Aşktan Öleni Pamuklara Sarsınlar - Gülcan Sural - Sevdalım Hayat
Aşktan Öleni Pamuklara Sarsınlar - Gülcan Sural

Aşktan Öleni Pamuklara Sarsınlar - Gülcan Sural

Paylaş
Aşktan Öleni Pamuklara Sarsınlar
Hüzün sokağı, Keder Apartmanı, Daire: 12. Alegori değil, senden sonra taşındığım evin adresi bu. Ev sahibiyle el sıkıştıktan sonra sözleşme imzalarken fark ettim ben de. “Şaka mı yapıyorsunuz?” dediğimde çatık kaşlarının arasında kalın çizgiler belirdi; “Anlamadım, şaka olan ne?” diye sordu. O kağıt parçasını yırtıp var gücümle kaçmak istedim.

İstediğim ne varsa hepsi kaçtı benden. Varsın bu kez de ben kaçayım, dedim.

Dış kapının duvarına verdim sırtımı, düşmedim ama buradan doğrulabilir miyim diye sordum kendi kendime... Hayatın bana sundukları geldi aklıma. Heybeme yüklediklerimle, elimin tersiyle ittiklerim... Var gücümle kaçamadım oradan.

“Sayısını arttırmalı anıların... Huzurlu ve mutlu olanlar diye şart koymadan. Darlığı ve hüznü dışlamadan. Tek şart koymalı hatta, ‘Bana ait.’ Bana ait ise benimdir ve kabulümdür” demişti.

“Ne güzel konuşuyor...” demiştim. “Saatlerce, yıllarca anlatsa doymam dinlemeye.” diye geçirmiştim içimden.

Kaçmadım... İlk kez senden kaçmamayı “Senden kalan anılar defterine” yazdım. Cılız bir sesle irkildim, elini omzuma koyacakken döndüm.

“İki çay söyleyeyim ister misin evladım?”

“Zahmet olmazsa çok açık olsun.” diyebildim.

Dış kapının önündeki tabureyi işaret etti eliyle. Oturdum. Sanki komut vermezse hiçbir şey yapamayacak; adımı, adını bile unutacak kadar aciz hissettim kendimi. İlk defa unutmaktan korktum.

Bırakılmışlığımın, vefasızlığının her gününe çeltik attığım takvim, unutmadığımın tanığı. Olur da bir gün gidersem bu fani dünyadan, ıhlamur kaynattığım demlikte ara beni.

“Hayat işte, görmek ve yaşamak arasında geçen bir kavga. O bakıp takılı kaldığın çiçeğin neden ve nasıl yeşerdiğinden benim de haberim yok. Birisi geçerken tohum düşürdü belki... İlk gördüğümde ben de şaşırdım, nasıl olur diye. Sonra kimseler basmasın diye çevirdim etrafını. Kaç yaz, kaç kış geçti, soldu. Kendi tohumundan yeniden yeşerdi. Bilene güç kuvvet bu nimet. Bilmeyene yalnızca bir çiçek.”

“Dalmışım kusuruma bakmayın.”

“Hadi soğutma çayını.”

“Soğuyan çaysa telafisi var da, yürek soğuyunca çaresi olmuyor ki.”

“Senin yüreğin taşacak belli. Anlatmak istersen bir kova tutarım altına. Ziyan olmaz, merak etme.”

“Ucundan tutup da başlanılacak gibi değil. Başı, sonu olmayan bir girdap bendeki. Zamansız terk edilişlerimin kalbimdeki felci. Hoş! Terk edilmenin zamanı mı olur ki?

Trafik kazasında öldü babam. Yani öyle dediler. Cenazesi bile gelmedi. İki kardeştik. Kader benden üç yaş küçüktü. Annem hasta oldu babamdan sonra. Her gün değişti. Kapı çalsa ‘Hüseyin geldi!’ diye koşardı. Ondan başka her şeyi unuttu.

Camda beklerdi sabahlara kadar. Bir gün hiç unutmam, yalın ayak çıkmış dışarı. Mahalleli bulmuş. Biz uykudayken gitmiş. Eve geldiklerinde kapıyı açtığım an gördüğüm o hali hiç gitmiyor gözümden. Beyaz atlet, uzun çiçekli etek ve yalın ayaklar... Ayakları kan içinde.

Komşular içeriye aldılar. Banyo yaptıralım dediler. Banyonun kapısının dibinde oturduk Kader ile... Onlar annemi yıkadı, kader kazağımı yıkadı gözyaşıyla.

Çaresizlik çok zor. Kimsesizlik daha da zor. Babamın maaşıyla kıt kanaat geçinmeye çalıştık. Kader uydu bir hayırsıza kaçtı, daha 17’sinde. Bir ben bir de yaralı anam kaldık baş başa. Yedirdim, içirdim, yıkadım... O benim annem değil, çocuğum olmuştu. En zoru da, evden çıkarken bağlardım onu, kendisine bir şey yapmasın diye. Okuldan gelene kadar yol bitmezdi. Eve gelince camda onu görünce nefes alırdım ancak. Oh, bir şey olmamış.

Nefesim yine o günlerden birinde kesildi. Bir daha nefes alamam dedim. Annemi toprağa koyduktan sonra yaşayamam sandım. Sonra O geldi. Kısmet...

Gözlerini gördüğüm o ilk an yüreğimin içinde milyonlarca at koşmaya başladı. Ama nasıl koşmak...

Okulun son senesiydi, kütüphanede çay sırasında gördüm.

Haberim olmadan sevmiş kalbim. Ertesi gün olur da okula gidip yine görür müyüm diye sabaha kadar uyumadım. Aynı saatte gittim kütüphaneye, ceylan gözlerini gördüm. Ertesi gün, ertesi gün derken, bir gün konuştuk.

Çok sevdik.

Ya da sadece ben çok sevdim. Bilmiyorum...

‘Sevmiyorum.’ dedi giderken.

‘Eyvallah...’ dedim. “Eyvallah, yaşayamam artık.”

Yaşadım...

Taşa toprağa gerek yokmuş, insan da topraktan ya, içimin sol tarafı mezarı oldu. Sokaktan bulduğum ilk taşı aldım, üstüne adını yazdım.

‘Hatırlıyorum babaannem can çekişirken, gurbette olan amcamın adını yazmış da yüreğinin üzerine koymuşlardı.’

Yüreğimi soğutmadı o taş. Sonunda ölmek lazımdı. Ölmedim ama.

Seven kör, sağır, dilsiz olurmuş. Bilirmiş de bildiğini söyleyemezmiş. Aman gitmesin, incinmesin diye kendimi unutmuşum. Benliğimden çıkıp o olmuşum meğer.

Geçen yaz Kader’i de kaybettim. Hasta oldu o da. Aynı annem gibi. Asmış kendini.

Duramadım, sığamadım İstanbul’a. Olduğu yerden kaçınca dertten de kaçacağını zannediyor insan. Oysa dert kamburun olup, sana ilişince artık senin oluyor. Ben bütün dertleri çektim, daha da çekerdim de kalp yükü ağır geldi bana. O ölümden dirhem dirhem ağır gelen ayrılık, kolumu kanadımı koparttı.

En sevdiklerimi topraklara vermiştim de, kendi toprağıma gömdüğüm kadar yanmamıştı canım...”

Daha anlatacaklarım vardı aslında, şaşkın bakışlarından anladım ki, hikayemi sorgulamaya başlamıştı. Derin bir nefes çekip ayağa kalktım. Çay için teşekkür edip arkamı döndüm. Bir iki adım sonra döndüm, “Kimse kınamasın.” dedim.

Kınamasın! Aşktan öleni pamuklara gömsünler hatta... Ben bir kere öldüm de, toprağa gömdüler...

Gülcan Sural
gulcansural@hotmail.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder