlik neydiyse yaşadım mı onu da bilmiyorum. Önüme konulanı yemişim, bulduğum suyu içmişim. Nefes alıp vermem bile vazife icabıymış kim bilir? Zamanı gösteren bu makinelerin “Hayat geçiyor, her dakikamı, her saniyemi gönlünce yaşa” diye seslenmelerini duymamışım. Onlar için fark etmezdi gerçi, akıp geçen benim zamanımmış, yoksa yelkovan yine akrebi kovalar durur. O kuş yine her saat başı yuvasından çıkıp guguklar. Zaman yine birileri için gençliği gösterir.

“Ding dong” “Dididiit dididiit” “Guguk guguk” Başladılar gene. Saat 6 olmuş. Roma rakamı ile VI, fosforlu 18.00. Dükkânı kapatmama 1 saat, akşam yemeğine 1 buçuk saat, uyumama 5 saat kaldı demek. Demekti. Birkaç ay öncesine kadar. Artık saat 6 demek, onu görmeme yarım saat var demek. Bir ömrü baştan yaşama alevini harlayan o rüzgârın esmesine kalan son 30 dakika. O coşkulu, o pür-i pak, o güzel, o genç, gepegenç rüzgâr. Bu esintinin bir kokusu olsa yasemin mi olurdu, mimoza mı karar veremiyorum. Okuldan kaçıp bisikletle yokuşu inerken gözlerimi kapattığım geliyor aklıma. Rüzgârı ve birbirine karışmış bahar kokularını içime çekerdim. Bisiklet hızla yol alırken düşecek miyim, ağaca mı toslayacağım düşünmeden önüme bakmak yerine kokuları görürdüm.

Gün akşama dönünce oldum olası bir mahzunluk olurdu ya bende. Ama artık saat 6 buçuk oldu mu içim kıpır kıpır dolup taşıyor, göğsümün tiktakları dükkândakilere karışıyor. Şu caddenin karşısındaki iş hanında çalıştığını biliyorum.  Hukuk bürosunda sanırım. Sabahları geldiğini görmüyorum. Belki de dükkânı daha erken açmalıyım. Böylece o, tırısla dörtnala arası giden yürüyüşünü daha çok görebilirim. Ne etrafta bir şey kaçırıyormuş gibi sağa sola bakan çipil gözleri, ne aynı kot pantolonunun üstüne giydiği kimi çiçekli kimi çizgili bluzlarını geren dik omuzları, ne hep gülümsüyormuş gibi duran kıvrık dudakları. Varsa yoksa yürüyüşü.

Sabahları da böyle mi yürüyor acaba? Belki daha coşkulu, belki daha da heveslidir. Ama Ayten'e nasıl derim, şu domatesi bol menemenini bir saat erken yap diye. “30 senedir dükkânı bu saatte açarsın neden şimdi erken gidiyorsun?” derse ne diyeceğim. Bir şey diyemem. Hem kıyamam da. Bazen çeyiz siparişi olur, gecelerce didinir. Emeği oyalara akan gözleri biraz daha uyusun diye bazı sabahlar hiç ilişmem. Ayten hiç bilmesin, şu  kızın atkuyruğundan kalın örgülü doru rengi saçlarını nasıl da sallayarak yürüdüğünü. Benim o yürüyüşle ruhumun nasıl şahlandığını. Kıskanır, gönlü kırılır. Kırılmasın. “Adam olan adam” derdi babam. Heh işte adam dediğin aynı damın altında bir ömür geçirdiği kadını, doğurup doyurduğu evlatların anasını kırmaz, boynunu bükmez değil mi ama.

Canım sıkılıyor Ayten'i düşününce. Sanki bir kabahat işlemişim gibi ensemden başıma bir yangın alevleniyor. Gözümdeki büyüteci çıkarıp yerine koyuyorum. Arkadaki lavaboda yüzümü yıkasam diyorum ama önümdeki tepsideki kıymetli parçaları toplamadan kalkmak içime sinmiyor. Çekmecedeki limon kolonyasıyla ensemi ovalıyorum. Kötü bir şey yapmıyorum ki ben. Haşa fena gözle bakar mıyım, kime bakmışım bugüne kadar. Ayten'in ürkek belindeki kırmızı kurdeleyi çözdüğüm gün kapatmadım mı nefsimi?

Kadife örtüyü, içindeki parçaları incitmeden sarıp kutuya koyuyorum, oradan da çekmeceye. Saatin sahibi onu ne zaman alır bilmem ama yarın sabah ilk iş, yeniden koşmaya hevesli bu ihtiyarı tamir etmek olsun.

Zaman geldi. İçimdeki tüm saatlerin gongları neşeyle vurmaya başlıyor. Neyse ki dükkânda kimse yok. Ayağa kalkıp üstümü başımı düzeltiyorum. Vitrine yaklaşıp kol saatlerini düzenler gibi yapıyorum. İşte köşeyi dönüyor. Ona baktığım camın tam karşısında, caddenin diğer tarafında yaya geçidine doğru geliyor. Ritimli bir dans icra eder gibi, -bir flemenko ya da bir apsuva- yürüyor.  Bugün de kırmızı ışık denk gelsin diye umuyorum. İşte tam karşımda duruyor. Saatlerin arasına gizleniyorum. Yeşil ışığın yanmasını beklerken, sanki buradan her gün geçmiyormuş gibi merakla sağına soluna bakıyor. Zaten bu parke taşlarına, asfalta, ekseriyet takılıp sendelediği taşa bile ilk kezmiş gibi heyecanla basmıyor mu? Meraklı bir çocukla, coşkulu bir kadın arasında gidip gelen şu güzellik bir genç kızda değil taşta olsa bile insanın gönlü kıpırdayıverir. Yanına düşürdüğü örgülü saçıyla oynarken yüzündeki gülümsemeyi seçiyorum. Bugün daha mutlu olmalı. Neden bilmem sağ eline taktığı ince kayışlı saatine bakıyor sık sık.  Işığın yeşile dönmesiyle, telaşla şaha kalkıp dörtnala geçiyor yaya geçidini. Dükkâna doğru coşkuyla yürüyor. Gözlerimi yumsam basbayağı bana koşuyor zannedebilirim. Kalbimin sesi boğazıma doğru yükseliyor. Beni görmesinden korkarak bir kaç adım geri gidiyorum. Vitrin camına bakıp, omuzundan düşecek gibi duran çantasını düzeltiyor. Bugün beyaz kolsuz bir bluz giymiş, kot pantolonunun üstüne, ayağında yine o beyaz spor ayakkabılar. Gösterişsiz kılığının altında böylesine ışıldamak nasıl bir lütuf farkında değil, öyle toy.

Arkasından dükkânın dışına çıkıyorum. Sağı solu kontrol ediyorum. Bir kızın arkasından bakmayı ben kendimde ayıplarken, bir gören olsa ne düşünür? Etrafta esnaftan kimsenin olmamasına seviniyorum. Hem bugün cadde de kalabalık değil. Ne olur birlikte bir kere yürüyebilsek. Biraz ardından gitsem. Bir halat gibi sağa sola sallanan örgülü saçlarının peşinde, benden çok uzakta kalan gençliğimi yanıma alıp yürüsem. Sonra adımlarımı sıklaştırsam. Bir punduna getirip yanına düşsem. Ayaklarımı onun ritmine uydurabilir miydim? Sağ ayakla sağ, sol ayakla sol. Dans eder gibi ahenkli. Elini tutmak mı? Yok istemem. Gözlerinin ta içini merak etmiyorum, sesini duymasam da olur. Ben bir kez olsun yanında yürümek istiyorum. Çayırlarda özgürce koşan şu doru atın yanında, rahvan giden bacaklarımı dörtnala sürmek. Beni delikanlı çağlarımdan hızla uzaklaştıran zamana inat koşmak. Bu, benim yorgun saatin rotorunu da kurabilirdi. Ne bileyim, belki canlandırırdı bile onu.

Bir an elim dükkânın kapısına gidiyor. Kapıyı çekip kızın peşine düşmek o kadar da olmaz bir şey gibi gelmiyor. Koca bir caddenin kaldırımında yürümenin nesi kötü? Düşüncelerimden daha hızlı hareket ediyorum. Şimdi artık kaldırımların, caddelere uzayan tozlu ağaçların, park etmiş arabaların soğumamış kokularının içinde hızla ona yetişmeye çalışıyorum. Yola çıkmış olmak, yolun sonunda ulaştığını unutturacak kadar heyecan verici. Zaten yolculuğun kendisinin peşinde değil miydim? Tekrar gözleri kapalı bisiklet sürmekten, bir kez olsun buna cesaret edip o rüzgârı karnımda hissetmekten başka istediğim ne var? Nasılsa düşmeden gözlerimi açıp duracağım.

Ona gittikçe yaklaşıyorum. O ivedi adımlara yetişebilmek bile beni canlandırıyor. Başımı kaldırmıyorum, kaldırımda seken beyaz pabuçları görüyorum sadece. İçinde küçük ayaklar. Biraz daha hızlanıp yanında yürümeye başladığımda da başımı kaldırmamaya kararlıyım. Ancak ona ve bir başkasına fark ettirmeden adımlarının ritmini yakaladığımda artık gözümü açabilir, bisikletimi yere atıp yosunlu bir duvarın üstünde soluklanabilirim. Ama o, benim yorgun inip çıkan göğsümün aksine hevesle bir anda şaha kalkıyor. Yönünü keskince değiştirip koşarcasına otobüs durağına yöneliyor. Artık istesem de yetişemem. O hıza ulaşamam. Durup dinlendirdiğim soluğum, ona açılan kucağa atılan kollarla kesiliyor. Şu iki adım ötemde, iki genç bedenin patlattığı volkanın ateşi yüzüme vuruyor. Aynı ateş çabucak küle dönüşüp ciğerlerime doluyor. Yanı başıma kadar gelen coşkun aşk kokusunun başını okşuyorum. Soluğum yavaş yavaş yerine geliyor. Usulca dönüp az önce aceleyle geçtiğim yolları bu kez ellerim cebimde sakince geçiyorum. Elimin altında titreyen telefon irkiltiyor. Arayan Ayten.

“Akşama Arnavut ciğeri yaptım” diyor. “Senin sevdiğinden.”

“E o zaman bir küçük parlatırız değil mi?” diyorum. “Tabi” diyor. Sesindeki o tanıdık tebessümü yanıma alıp adımlarımı hızlandırıyorum.

Hande Çiğdemoğlu

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder