Aşktan Öleni Pamuklara Sarsınlar
Hüzün
sokağı, Keder Apartmanı, Daire: 12. Alegori değil, senden sonra taşındığım evin
adresi bu. Ev sahibiyle el sıkıştıktan sonra sözleşme imzalarken fark ettim ben
de. “Şaka mı yapıyorsunuz?” dediğimde çatık kaşlarının arasında kalın çizgiler
belirdi; “Anlamadım, şaka olan ne?” diye sordu. O kağıt parçasını yırtıp var
gücümle kaçmak istedim.
İstediğim
ne varsa hepsi kaçtı benden. Varsın bu kez de ben kaçayım, dedim.
Dış
kapının duvarına verdim sırtımı, düşmedim ama buradan doğrulabilir miyim diye
sordum kendi kendime... Hayatın bana sundukları geldi aklıma. Heybeme
yüklediklerimle, elimin tersiyle ittiklerim... Var gücümle kaçamadım oradan.
“Sayısını
arttırmalı anıların... Huzurlu ve mutlu olanlar diye şart koymadan. Darlığı
ve hüznü dışlamadan. Tek şart koymalı hatta, ‘Bana ait.’ Bana ait ise benimdir
ve kabulümdür” demişti.
“Ne
güzel konuşuyor...” demiştim. “Saatlerce, yıllarca anlatsa doymam dinlemeye.”
diye geçirmiştim içimden.
Kaçmadım...
İlk kez senden kaçmamayı “Senden kalan anılar defterine” yazdım. Cılız bir
sesle irkildim, elini omzuma koyacakken döndüm.
“İki
çay söyleyeyim ister misin evladım?”
“Zahmet
olmazsa çok açık olsun.” diyebildim.
Dış
kapının önündeki tabureyi işaret etti eliyle. Oturdum. Sanki komut vermezse
hiçbir şey yapamayacak; adımı, adını bile unutacak kadar aciz hissettim
kendimi. İlk defa unutmaktan korktum.
Bırakılmışlığımın,
vefasızlığının her gününe çeltik attığım takvim, unutmadığımın tanığı. Olur da
bir gün gidersem bu fani dünyadan, ıhlamur kaynattığım demlikte ara beni.
“Hayat
işte, görmek ve yaşamak arasında geçen bir kavga. O bakıp takılı kaldığın
çiçeğin neden ve nasıl yeşerdiğinden benim de haberim yok. Birisi geçerken
tohum düşürdü belki... İlk gördüğümde ben de şaşırdım, nasıl olur diye. Sonra
kimseler basmasın diye çevirdim etrafını. Kaç yaz, kaç kış geçti, soldu. Kendi
tohumundan yeniden yeşerdi. Bilene güç kuvvet bu nimet. Bilmeyene yalnızca bir
çiçek.”
“Dalmışım
kusuruma bakmayın.”
“Hadi
soğutma çayını.”
“Soğuyan
çaysa telafisi var da, yürek soğuyunca çaresi olmuyor ki.”
“Senin
yüreğin taşacak belli. Anlatmak istersen bir kova tutarım altına. Ziyan olmaz,
merak etme.”
“Ucundan
tutup da başlanılacak gibi değil. Başı, sonu olmayan bir girdap bendeki.
Zamansız terk edilişlerimin kalbimdeki felci. Hoş! Terk edilmenin zamanı mı
olur ki?
Trafik
kazasında öldü babam. Yani öyle dediler. Cenazesi bile gelmedi. İki kardeştik.
Kader benden üç yaş küçüktü. Annem hasta oldu babamdan sonra. Her gün değişti.
Kapı çalsa ‘Hüseyin geldi!’ diye koşardı. Ondan başka her şeyi unuttu.
Camda
beklerdi sabahlara kadar. Bir gün hiç unutmam, yalın ayak çıkmış dışarı.
Mahalleli bulmuş. Biz uykudayken gitmiş. Eve geldiklerinde kapıyı açtığım an
gördüğüm o hali hiç gitmiyor gözümden. Beyaz atlet, uzun çiçekli etek ve yalın
ayaklar... Ayakları kan içinde.
Komşular
içeriye aldılar. Banyo yaptıralım dediler. Banyonun kapısının dibinde oturduk
Kader ile... Onlar annemi yıkadı, kader kazağımı yıkadı gözyaşıyla.
Çaresizlik
çok zor. Kimsesizlik daha da zor. Babamın maaşıyla kıt kanaat geçinmeye
çalıştık. Kader uydu bir hayırsıza kaçtı, daha 17’sinde. Bir ben bir de yaralı
anam kaldık baş başa. Yedirdim, içirdim, yıkadım... O benim annem değil,
çocuğum olmuştu. En zoru da, evden çıkarken bağlardım onu, kendisine bir şey
yapmasın diye. Okuldan gelene kadar yol bitmezdi. Eve gelince camda onu görünce
nefes alırdım ancak. Oh, bir şey olmamış.
Nefesim
yine o günlerden birinde kesildi. Bir daha nefes alamam dedim. Annemi toprağa
koyduktan sonra yaşayamam sandım. Sonra O geldi. Kısmet...
Gözlerini
gördüğüm o ilk an yüreğimin içinde milyonlarca at koşmaya başladı. Ama nasıl
koşmak...
Okulun
son senesiydi, kütüphanede çay sırasında gördüm.
Haberim
olmadan sevmiş kalbim. Ertesi gün olur da okula gidip yine görür müyüm diye
sabaha kadar uyumadım. Aynı saatte gittim kütüphaneye, ceylan gözlerini gördüm.
Ertesi gün, ertesi gün derken, bir gün konuştuk.
Çok
sevdik.
Ya
da sadece ben çok sevdim. Bilmiyorum...
‘Sevmiyorum.’
dedi giderken.
‘Eyvallah...’
dedim. “Eyvallah, yaşayamam artık.”
Yaşadım...
Taşa
toprağa gerek yokmuş, insan da topraktan ya, içimin sol tarafı mezarı oldu.
Sokaktan bulduğum ilk taşı aldım, üstüne adını yazdım.
‘Hatırlıyorum
babaannem can çekişirken, gurbette olan amcamın adını yazmış da yüreğinin
üzerine koymuşlardı.’
Yüreğimi
soğutmadı o taş. Sonunda ölmek lazımdı. Ölmedim ama.
Seven
kör, sağır, dilsiz olurmuş. Bilirmiş de bildiğini söyleyemezmiş. Aman gitmesin,
incinmesin diye kendimi unutmuşum. Benliğimden çıkıp o olmuşum meğer.
Geçen
yaz Kader’i de kaybettim. Hasta oldu o da. Aynı annem gibi. Asmış kendini.
Duramadım,
sığamadım İstanbul’a. Olduğu yerden kaçınca dertten de kaçacağını zannediyor
insan. Oysa dert kamburun olup, sana ilişince artık senin oluyor. Ben bütün
dertleri çektim, daha da çekerdim de kalp yükü ağır geldi bana. O ölümden
dirhem dirhem ağır gelen ayrılık, kolumu kanadımı koparttı.
En
sevdiklerimi topraklara vermiştim de, kendi toprağıma gömdüğüm kadar yanmamıştı
canım...”
Daha
anlatacaklarım vardı aslında, şaşkın bakışlarından anladım ki, hikayemi
sorgulamaya başlamıştı. Derin bir nefes çekip ayağa kalktım. Çay için teşekkür
edip arkamı döndüm. Bir iki adım sonra döndüm, “Kimse kınamasın.” dedim.
Kınamasın!
Aşktan öleni pamuklara gömsünler hatta... Ben bir kere öldüm de, toprağa
gömdüler...
Gülcan Sural
gulcansural@hotmail.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder