Bakalım Bilebilecek misin?
Zeka
sorularını sever misiniz? Özellikle yanıtını doğru bildiğiniz ya da sonuca
yaklaştığınızda sizi bir dost gibi saran şu pazar bulmacalarını? Soğuk bir kış
günü battaniyenin altındaysanız, elinizde kalem kağıdınız, hele de sehpada
sıcak kahveniz tütüyorsa ne güzel de oyalar bu sorular. Ya da güneş altı
şezlonglarında, teninizi sıcağa, nefesinizi iyot kokusuna bıraktığınız o az
bulunur tatlı aylak zamanlarınızdaysanız. En faydalısı ise yüreğiniz daralıp,
ruhunuzun karardığı, aklın fikrin çözemediği fani soruların dört bir yanınızı
sardığı anlarda karşınıza çıkanlardır. Çünkü bu zeka oyunlarını çözmeye
çalışmak, sonrasında daha sağlıklı düşünmeye de fayda edecektir. Tabi şartlar
ve ortam buna uygunsa. Çünkü beyin baskıyı sevmez. Baskı altında utanır
sıkılır, kapatır kendini. Bu yüzden “Stres altında doğru karar vermek” , “Kriz
yönetimi” gibi bir dolu kişisel gelişim eğitim programı vardır. Bu popüler
eğitimler, sanırım beynin utanıp saçmalamasını engellemesi için geliştirilmiştir.
Zeka
oyunlarından karanlıkta kirpi görmüş gibi kaçmak isteyenler ise genellikle
geçmişte baskı altında bu sorularla karşılaşmışlardan çıkar. O koca kirpinin
okları, zamanında ayağınıza fena batmıştır çünkü. Sözgelimi çocuksunuzdur,
gittiğiniz misafirliğin çokbilmiş amcası herkesin içinde size soru sorarak
iletişim kurmaya çalışır. “Şimdi sana bir soru soracağım, bakalım bilebilecek
misin?” ile başlayan acımasız sorular. Böylesine bir baskı altında babanızın
adı dahi sorulsa yanıtlamanız çok zordur. İkram edilen yiyecekleri dökmeden
yemeye çalışmak, derli toplu oturmak, nazik olmak, sıkılmamak gibi kurallara
uymak zaten yeteri kadar zorken, bir de bu soru nereden çıkmıştır? Herkesin
gözü üstünüzdedir. Anneniz ve babanız umutla, ev sahibi hain bir beklentiyle
gözünüzün içine bakar. O anlarda zaman yavaşlar. Elleriniz terler, ağzınızdaki
kek parçası çamura dönüşür, kesilmeyi bekleyen kuzular gibi çaresiz
beklersiniz. Ve soru gelir. Cevabı sonradan öğrenince “Ben bunu nasıl
bilemedim” diye kendinize kızdıran, ailenizi hayal kırıklığına uğratmaya sebep
olduğu için soruyu sorandan nefret ettiren o soru...
Çocukken
benim de buna benzer pek çok anım oldu. Cevabı önceden bildiklerim dışında
hiçbir soruyu doğru olarak yanıtlayamadım. Utandım, sıkıldım, üzüldüm. Sizi
gördüğü an yüzyıllardır her çocuğa sorduğu soruları size soran, bilemediğinizde
evrenin sırrını çözmüş bilge edasıyla gülümseyen yetişkinlerden köşe bucak
kaçtım. Zamanla sorular sınavlara yerleşti. ÖSS, ÖYS, KPSS, ALES… Aslında gayet
eğlenceli olan bu sorular, kurşun kalem, silgi, kalemtıraş, su, şeker kitinin
yanında alabildiğine zor ve sıkıcıydı.
Sınavlar
bitti, diplomalar alındı, özgeçmişler yazıldı. Bu sorular, bu kez iş
görüşmelerinin vazgeçilmez parçası olarak karşımdaydı. Nitekim ilk iş görüşmem,
sırf böyle bir soruda ukalalık ettiğim için olumsuz sonuçlanmıştı. Yıllar
sonra, ofisimde, internetten bulduğum zeka bulmacasını sakin sakin çözmeye
çalışırken, o gün beni terden sırılsıklam eden soruyla karşılaştım. O soruyu
nerede görsem tanırdım, yanıtını asla unutmazdım. Bir anda yıllar öncesine, 20
yaşıma geri döndüm.
Kariyer
günlerinde görüp özgeçmiş gönderdiğim büyük bir tekstil firmasının çağırdığı
mülakata gittiğim güne… Bu ilk iş görüşmemdi. Erken yaşta üniversite mezunu
olmanın, kendine fazla güven, fazla umut ve fazla hayal gibi olumsuz etkileri
oluyor. Sanki görüşmeye çağırmamışlar, “Gel yarın başla!” demişler gibi mutlu
ve gururluydum. Yüksek lisans yapmaktan hemen vazgeçmiş, kariyer basamaklarını
hızla tırmanıvermiş, beş sene sonra başladığım bölümün müdürü oluvermiştim.
Yazılı sınav nasılsa tamamdı, bundan sonra da görüşmeyi insan kaynakları
direktörü ile yapacaktım. Sıramı beklerken ortalama yirmi dakika sürdüğünü
gördüğüm görüşme, karşılıklı sorular, sohbet ve örnek olay çözümlemeleri ile bu
sürenin iki katına çıkmıştı. İK direktörü, fikrinin olumlu olduğunu, tüm
görüşmeler bittikten sonra kesin kararı bildireceklerini söyledi. Çok
sevinçliydim, “Tamam oldu bu iş” dedim içimden. “Aslında benimle görüşmeniz
yeterli ama adaylarla bir görüşme de Cem Bey yapmak istiyor.” diye ekledi.
Nereden çıkmıştı bu Cem Bey? Zaten saçlarımın fönü bozulmuş, alışkın olmadığım
topuklu ayakkabılar ayağımı sıkmıştı. Bir an önce gitmek istiyordum. Neyse ki
bu görüşmeyi atlatmıştım, İK direktörü oluru vermişti. Bu hesapta olmayan
görüşmeyi fazla umursamamış, keyfimi kaçırmamıştım. “Cem Bey kim?” diye sordum.
Cem Bey şirket sahibinin Amerika’dan yeni gelen yeğeniydi. Ona ismini daha önce
hiç duymadığım bana göre uyduruk bir müdürlük makamı tahsis etmişler, o da
herhalde ne yapmasını bilememiş olmalı ki iş görüşmelerine el atmıştı.
Cem
Bey, 23 Nisan’da bir günlüğüne başbakan olan bir çocuk edasıyla kurumlanan,
irice bir adamdı. Beni ayakta karşıladı, elimi sıktı. Koltuğuna oturup geriye
yaslandığında yüzünde hiç de dostça olmayan bir ifade vardı. Önüne hazırladığı
kağıtları karıştırıyor, bir yandan da bana kibirli bakışlar atıyordu. Kendimi
çok huzursuz hissetmiş, Cem Bey’den hiç hoşlanmamıştım. Daha önce İK
direktörünün sorduğu genel iş görüşmesi sorularını Cem Bey de sordu. Aynı
cevapları verdim sabırla. Görüşme uzuyor, uzadıkça benim direncim azalıyordu.
“Şimdi size bir kaç basit zeka bulmacası soracağım, bakalım doğru yanıtı
bulabilecek misiniz?” dedi. Başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü. Bir anda
misafirlikte ev sahibi tarafından köşeye sıkıştırılmış çocukluğuma geri
dönmüştüm. Ama bu kez çocuk değildim. Koca üniversite mezunu, tamı tamına 20
yaşında bir insandım. Hem İK müdürü ne demişti, “Görüşme benim açımdan olumlu
geçti.” Cevabı bilemesem de sorun olmazdı. Kendimi bu düşüncelerle ne kadar
telkin etmeye de çalışsam, huzursuzlanmıştım bir kere. Terlemeye başlamıştım.
“Tabii” dedim. Ve o günden sonra asla unutmayacağım o pazar bulmacası sorusu,
hızlıca soruldu, havada bir bulut gibi asılı kaldı:
“Bir
odada üç lamba var. Lambaların anahtarları odanın dışında. Hangi anahtarın
hangi lambayı yaktığını bulmanız isteniyor. Odaya sadece bir kez girerek bunu
nasıl bulursunuz?”
Cem
Bey, keyifle koltuğuna yaslanmış cevabımı bekliyordu. Köşeye sıkışmıştım.
Soruyla ilgili sorular sorarak vakit kazanmaya çalışıyordum. Ben oda, anahtar
ve lambalarla ilgili sorular sordukça Cem Bey’in sabırsızlandığını
görebiliyordum. Baktı ki ben bilemediğimi itiraf etmek yerine sonu gelmez
sorular sormaya devam edeceğim, pat diye yanıtı söyledi:
“Isı
hiç aklına gelmedi değil mi? İlk anahtara basıp bir süre beklersin. Sonra onu
kapayıp ikinci anahtara basarsın ve odaya girersin. İçeri girdiğinde yanan
lambayı bastığın ikinci anahtar yakıyordur. Sönük ampullere dokunursun. Sıcak
olanı ilk bastığın anahtar yakıyordur, soğuk olanı ise, hiç basmadığın üçüncü
anahtar.”
Cevabı
bilememiş, yenilgiye uğramıştım. Böylesine bir baskı altında, bana verilen birkaç
dakika içinde bu soruyu yanıtlamam imkansızdı. Zaten Cem Bey ‘in arzusu da
sanki buydu. İşte o an gençlik toyluğu kolayca ukalalığa dönüşüverdi. “Cem Bey
siz bana soruyu eksik sordunuz. Veriler yeterli olmadığı için de soruyu
bilemedim.” dedim. Cem Bey koltuğundan doğruldu. “Hayır, eksik bir şey yok
soruda.” diye kağıtlarını karıştırdı.” Siz bana odada bir tabure olduğunu
söylemediniz. Odada üzerine çıkacağım bir şey olmazsa tavandaki ampullere nasıl
dokunabilirim?” Cem Bey bu beklemediği çıkış karşısında öfkelenmişti. Sesini
yükselterek, “Senin boyun uzun, tabureye ihtiyacın yok.” dedi. Sabrımın
sonundaydım, baskı altındaydım, işler sarpa sarmıştı, kendimi başarısız
hissetmiş bir an önce oradan ayrılmak istemiştim. İşte orada kariyerimi
şekillendiren cevabı verdim. “Soruyu kendinize göre düzenlemişsiniz Cem Bey,
gördüğünüz gibi benim boyum sizinki kadar uzun değil.” 1.80 boyundaki
deneyimsiz genç adayın, 1.90 boyundaki yeni yetme müdüre karşı verdiği bu
yersiz cevap, tahmin edersiniz ki görüşmeyi olumsuz olarak sonlandırmıştı. Cem
Bey, dişlerini sıkarak gülümsedi ve “Biz sonucu size bildiririz.” diyerek beni amiyane
tabirle paketledi.
Daha
fazla deneyim kazanana kadar, Cem Bey’den nefret ettim, “O gün az bile
söyledim, değerimi göremedi.” bahaneleri ile kendimi avuttum. Ve yüksek lisans
yapmaya karar vererek, öğrencilik süremi biraz daha uzattım, iş görüşmeleri
için biraz daha büyümeyi bekledim. Bugün görüyorum ki baskıya gelemeyen insan
beyni, gençlik heyecanı ile birleşince umulmayan sonuçlar verebiliyor. O
görüşmede hata, işverenin ezber soruları ve tavrı mıydı, benim ukala çıkışlarım
mıydı bilmiyorum. Cem Bey havlu atıp Amerika’ya geri mi döndü, yoksa işinde
deneyim kazanarak müdürlük mertebesini layığıyla icra mı etti, onu da
bilmiyorum. Bildiğim şey, o soruyu hiç unutmadım. Ve inatla zeka sorularına
bayılmaya devam ettim.
Hande Çiğdemoğlu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder