Salıncakta Sallanan Ömür - Gülcan Sural - Sevdalım Hayat
Salıncakta Sallanan Ömür - Gülcan Sural

Salıncakta Sallanan Ömür - Gülcan Sural

Paylaş

 Salıncakta Sallanan Ömür

Varacağı yeri olmayan, rüzgarın insafına teslim olmuş yaprak gibiydi  bedenim. Sonbahar da bitmişti artık. Kışın insafı olur muydu hiç?

Yorgun ayaklarımı altıma çekip dış kapının önüne oturdum. ”Seninle tanışacağım aklımın ucundan bile geçmezdi, sana baka baka ağlayacağımı biri söylese taşa tutardım onu. Şimdi karşında küçüldükçe küçülüyorum. Dünya ne tuhaf, değil mi? Hele insan, en tuhaf varlık! Dilin olsa dayanmazdın eminim. Bak, canımın canını emanet edeceğim sana. Kolay mı, bana kızma." Bir eşyayla hiç konuşmamıştım daha önce.

Alnımdaki terler gözyaşımla karışmış, kuruyan dudaklarıma akıyor. Canım sıkılınca illa diderim dudaklarımı. Tuzlu su nasıl da canımı yakıyor. Elimi kaldırıp alnımı silmeye dermanım yokken, tek elimle omzumu sıvazlayıp “Bu da geçer.” diyorum, “buna da alışırsın.” Hem insan bu, neye alışmamış ki...

Titreyen bacaklarıma aldırmadan yürüyorum, yüzümdeki yaşları silip dış kapıyı açıyorum. Asansörün kapısına uzanan kolumu Türkan Teyze tutuyor,
“Oy kuzum ne oldu sana?” diye soruyor.

“Tansiyonum düştü herhalde. Başım döndü Türkan Teyze.”

“Bu ne? Sen sabır ver Allah'ım, derman ver! Tekerlekli sandalye mi aldın?”

Cevabı gözlerim veriyor.

Bir anneyi en çok başka bir anne anlar. Sımsıkı sarılıyor, koklayarak öpüyor ıslak yanaklarımı. Gözlerinden tek tek yaşlar düşüyor. Utanıyorum...

Eğilip yere düşen yaşlarını toplamak istiyorum. İstiyorum ki hiç kimse ağlamasın.

“Bir biz kalmıştık ağlamadığın. Sen böyle ağlarsan ben ne yapayım. Oturayım da ağıt mı yakayım?” diyorum. Tesellisi olmayan yüreğimin, teselli vermekten başka çaresi yok.

“Tövbe de, tövbe! Allah dilinden alsın, deli deli konuşma. Taş olsan çatlardın be kuzum. Hiç mi yüreğin dillenmez, hiç mi of demezsin? Düşersin bir gün, atma içine!” diyor.

“Çok düştüm... Diğer elimi uzattım, kendim kalktım ayağa. Kolumdan tutanım hiç olmadı Türkan Teyzem. Yine düşersem yine kalkarım elbet. Sen yorma yüreğini.”

“Sen hep dimdik dur. Sen iyi ol ki, evladın da iyi olsun.” diyor. Sözleriyle sanki tekrar kucaklıyor beni.

Anahtar elime yapışıyor. Kapı ilk kez bu kadar öfkeli. Korkumdan yaklaşamıyorum. Kapıdan mı korkuyorum, yoksa kapıdan içeriye girince olacaklardan mı?

İçimdeki susmaz ses ”Gerçeğinle yüzleşme zamanı geldi. Gir içeri her şeyi anlat.” diyor. “Evet, artık her şeyi konuşmalı ve yaramızı bir daha, derinden kanatmalıyız. Ama birbirimizden yaralarımızı saklamayız. Biliriz ki derdimiz de bir dermanımız da. Ama nasıl yaparım ki. O daha küçük bir çocuk. Ellerimle emekletip koşmasını izlediğim minik bir kelebek. Hangi cümle ile başlamalıyım? Hangi kelime yakmaz ki canını? Elimde olsa şimdi, şu an, bacaklarımı vermez miyim? “Sakin ol!” diyor içimdeki susmaz. Hiç susmayan bir ses bu. “Bunu da oyuna çevir. Hayat zaten bir oyun sahnesi değil mi? Sırası gelip oynayan, inmiyor mu sahneden? Zaten bütün görevimiz sahnenin perdeleri kapanana kadar.” 

İkinci dediklerine kulak veriyorum. İyi ki içimdeki ses beni tanıyor.

Kapıyı açtıktan sonra sandalyeyi almak için geri dönüyorum. Bu sefer de sırtım içeriye dönük kalıyor. Arkamda  iki meraklı göz hissediyorum. Biliyorum, meraklı gözleriyle bir bana, bir de içeriye çektiğim eşyaya bakıyor. Eve girince göz göze geliyoruz. Yüzündeki ifadeyi tanıyorum. Kara gözlerini gözlerimden ayırmadan, göz bebeklerimin içine içine bakıyor. Diğer eliyle duvara tutunuyor.

“Neden Anne! Neden!” diyor o gözler. Bir adım daha atıyor, eli hâlâ duvarda. Bir adım daha. Sonra elini bırakıyor, dizlerinin üstüne yere düşüyor.

“Elimi tutsaydın düşmezdim.” diyor.

Kapının önüne dizlerimin üstüne düşüyorum. “Dermanım bitti!” ne demekmiş, şimdi anlıyorum.

“Elimi tutsaydın ben de düşmezdim. Biraz da sen dikkat et. Hep bana hep bana olmaz paşam.”
 
Ağlamaklı gözlerinin içi gülerek “”Sakar annem” diyor.
 
“Sen yere düşünce dizlerin acıyor ya, benim canımın içi, kalbim acıyor. Gezmeye gidelim diyorsun, kucağıma alıyorum seni. Önceleri küçüktün, hiç yorulmuyordum. Ben seni dokuz ay karnımda da taşıdım. Keşke bir ihtimal olsa da hep karnımda taşıyabilsem seni, inan hiç yorulmam. Öyle bir seçeneğimiz de yok. Büyüdün koca delikanlı oldun. Ben değil de nefesim yoruluyor annem. Sen de hemen anlıyorsun, üzülüyorsun. Senin üzülmeni istemiyorum.”

“Şimdi daha çok üzülüyorum. Neden biliyor musun?” diyor. Sağ yanağına akan damla oracıkta canımı alsa sesim çıkmaz. Öylesine yanıyor canım. “Neden?” diyemiyorum. Duyacaklarımla kaç yaş büyürüm, saçlarımda kaç beyaz tel artar bilmiyorum. Korkuyorum... Ya cevap veremezsem, oturup dizinin dibinde ağlarsam...

“Çok terledim, yüzümü yıkayım ben.” diyorum. “Dinliyorum, sen nedenini söyle olur mu?” diye ekliyorum.

Önüne eğdiği başını “olur” der sallıyor.

Banyonun kapısının dibine, duvara yaslıyorum sırtımı. Başlıyor. Ölüm fermanımı okur gibi başlıyor.

“Herkes bakar şimdi bana. Arkadaşlarım sakat diyordu ya hani, şimdi herkes sakat der. Utanıyorum anne! Ben sakat değilim ki! Sadece yürümemde problem var. Öyle değil mi anne? Ben aslında hiçbir yere gitmek istemiyorum. Kimseler görmesin beni, ne olur ki?” diyor. Onun sesi  değiştikçe ben kolumu ısırıyorum, doğumunda ısırdığım gibi. Aynı acıyı yine yaşıyorum. Daha çok değil, ama daha kötü acıyor bu seferki. Bir süre sonra kulaklarım söylediklerini duymuyor. Anlatıyor, anlatıyor, anlatıyor... Kendi gerçeğiyle yüzleşiyor.  Cevap beklemiyor. Çünkü artık cevabı biliyor. Alıştı avaz avaz susmalarıma. Bir duvar var aramızda ama ne ben çıkabiliyorum, ne o girebiliyor.

Bir süre sonra susuyor.

“Yüzünü yıka da parka gidelim anne. Salıncakta sallanırım, dönerken de dondurma alırız.”

“Tamam.” diyorum.
 
Kendisi zerre kadarken, kendisinden beş kat büyük bir yükü sürüklemeye çalışan karıncayı fark ediyorum halının üzerinde. Nasibine şikayeti hiç yok. “Niye ben?”diye söylenmiyor. Gücü bittiğinde, durup dinlenip yeniden devam ediyor yoluna. “Yeter dinlendiğin yüreği yamalı diyorum, kalk ve yoluna devam et! Daha salıncakta sallayarak bir evlat büyüteceksin. Üstelik dönerken de dondurma alacaksın. Sen unutkansın, ıslak mendil almayı da unutma. Şimdi hep döker üzerine...”

Gülcan Sural

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder