Ziya / On
Beş
mrümüzün kalan zamanını artık sessizlik içinde geçireceğimizden emin
olduğumuz bir kış günü, yanında bir adamla çıkageldi. Uzun zamandır ortalıkta
gözükmemişti ve buna Afacan Sokak’taki herkes gibi çok üzülüyorduk. Acaba ona
yapılmaması gereken bir şey mi yaptık da ayağını kesti, diye düşünüyor,
birbirimizin harap yüzlerine suçlarcasına bakıyorduk. Birbirimizin yüzlerinde
huzursuzluk, telaş, hırpalanma ve cürüm görüyorduk. Getirdiği meyveler de
çoktan bitmiş, sıradan şeylerle, çorbayla, türlüyle, karpuzla falan karnımızı
doyurur olmuştuk.
Onu bahçede gördüğümde, ‘her şey yolunda’, dedim kendi kendime. Her şey yolunda. Taş basamakları çıktı, sokak
kapısını boynundan sarkan anahtarla açtı. Ayakkabılarını, yanındakinin de aynı
şeyi yapmasını isteyen öğretici tavrıyla çıkartıp eşiğin yanına usulca koydu.
Hepimiz çevresinde toplandık. O gece hiç uyumadık. Nasıl uyurduk ki, o bir
konukla gelmişti. Hemen şuracıkta, kendi evine gitmemiş, bizim eve gelmişti. Hiç konuşmadan çekildiler.
Birlikte, evin arka odasında kaldılar. Soluk lambaları hiç sönmedi. Kapının
altından sızan, hole, oradan uykulu gözlerimize şefkatle dokunan ışık, Ziya'nın
yarım yamalak sözcüklerini, cümlelerini de taşıdı kulaklarımıza. Kendi
kendimizle savaştığımız, yorgun düştüğümüz, hikâyesiz kaldığımız günlerin,
gecelerin acısını taş holde, ayakta, birbirimizin gölgelerine yaslanarak çıkardık. Sabah olup da arka odadan çıktıklarında, holde, yere dökülmüş saç
tellerimize ve ufak komşu çocuklarının yere döktüğü kurabiye kırıntılarına
basıp evden uzaklaştılar. Nereye gittiklerini hiç sormadık, ne konuştuklarını
da...Adamı da sormadık. Odaya girdik, masanın üzerinde üç kitap gördük.
Kitapları kapaklarını bile açmadan sarıp sandığa kaldırdık.
endermacun@yhoo.ca
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder