Bakalım Bilebilecek misin?- Hande Çiğdemoğlu - Sevdalım Hayat
Bakalım Bilebilecek misin?- Hande Çiğdemoğlu

Bakalım Bilebilecek misin?- Hande Çiğdemoğlu

Paylaş


Bakalım Bilebilecek misin?

Zeka sorularını sever misiniz? Özellikle yanıtını doğru bildiğiniz ya da sonuca yaklaştığınızda sizi bir dost gibi saran şu pazar bulmacalarını? Soğuk bir kış günü battaniyenin altındaysanız, elinizde kalem kağıdınız, hele de sehpada sıcak kahveniz tütüyorsa ne güzel de oyalar bu sorular. Ya da güneş altı şezlonglarında, teninizi sıcağa, nefesinizi iyot kokusuna bıraktığınız o az bulunur tatlı aylak zamanlarınızdaysanız. En faydalısı ise yüreğiniz daralıp, ruhunuzun karardığı, aklın fikrin çözemediği fani soruların dört bir yanınızı sardığı anlarda karşınıza çıkanlardır. Çünkü bu zeka oyunlarını çözmeye çalışmak, sonrasında daha sağlıklı düşünmeye de fayda edecektir. Tabi şartlar ve ortam buna uygunsa. Çünkü beyin baskıyı sevmez. Baskı altında utanır sıkılır, kapatır kendini. Bu yüzden “Stres altında doğru karar vermek” , “Kriz yönetimi” gibi bir dolu kişisel gelişim eğitim programı vardır. Bu popüler eğitimler, sanırım beynin utanıp saçmalamasını engellemesi için geliştirilmiştir.

Zeka oyunlarından karanlıkta kirpi görmüş gibi kaçmak isteyenler ise genellikle geçmişte baskı altında bu sorularla karşılaşmışlardan çıkar. O koca kirpinin okları, zamanında ayağınıza fena batmıştır çünkü. Sözgelimi çocuksunuzdur, gittiğiniz misafirliğin çokbilmiş amcası herkesin içinde size soru sorarak iletişim kurmaya çalışır. “Şimdi sana bir soru soracağım, bakalım bilebilecek misin?” ile başlayan acımasız sorular. Böylesine bir baskı altında babanızın adı dahi sorulsa yanıtlamanız çok zordur. İkram edilen yiyecekleri dökmeden yemeye çalışmak, derli toplu oturmak, nazik olmak, sıkılmamak gibi kurallara uymak zaten yeteri kadar zorken, bir de bu soru nereden çıkmıştır? Herkesin gözü üstünüzdedir. Anneniz ve babanız umutla, ev sahibi hain bir beklentiyle gözünüzün içine bakar. O anlarda zaman yavaşlar. Elleriniz terler, ağzınızdaki kek parçası çamura dönüşür, kesilmeyi bekleyen kuzular gibi çaresiz beklersiniz. Ve soru gelir. Cevabı sonradan öğrenince “Ben bunu nasıl bilemedim” diye kendinize kızdıran, ailenizi hayal kırıklığına uğratmaya sebep olduğu için soruyu sorandan nefret ettiren o soru...

Çocukken benim de buna benzer pek çok anım oldu. Cevabı önceden bildiklerim dışında hiçbir soruyu doğru olarak yanıtlayamadım. Utandım, sıkıldım, üzüldüm. Sizi gördüğü an yüzyıllardır her çocuğa sorduğu soruları size soran, bilemediğinizde evrenin sırrını çözmüş bilge edasıyla gülümseyen yetişkinlerden köşe bucak kaçtım. Zamanla sorular sınavlara yerleşti. ÖSS, ÖYS, KPSS, ALES… Aslında gayet eğlenceli olan bu sorular, kurşun kalem, silgi, kalemtıraş, su, şeker kitinin yanında alabildiğine zor ve sıkıcıydı.

Sınavlar bitti, diplomalar alındı, özgeçmişler yazıldı. Bu sorular, bu kez iş görüşmelerinin vazgeçilmez parçası olarak karşımdaydı. Nitekim ilk iş görüşmem, sırf böyle bir soruda ukalalık ettiğim için olumsuz sonuçlanmıştı. Yıllar sonra, ofisimde, internetten bulduğum zeka bulmacasını sakin sakin çözmeye çalışırken, o gün beni terden sırılsıklam eden soruyla karşılaştım. O soruyu nerede görsem tanırdım, yanıtını asla unutmazdım. Bir anda yıllar öncesine, 20 yaşıma geri döndüm.

Kariyer günlerinde görüp özgeçmiş gönderdiğim büyük bir tekstil firmasının çağırdığı mülakata gittiğim güne… Bu ilk iş görüşmemdi. Erken yaşta üniversite mezunu olmanın, kendine fazla güven, fazla umut ve fazla hayal gibi olumsuz etkileri oluyor. Sanki görüşmeye çağırmamışlar, “Gel yarın başla!” demişler gibi mutlu ve gururluydum. Yüksek lisans yapmaktan hemen vazgeçmiş, kariyer basamaklarını hızla tırmanıvermiş, beş sene sonra başladığım bölümün müdürü oluvermiştim. Yazılı sınav nasılsa tamamdı, bundan sonra da görüşmeyi insan kaynakları direktörü ile yapacaktım. Sıramı beklerken ortalama yirmi dakika sürdüğünü gördüğüm görüşme, karşılıklı sorular, sohbet ve örnek olay çözümlemeleri ile bu sürenin iki katına çıkmıştı. İK direktörü, fikrinin olumlu olduğunu, tüm görüşmeler bittikten sonra kesin kararı bildireceklerini söyledi. Çok sevinçliydim, “Tamam oldu bu iş” dedim içimden. “Aslında benimle görüşmeniz yeterli ama adaylarla bir görüşme de Cem Bey yapmak istiyor.” diye ekledi. Nereden çıkmıştı bu Cem Bey? Zaten saçlarımın fönü bozulmuş, alışkın olmadığım topuklu ayakkabılar ayağımı sıkmıştı. Bir an önce gitmek istiyordum. Neyse ki bu görüşmeyi atlatmıştım, İK direktörü oluru vermişti. Bu hesapta olmayan görüşmeyi fazla umursamamış, keyfimi kaçırmamıştım. “Cem Bey kim?” diye sordum. Cem Bey şirket sahibinin Amerika’dan yeni gelen yeğeniydi. Ona ismini daha önce hiç duymadığım bana göre uyduruk bir müdürlük makamı tahsis etmişler, o da herhalde ne yapmasını bilememiş olmalı ki iş görüşmelerine el atmıştı.

Cem Bey, 23 Nisan’da bir günlüğüne başbakan olan bir çocuk edasıyla kurumlanan, irice bir adamdı. Beni ayakta karşıladı, elimi sıktı. Koltuğuna oturup geriye yaslandığında yüzünde hiç de dostça olmayan bir ifade vardı. Önüne hazırladığı kağıtları karıştırıyor, bir yandan da bana kibirli bakışlar atıyordu. Kendimi çok huzursuz hissetmiş, Cem Bey’den hiç hoşlanmamıştım. Daha önce İK direktörünün sorduğu genel iş görüşmesi sorularını Cem Bey de sordu. Aynı cevapları verdim sabırla. Görüşme uzuyor, uzadıkça benim direncim azalıyordu. “Şimdi size bir kaç basit zeka bulmacası soracağım, bakalım doğru yanıtı bulabilecek misiniz?” dedi. Başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü. Bir anda misafirlikte ev sahibi tarafından köşeye sıkıştırılmış çocukluğuma geri dönmüştüm. Ama bu kez çocuk değildim. Koca üniversite mezunu, tamı tamına 20 yaşında bir insandım. Hem İK müdürü ne demişti, “Görüşme benim açımdan olumlu geçti.” Cevabı bilemesem de sorun olmazdı. Kendimi bu düşüncelerle ne kadar telkin etmeye de çalışsam, huzursuzlanmıştım bir kere. Terlemeye başlamıştım. “Tabii” dedim. Ve o günden sonra asla unutmayacağım o pazar bulmacası sorusu, hızlıca soruldu, havada bir bulut gibi asılı kaldı:

“Bir odada üç lamba var. Lambaların anahtarları odanın dışında. Hangi anahtarın hangi lambayı yaktığını bulmanız isteniyor. Odaya sadece bir kez girerek bunu nasıl bulursunuz?”

Cem Bey, keyifle koltuğuna yaslanmış cevabımı bekliyordu. Köşeye sıkışmıştım. Soruyla ilgili sorular sorarak vakit kazanmaya çalışıyordum. Ben oda, anahtar ve lambalarla ilgili sorular sordukça Cem Bey’in sabırsızlandığını görebiliyordum. Baktı ki ben bilemediğimi itiraf etmek yerine sonu gelmez sorular sormaya devam edeceğim, pat diye yanıtı söyledi:

“Isı hiç aklına gelmedi değil mi? İlk anahtara basıp bir süre beklersin. Sonra onu kapayıp ikinci anahtara basarsın ve odaya girersin. İçeri girdiğinde yanan lambayı bastığın ikinci anahtar yakıyordur. Sönük ampullere dokunursun. Sıcak olanı ilk bastığın anahtar yakıyordur, soğuk olanı ise, hiç basmadığın üçüncü anahtar.”

Cevabı bilememiş, yenilgiye uğramıştım. Böylesine bir baskı altında, bana verilen birkaç dakika içinde bu soruyu yanıtlamam imkansızdı. Zaten Cem Bey ‘in arzusu da sanki buydu. İşte o an gençlik toyluğu kolayca ukalalığa dönüşüverdi. “Cem Bey siz bana soruyu eksik sordunuz. Veriler yeterli olmadığı için de soruyu bilemedim.” dedim. Cem Bey koltuğundan doğruldu. “Hayır, eksik bir şey yok soruda.” diye kağıtlarını karıştırdı.” Siz bana odada bir tabure olduğunu söylemediniz. Odada üzerine çıkacağım bir şey olmazsa tavandaki ampullere nasıl dokunabilirim?” Cem Bey bu beklemediği çıkış karşısında öfkelenmişti. Sesini yükselterek, “Senin boyun uzun, tabureye ihtiyacın yok.” dedi. Sabrımın sonundaydım, baskı altındaydım, işler sarpa sarmıştı, kendimi başarısız hissetmiş bir an önce oradan ayrılmak istemiştim. İşte orada kariyerimi şekillendiren cevabı verdim. “Soruyu kendinize göre düzenlemişsiniz Cem Bey, gördüğünüz gibi benim boyum sizinki kadar uzun değil.” 1.80 boyundaki deneyimsiz genç adayın, 1.90 boyundaki yeni yetme müdüre karşı verdiği bu yersiz cevap, tahmin edersiniz ki görüşmeyi olumsuz olarak sonlandırmıştı. Cem Bey, dişlerini sıkarak gülümsedi ve “Biz sonucu size bildiririz.” diyerek beni amiyane tabirle paketledi.

Daha fazla deneyim kazanana kadar, Cem Bey’den nefret ettim, “O gün az bile söyledim, değerimi göremedi.” bahaneleri ile kendimi avuttum. Ve yüksek lisans yapmaya karar vererek, öğrencilik süremi biraz daha uzattım, iş görüşmeleri için biraz daha büyümeyi bekledim. Bugün görüyorum ki baskıya gelemeyen insan beyni, gençlik heyecanı ile birleşince umulmayan sonuçlar verebiliyor. O görüşmede hata, işverenin ezber soruları ve tavrı mıydı, benim ukala çıkışlarım mıydı bilmiyorum. Cem Bey havlu atıp Amerika’ya geri mi döndü, yoksa işinde deneyim kazanarak müdürlük mertebesini layığıyla icra mı etti, onu da bilmiyorum. Bildiğim şey, o soruyu hiç unutmadım. Ve inatla zeka sorularına bayılmaya devam ettim.

Hande Çiğdemoğlu

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder