Babamın Kitapları - Hande Çiğdemoğlu - Sevdalım Hayat
Babamın Kitapları - Hande Çiğdemoğlu

Babamın Kitapları - Hande Çiğdemoğlu

Paylaş
Babamın Kitapları


Okumayı ne zaman öğrendim bilmiyorum ama “Artık vakti geldi” diye beni okula gönderdiklerinde 5 yaşındaydım. Sabahları, siyah önlüğe iliştirilmiş dantelli yakalar ve sımsıkı kurdelelenmiş saçlarla evden çıkmak büyümek demekti, gururluydum. Sınıfta, çıtır çıtır yanan sobanın ve yanındaki kara tahtanın karşısına dizilmiş boncuk taneleriydik, arkadaşlık güzeldi.  Öğretmenimiz ise başka bir dünyadan okulumuza düşmüş bir melekti sanırım. Hem çok güzeldi, hem anne gibi sıcacıktı, hem de bilgiliydi. Okul, ne güzel yerdi. Ama derslerde sıkılıyordum. Çünkü zaten bildiğim harfler tebeşir tozunun dumanında tahtaya tekrar tekrar yazılıyor, sayılar fasulye ve çubukların güdümünde ezberletiliyordu.

Okumayı biliyordum zaten ve neyse ki çok sevmiştim. Okulda, elmalarımı herkesten önce kızartan, yakama kırmızı kurdele taktıran o büyüleyici eylem. Sarı, kırmızı ve yeşil kapaklı Cin Ali’ler, evdeki gazeteler, renkleri capcanlı dergiler, sokaklardaki tabelalar, televizyondaki altyazılar. Gördüğüm ne varsa okuyordum. Harflerin bir araya geldikleri zaman yarattığı büyüleyici dünyada olmak, heyecan vericiydi.

Babam bu durumdan çok memnundu. Çünkü onun için okumak, belki de bu dünyadaki en önemli uğraştı. Yavaş ve sakince okurdu kendisi. Kitaplarında sevdiği yerlerin altını çizer, bazı cümleleri başka kağıtlara not ederdi. Gazetedeki bir makaleye, bilim dergisindeki bir habere ya da takvim yaprağındaki bir fıkraya bile kutsal bir ayine katılacak gibi yaklaşırdı. Sindire sindire, tadını alarak okurdu, okuduğu her neyse. Oysa ben telaşlıydım. Bütün gün sokakta oynamış bir çocuğun ağzını musluğa dayayıp suya kanmaya çalışması gibi okuyordum. Okuyabiliyor olmak bile büyük bir şeydi benim için.

İlkokuldayken, beni arkadaşının kitapçı dükkânına götürürdü babam. “Haydi bakalım seç kitaplarını” derdi. Utangaç bir çocuktum. Öyle ki, değil bir oyuncak veya giysi, bir gofret bile istemişliğim yoktu. Ama burası farklıydı. Ne zaman kitapçıya gitsek, içimde zaptetmesi zor bir güç beni ele geçiriyordu. Kitaplar arasında, rengârenk bir diyardaydım. Harikalar diyarında... Sanki bütün kitaplar dile geliyor, “Beni al, bak içimde ne maceralar var” diye bana sesleniyordu. Elimde olsa raflardaki bütün kitapları isterdim. Ama babamdan hepsini almasını istemek şımarıklık olurdu. Ben de gözüme kestirdiğim birkaç ince kitabı, o arkadaşıyla sohbet ederken, oracıkta okuyuverirdim. Onlar sohbetlerini benim kitap seçtiğimi düşünüp koyulaştırırken, ben bazen bir, bazen iki kitabı aceleyle ve iştahla çoktan okumuş olurdum. Sonunda, satın aldığımız birkaç tanesi kolumun altında, okuduklarım capcanlı hafızamda, babamın elini tutar, dükkândan neşeyle ayrılırdım.

Birkaç yıl sonra, bir yaz tatilinde, babama mahallenin erkek berberinde çalışmak istediğimi söyledim. Babam bu öneriye şaşkınlıkla itiraz etti. Oysa meyve bahçemizden topladığımız kiraz ve şeftalileri kapımızın önünde satmama, arkadaşının takı atölyesinde gümüş halkaları birbirine eklememe, kullanmadığımız oyuncakları sattığımız, değiş tokuş ettiğimiz pazarda (ki bu zaten onun önerisiydi) tezgâh açmama memnuniyetle izin vermişti. Çalışmak çok erdemliydi ne de olsa. Bu kez istediğim iş, yerlere düşmüş kısa erkek saçlarını süpürmekti ve sanırım hiç eğlenceli değildi. Ama babamı çağırmaya gittiğim o gün, çay tabaklarının olduğu sehpanın üstünde gördüğüm şey beni oraya çekiyordu. Türkiye Çocuk Dergisi! Dergi, öyle canlı öyle güzel görünüyordu ki, etrafa yayılmış kolonya ve traş sabunu kokusundan bile fazla başımı döndürmüştü. O dergiyi okuyabilmenin tek yolunun orada çalışmak olduğunu sanacak kadar küçüktüm. Babam bunu öğrendiğinde, yüzündeki kızgın ifade yerini memnun bir gülümsemeye bırakmıştı. “Berber benim arkadaşım, çabucak okuyup geri vermek kaydıyla, dergiyi ödünç alabilirsin.” demişti. O günden sonra, artık yaz tatilinin en keyifli günü, derginin berbere geldiği Pazartesiler olmuştu.

Benim çocukluğumda, mütevazı evlerimizin vazgeçilmez mobilyası, altına annelerin çeyizlerinden gelen dantel örtülerin döşenip, üstüne saat, biblo gibi dekoratif eşyaların konulduğu büfelerdi. O zamanlar evlerde mobilyalar, perdeler, hatta çatal bıçaklar bile birbirinin aynıydı. Bizim evin büfesi de diğer evlerdekine benziyordu. Koyu renkli, kat kat rafları olan, altı dolaplı kocaman ahşap bir şey. Tek farkı, bizimkinin annem ve babamın kitaplarıyla dolu olmasıydı. Boyumun yetişmediği o rafların karşısına geçer, bir mabede bakar gibi hayranlıkla, dizilmiş kitapları izlerdim. Kalın ciltli, sarı yapraklı, içinde resim olmayan bir dolu kitap. Ne kadar vakur ne kadar heybetli dururlardı. Tıpkı babam gibi. Büfenin altındaki dolaba istiflenmiş olanlara ise üzülürdüm, diğerleri gibi aydınlıkta olmayı hak ediyorlardı.

Sandalyeye çıkıp, bazılarına eriştiğim olurdu. Kitabın elimde hissettiğim ağırlığı ile ciddiyetimi takınır, birkaç satır okurdum ama içinde yazılanlardan pek bir şey anlamazdım. Böyle durumlarda sayfalarını çevirip koklamakla yetinirdim. O sarı yaprakların, sarhoş edici kokusuna hayrandım. Bu kitapların bir kısmı da annemindi. Sonraki zamanlarda fark etmiştim ki bazı kitapların kapağı, cildi farklı ama isimleri aynıydı. Demek ki birbirlerinden habersiz okudukları kitaplar, yıllar sonra aynı kütüphanede hiç ayrılmamak üzere bir araya gelmişlerdi. Kitaplar da evlenebiliyordu demek ki.

Ortaokul yıllarında okuma alışkanlığım, ödevlerin ve zorunlu okuma listelerinin içinde kayboldu. Artık okumak, bir mecburiyetti. Ve sebebi her ne olursa olsun dayatılan şeyler, bende kaçma isteği uyandırıyordu. Mecburen okuyordum artık. Olabildiğince az. Öğretmeni kızdırmayacak, özetini çıkarıp Türkçe defterine yazacak kadar. Zaten yapmam gereken bir dolu zorunlu iş vardı. Saçlarımı iki yandan örmek, beyaz gömleğin üstüne lacivert kurdelenin fiyongunu düzgün bağlamak, çoğunu saçma bulduğum disiplin kurallarına uymak, okul servisine yetişmek gibi. İlkokuldan farklıydı ortaokul. Artık birden çok öğretmenimiz vardı, bir dolu da arkadaşım.  Dersler ağırlaşmış, kitaplar kalınlaşmış, sorumluluklar artmıştı. Resim yapmak, flüt çalmak bile ödevdi. Bu sorumluluklardan biri olan kitap okumak, nasıl eğlence olabilirdi?

Sonunda ortaokulun, çocuklukla ilk gençlik arasında sıkışıp kalmışlığı bitmiş, liseye geçmiştim. Yaşar Kemal, Sait Faik, Orhan Veli ile tanıştığım zamanlardı. Eski alışkanlığıma dönüyordum yavaş yavaş. Bir süre sonra, her zaman gittiğim kitabevinde yeni çıkan kitaplara yöneldim. Yeni yazarlar, yeni kitaplar heyecan vericiydi. Buket Uzuner, Orhan Pamuk, Zülfü Livaneli, Ayfer Tunç hayatımdaydı artık.

Babam, o sıra diğer birçok şeyde olduğu gibi okuma konusundaki eleştirel düşüncelerini de sertçe dile getiriyordu. Ona göre önce klasikleri okumalıydım. Gerçek edebiyatla, büyük ustalarla tanışmadan yenilerine göz kırpmak doğru değildi. Bu konuda baskı derecesinde ısrarcıydı. Çocukken büyüyüp okumak için can attığım o kalın kitaplar, şimdi eski ciltleri ve yıpranmış kapaklarıyla ne kadar sevimsiz görünüyordu gözüme. Dostoyevski, Tolstoy, Maksim Gorki, Stendhal, Victor Hugo, asık suratlarıyla bana bakan yaşlı dedeler gibiydi. Eminim hepsi çok sıkıcıydı. Babamın dilinden kurtulmak için Sefiller’e başlar gibi yaptım, Kırmızı ve Siyah’ı, Fareler ve İnsanlar’ı okudum okumasına ama bu tam bir yasak savma hareketiydi. Benim aklım Duygu Asena’nın içimi ateşleyen feminist sayfalarında, Varlık Dergisi’nde yayınlanacak yeni öykülerdeydi.

İlk gençliğin hırçın dalgaları, o zaman ne kadar serin gelse de, sonradan bazı pişmanlıklarla karşı karşıya getiriyor insanı. Ebeveynlerin düşünceleri, önerileri hatta azarları, yaz günü boynuna dolanıp gençliğinin boğazını sıkan, terleten kalın bir kaşkol gibi gelir insana. Yıllar geçip yetişkin olduktan sonra anlarsınız aslında annenizin ya da babanızın ne demek istediğini. Bazı şeylerden neden mahrum kaldığınızı, bazı şeylere neden mecbur bırakıldığını anlarsınız.

Ben babamı, okuma serüvenimin henüz yolunu bulduğu zamanlarda, ondan öğreneceğim, onunla paylaşacağım çok şey varken kaybettim. Ondan kalan her düşünce, her prensip, her duygu gibi, kitapları da benim için hazine değeri kazandı. Ne yazık ki bir süre önce kitaplarının çoğu, depoda durmak zorunda kalan eşyalarımızla birlikte fareler tarafından kemirilmişti.

İlerleyen zamanlarda, ben de yaş alırken, elimde bana ondan hatıra kalan kitapların çoğunu okudum. Bu kitapları neden okumamı istediğini anladım. “Haklıymışsın baba” demek için ne yazık ki artık çok geçti.

Şimdi sahip olduğum kitapların ilk sayfalarına adımı soyadımı ve tarihi yazıyorum. Onları özenle okuyor, yıpranmadan saklıyorum. Evimde oturduğum salondaki kitaplıkta,  gözümün önünde duruyor kitaplarım. Okurken elimde her zaman bir kurşun kalem oluyor. Önemsediğim yerlerin altını çiziyorum hatta bazen kitabımın arasındaki kağıda notlar alıyorum.

Kimi zaman babamın kitaplarına dokunuyor, sayfalarının kokusunu içime çekiyorum. Gözlerimi kapayıp, küçük bir çocuk oluyorum yine. Babamla buğulanmış cama harfler yazıyoruz. Serin bir yaz gecesi yıldızları izlerken, alfabe şarkısı söylüyoruz. Ya da kollarının altına sıkışıp, başımı göğsüne dayıyorum. Okuduğu gazetedeki kelimelerden henüz bir şey anlamasam da, biraz sonra gazetenin kenarına bir yelkenli çizmesini keyifle bekliyorum.

  
Hande Çiğdemoğlu





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder