Babamın Kitapları
Okumayı ne zaman öğrendim bilmiyorum ama “Artık vakti geldi” diye beni
okula gönderdiklerinde 5 yaşındaydım. Sabahları, siyah önlüğe iliştirilmiş
dantelli yakalar ve sımsıkı kurdelelenmiş saçlarla evden çıkmak büyümek demekti,
gururluydum. Sınıfta, çıtır çıtır yanan sobanın ve yanındaki kara tahtanın
karşısına dizilmiş boncuk taneleriydik, arkadaşlık güzeldi. Öğretmenimiz ise başka bir dünyadan okulumuza
düşmüş bir melekti sanırım. Hem çok güzeldi, hem anne gibi sıcacıktı, hem de bilgiliydi.
Okul, ne güzel yerdi. Ama derslerde sıkılıyordum. Çünkü zaten bildiğim harfler
tebeşir tozunun dumanında tahtaya tekrar tekrar yazılıyor, sayılar fasulye ve
çubukların güdümünde ezberletiliyordu.
Okumayı biliyordum zaten ve neyse ki çok sevmiştim. Okulda, elmalarımı
herkesten önce kızartan, yakama kırmızı kurdele taktıran o büyüleyici eylem. Sarı,
kırmızı ve yeşil kapaklı Cin Ali’ler, evdeki gazeteler, renkleri capcanlı
dergiler, sokaklardaki tabelalar, televizyondaki altyazılar. Gördüğüm ne varsa
okuyordum. Harflerin bir araya geldikleri zaman yarattığı büyüleyici dünyada
olmak, heyecan vericiydi.
Babam bu durumdan çok memnundu. Çünkü onun için okumak, belki de bu
dünyadaki en önemli uğraştı. Yavaş ve sakince okurdu kendisi. Kitaplarında
sevdiği yerlerin altını çizer, bazı cümleleri başka kağıtlara not ederdi.
Gazetedeki bir makaleye, bilim dergisindeki bir habere ya da takvim
yaprağındaki bir fıkraya bile kutsal bir ayine katılacak gibi yaklaşırdı. Sindire
sindire, tadını alarak okurdu, okuduğu her neyse. Oysa ben telaşlıydım. Bütün
gün sokakta oynamış bir çocuğun ağzını musluğa dayayıp suya kanmaya çalışması
gibi okuyordum. Okuyabiliyor olmak bile büyük bir şeydi benim için.
İlkokuldayken, beni arkadaşının kitapçı dükkânına götürürdü babam. “Haydi
bakalım seç kitaplarını” derdi. Utangaç bir çocuktum. Öyle ki, değil bir
oyuncak veya giysi, bir gofret bile istemişliğim yoktu. Ama burası farklıydı.
Ne zaman kitapçıya gitsek, içimde zaptetmesi zor bir güç beni ele geçiriyordu.
Kitaplar arasında, rengârenk bir diyardaydım. Harikalar diyarında... Sanki
bütün kitaplar dile geliyor, “Beni al, bak içimde ne maceralar var” diye bana
sesleniyordu. Elimde olsa raflardaki bütün kitapları isterdim. Ama babamdan
hepsini almasını istemek şımarıklık olurdu. Ben de gözüme kestirdiğim birkaç ince
kitabı, o arkadaşıyla sohbet ederken, oracıkta okuyuverirdim. Onlar sohbetlerini
benim kitap seçtiğimi düşünüp koyulaştırırken, ben bazen bir, bazen iki kitabı
aceleyle ve iştahla çoktan okumuş olurdum. Sonunda, satın aldığımız birkaç
tanesi kolumun altında, okuduklarım capcanlı hafızamda, babamın elini tutar, dükkândan
neşeyle ayrılırdım.
Birkaç yıl sonra, bir yaz tatilinde, babama mahallenin erkek berberinde
çalışmak istediğimi söyledim. Babam bu öneriye şaşkınlıkla itiraz etti. Oysa
meyve bahçemizden topladığımız kiraz ve şeftalileri kapımızın önünde satmama,
arkadaşının takı atölyesinde gümüş halkaları birbirine eklememe,
kullanmadığımız oyuncakları sattığımız, değiş tokuş ettiğimiz pazarda (ki bu
zaten onun önerisiydi) tezgâh açmama memnuniyetle izin vermişti. Çalışmak çok
erdemliydi ne de olsa. Bu kez istediğim iş, yerlere düşmüş kısa erkek saçlarını
süpürmekti ve sanırım hiç eğlenceli değildi. Ama babamı çağırmaya gittiğim o
gün, çay tabaklarının olduğu sehpanın üstünde gördüğüm şey beni oraya
çekiyordu. Türkiye Çocuk Dergisi! Dergi, öyle canlı öyle güzel görünüyordu ki,
etrafa yayılmış kolonya ve traş sabunu kokusundan bile fazla başımı
döndürmüştü. O dergiyi okuyabilmenin tek yolunun orada çalışmak olduğunu sanacak
kadar küçüktüm. Babam bunu öğrendiğinde, yüzündeki kızgın ifade yerini memnun
bir gülümsemeye bırakmıştı. “Berber benim arkadaşım, çabucak okuyup geri vermek
kaydıyla, dergiyi ödünç alabilirsin.” demişti. O günden sonra, artık yaz
tatilinin en keyifli günü, derginin berbere geldiği Pazartesiler olmuştu.
Benim çocukluğumda, mütevazı evlerimizin vazgeçilmez mobilyası, altına
annelerin çeyizlerinden gelen dantel örtülerin döşenip, üstüne saat, biblo gibi
dekoratif eşyaların konulduğu büfelerdi. O zamanlar evlerde mobilyalar, perdeler,
hatta çatal bıçaklar bile birbirinin aynıydı. Bizim evin büfesi de diğer
evlerdekine benziyordu. Koyu renkli, kat kat rafları olan, altı dolaplı kocaman
ahşap bir şey. Tek farkı, bizimkinin annem ve babamın kitaplarıyla dolu
olmasıydı. Boyumun yetişmediği o rafların karşısına geçer, bir mabede bakar
gibi hayranlıkla, dizilmiş kitapları izlerdim. Kalın ciltli, sarı yapraklı, içinde
resim olmayan bir dolu kitap. Ne kadar vakur ne kadar heybetli dururlardı. Tıpkı
babam gibi. Büfenin altındaki dolaba istiflenmiş olanlara ise üzülürdüm,
diğerleri gibi aydınlıkta olmayı hak ediyorlardı.
Sandalyeye çıkıp, bazılarına eriştiğim olurdu. Kitabın elimde hissettiğim
ağırlığı ile ciddiyetimi takınır, birkaç satır okurdum ama içinde yazılanlardan
pek bir şey anlamazdım. Böyle durumlarda sayfalarını çevirip koklamakla
yetinirdim. O sarı yaprakların, sarhoş edici kokusuna hayrandım. Bu kitapların
bir kısmı da annemindi. Sonraki zamanlarda fark etmiştim ki bazı kitapların
kapağı, cildi farklı ama isimleri aynıydı. Demek ki birbirlerinden habersiz
okudukları kitaplar, yıllar sonra aynı kütüphanede hiç ayrılmamak üzere bir
araya gelmişlerdi. Kitaplar da evlenebiliyordu demek ki.
Ortaokul yıllarında okuma alışkanlığım, ödevlerin ve zorunlu okuma
listelerinin içinde kayboldu. Artık okumak, bir mecburiyetti. Ve sebebi her ne
olursa olsun dayatılan şeyler, bende kaçma isteği uyandırıyordu. Mecburen okuyordum
artık. Olabildiğince az. Öğretmeni kızdırmayacak, özetini çıkarıp Türkçe defterine
yazacak kadar. Zaten yapmam gereken bir dolu zorunlu iş vardı. Saçlarımı iki
yandan örmek, beyaz gömleğin üstüne lacivert kurdelenin fiyongunu düzgün
bağlamak, çoğunu saçma bulduğum disiplin kurallarına uymak, okul servisine
yetişmek gibi. İlkokuldan farklıydı ortaokul. Artık birden çok öğretmenimiz
vardı, bir dolu da arkadaşım. Dersler
ağırlaşmış, kitaplar kalınlaşmış, sorumluluklar artmıştı. Resim yapmak, flüt
çalmak bile ödevdi. Bu sorumluluklardan biri olan kitap okumak, nasıl eğlence
olabilirdi?
Sonunda ortaokulun, çocuklukla ilk gençlik arasında sıkışıp kalmışlığı
bitmiş, liseye geçmiştim. Yaşar Kemal, Sait Faik, Orhan Veli ile tanıştığım
zamanlardı. Eski alışkanlığıma dönüyordum yavaş yavaş. Bir süre sonra, her
zaman gittiğim kitabevinde yeni çıkan kitaplara yöneldim. Yeni yazarlar, yeni
kitaplar heyecan vericiydi. Buket Uzuner, Orhan Pamuk, Zülfü Livaneli, Ayfer
Tunç hayatımdaydı artık.
Babam, o sıra diğer birçok şeyde olduğu gibi okuma konusundaki eleştirel
düşüncelerini de sertçe dile getiriyordu. Ona göre önce klasikleri okumalıydım.
Gerçek edebiyatla, büyük ustalarla tanışmadan yenilerine göz kırpmak doğru
değildi. Bu konuda baskı derecesinde ısrarcıydı. Çocukken büyüyüp okumak için
can attığım o kalın kitaplar, şimdi eski ciltleri ve yıpranmış kapaklarıyla ne
kadar sevimsiz görünüyordu gözüme. Dostoyevski, Tolstoy, Maksim Gorki,
Stendhal, Victor Hugo, asık suratlarıyla bana bakan yaşlı dedeler gibiydi. Eminim
hepsi çok sıkıcıydı. Babamın dilinden kurtulmak için Sefiller’e başlar gibi
yaptım, Kırmızı ve Siyah’ı, Fareler ve İnsanlar’ı okudum okumasına ama bu tam
bir yasak savma hareketiydi. Benim aklım Duygu Asena’nın içimi ateşleyen feminist
sayfalarında, Varlık Dergisi’nde yayınlanacak yeni öykülerdeydi.
İlk gençliğin hırçın dalgaları, o zaman ne kadar serin gelse de, sonradan
bazı pişmanlıklarla karşı karşıya getiriyor insanı. Ebeveynlerin düşünceleri,
önerileri hatta azarları, yaz günü boynuna dolanıp gençliğinin boğazını sıkan, terleten
kalın bir kaşkol gibi gelir insana. Yıllar geçip yetişkin olduktan sonra
anlarsınız aslında annenizin ya da babanızın ne demek istediğini. Bazı
şeylerden neden mahrum kaldığınızı, bazı şeylere neden mecbur bırakıldığını anlarsınız.
Ben babamı, okuma serüvenimin henüz yolunu bulduğu zamanlarda, ondan
öğreneceğim, onunla paylaşacağım çok şey varken kaybettim. Ondan kalan her
düşünce, her prensip, her duygu gibi, kitapları da benim için hazine değeri kazandı. Ne yazık ki bir süre önce kitaplarının çoğu, depoda
durmak zorunda kalan eşyalarımızla birlikte fareler tarafından kemirilmişti.
İlerleyen zamanlarda, ben de yaş alırken, elimde bana ondan hatıra kalan
kitapların çoğunu okudum. Bu kitapları neden okumamı istediğini anladım.
“Haklıymışsın baba” demek için ne yazık ki artık çok geçti.
Şimdi sahip olduğum kitapların ilk sayfalarına adımı soyadımı ve tarihi
yazıyorum. Onları özenle okuyor, yıpranmadan saklıyorum. Evimde oturduğum
salondaki kitaplıkta, gözümün önünde
duruyor kitaplarım. Okurken elimde her zaman bir kurşun kalem oluyor. Önemsediğim
yerlerin altını çiziyorum hatta bazen kitabımın arasındaki kağıda notlar
alıyorum.
Kimi zaman babamın kitaplarına dokunuyor, sayfalarının kokusunu içime
çekiyorum. Gözlerimi kapayıp, küçük bir çocuk oluyorum yine. Babamla buğulanmış
cama harfler yazıyoruz. Serin bir yaz gecesi yıldızları izlerken, alfabe
şarkısı söylüyoruz. Ya da kollarının altına sıkışıp, başımı göğsüne dayıyorum.
Okuduğu gazetedeki kelimelerden henüz bir şey anlamasam da, biraz sonra
gazetenin kenarına bir yelkenli çizmesini keyifle bekliyorum.
Hande Çiğdemoğlu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder