Bilincim ve Ben
Dört
saatlik bir ameliyat geçirdim, dolayısıyla dört saat boyunca bilincim
kapalıydı; bana yapılanları duymam, bilmem mümkün değildi.
Acaba
bu dört saat, hayatımdan eksilen, var olmadığım ve hiçbir şey hatırlamadığım
bir süreyi mi işaret ediyor yoksa bambaşka deneyimler yaşadığım bir farklı
hayatı mı?
Yoğun
bakımda ayıldıktan sonra zihnimin yaşadıkları ve geriye doğru adım adım gitmem
bana ikinci seçeneğin daha doğru olduğunu gösterdi. Bilincim durduktan sonra
ben yalnız fiziki hayatımı değil, ruhi düzlemde bir başka hayatı da
sürdürmüştüm. Bütün bunlar bana
hatıralar biçiminde geri geldi. Ameliyat sırasında bilincim kapalı iken
yaptığım ruhsal yolculuğu “gördüm” ve her anını “yaşadım”.
Bilincim
yoktu ama bedenim kendi kendisinin farkındaydı, bir şeyler yaşıyordu. Daha sonra
ayrıntılı ameliyat raporunu okuduğumda yaşadığım evrelerin hepsini
anlamlandırma olanağı buldum. Demek ki bu konuda araştırmalar yapan bilim
insanları haklı. Demek ki gövdemizin, organlarımızın ve hücrelerimizin bir
belleği var.
***
Bilincimizi
kendimiz sanıyoruz, benliğimizle bilincimiz arasında hiçbir fark görmüyoruz.
Bilincimiz açıkken varız, bilincimiz kapandığı zaman ise yokuz. Genel inancımız
bu.
Acaba
öyle mi? Biz bilincimizle bir bütün müyüz? Yoksa bilincimiz ortadan kalktığı
zaman bile var olmayı sürdüren başka bir “ben” mi var?
Geometrik
şekillerle dolu dünyamızda yanlış bir nitelemeyle üst bilinç, alt bilinç
denilen şey nedir? Altlı üstlü mü duruyor? Yoksa çok daha karmaşık bir sarmal
mı söz konusu? Birinin durması ötekini de durduruyor mu? Ruh dediğimiz şey,
bilincin ortadan kalktığı anda geriye kalan şey mi oluyor?
Bunlar
elbette cevabı verilmesi zor sorular ve bu karanlık bölge henüz çözülememiş
durumda. Yaşadığım ameliyat deneyimi beni bu konuda daha çok düşünmeye zorladı.
Yoğun
duygularla yaşadığım ve ‘hatırladığım’ şeyler şunlardı:
***
İstanbul’da
tek başıma otomobil kullanıyorum, bir köprüye giriyorum. Akşamüstü, hava
kararıyor. Galiba Boğaz Köprüsü’nden
Anadolu yakasına geçiyorum ama köprü bomboş.
Bir
süre sonra dik bir rampa çıkmakta olduğumu fark ediyorum, köprü değişiyor; Doğu
Avrupa’yı hatırlatan çelik gri bir köprü haline dönüşüyor. Hayret ediyorum.
Altımdaki otomobil de giderek hızlanıyor, istem dışı bir biçimde, bana bağlı
olmadan çok yüksek bir hıza erişiyor. Hiçbir şeyi denetleyemediğimi, başka bir
iradeye teslim olduğumu anlıyorum. Birileri beni bir yere götürüyor.
Korkuyorum, içim üşüyor. (Bu duygu,
ameliyat raporundan okuduğum, ameliyathanede çıplak olarak soğuk masanın
üstüne yatırıldığım ana denk geliyor olmalı.)
Dehşetle
fark ediyorum ki bu köprü bildiğim, tanıdığım bir ülkeye ait değil. İstanbul’da
girdiğim köprü beni bambaşka bir ülkeye götürüyor ama buna engel olamıyorum.
Her
yer gri, sisli; akşam karanlığı çöküyor. Bir takım yol tabelaları görüyorum.
Bunlar hiç bilmediğim bir dilde yazılmış. Okusam bile anlayamıyorum. Köprüde
yapayalnızım.
Sonra
köprü yokuş aşağı inmeye başlıyor ve ben bir şehre geliyorum. Tanımadığım bir
şehre. Gotik yapılarıyla, karanlık, kasvetli, soğuk, gri bir şehir burası. Bir
meydanda iniyorum. Yanımdan iki karaltı geçiyor. Bilmediğim bir dilde
konuşuyorlar. Bana tuhaf tuhaf bakıyorlar. Bir binanın kapısına sığınıyorum.
Cebimden ekmek kırıntıları çıkarıyor, onları yiyorum.
Geceyi
orada, gözlerden uzak, betonun üzerine kıvrılarak geçiriyorum; mutsuzum, açım, üşüyorum, korkuyorum. Daha da
önemlisi nerede olduğumu bilmemenin verdiği dehşet duygusu. Bilincim yardım
etmiyor, bana nerede olduğumu, kim olduğumu anlatmıyor artık. Sanki ruhum ikiye
bölünmüş gibi.
O
apartman kuytusunda saatler geçiriyorum. Sabah olduğunda o garip şehrin, çok
garip olan çarşısına gidiyorum. Ortalık yine karanlık. Soğuk soğuk yanan vitrin
ışıkları gözlerime giriyor, acıtıyor.
“Kimim
ben?” diye soruyorum durmadan “Kimim ben? Adım ne? Burası neresi?”
***
Elimde
bir fotoğraf makinesi olduğunu fark ediyorum. Her yerin fotoğrafını çekmeye
başlıyorum, belki de bunlar daha sonra
buraları hatırlamama yardımcı olacak diye düşünüyorum.
O
sırada Uzak Doğululara benzeyen dört kişi geliyor, beni zorla yere yatırıp
elimdeki makineyi alıyorlar. Gövdeme bir şeyler yapmaya başlıyorlar.
Bağırıyorum.
Birden
kendimi İstanbul’daki evimde, salonda sırtüstü yatar durumda buluyorum. Salon
kalabalık, tanımadığım insanlar var. Siyah giysili bir adam dikkatimi çekiyor.
Bir çocukla uğraşıyor. Çocuğu okşamak istiyorum. Birileri beni durduruyor.
“Niye
sevmeyeyim çocuğu?” diye soruyorum.
“Çünkü
o ölecek!”
Telefon
çalıyor, kalkıp açıyorum. Bir adam adını söylüyor ama ben bunu anlayamıyorum.
Öfkeli
bir ses tonuyla “Benim hayat hikayemi neden çaldın?” diye haykırıyor. “Niçin
benim hayatımı yazıp, kendi hayatınmış gibi sundun insanlara?”
“Sevdalım
Hayat kitabını mı söylüyorsunuz?” diyorum. “O benim hayat hikayem.”
“Hayır”
diye bağırıyor, “Yalancı, sahtekar; o benim hayatım, onları ben yaşadım.”
“Adınız
ne?” diye soruyorum.
“Bir
de terbiyesizlik ediyorsun!”
“Hayır”
diyorum “Ben kendi hayatımı yazdım.”
“Hala
ısrar ediyorsun terbiyesiz. Senin o kitapta anlatılanlarla ne alakan var. O
benim hayatım.”
“Adınız
ne o zaman?”
“Söyledim
ya!”
“İyi
ama ben duyamadım.”
”Bak
bir de adımı inkar ediyorsun.”
“Etmiyorum
beyefendi.” diyorum. “Gerçekten duymadım.”
Öfkeyle
homurdanarak telefonu kapatıyor.
***
Derken
büyük maun kapılar açılıyor önümde. Muazzam büyüklükte bir SPA salonuna
giriyorum. Çevremde binlerce mayolu insan var. Hava sıcak, havuzlardaki
sulardan buharlar yükseliyor. İnsanlar palmiyelerin altına oturmuş içkilerini
yudumluyorlar.
Harika
bir yer. İçime bir ferahlık yayıldığını, giderek yunduğumu, arındığımı
hissediyorum. Korku kayboluyor. (Sonradan okuduğum ameliyat raporuna göre
herhalde bağırsaklarımın yıkandığı ana denk geliyor bu.)
Gülen,
eğlenen insanların arasından yürümeye başlıyorum. Yolumun üstünde bir orkestra
çalıyor, öne çıkmış beyaz ceketli saksafon çalan adam ben geçerken çalmayı
kesiyor ve elimi sıkıyor: “Merhaba Zülfü bey.” diyor.
“Merhaba!”
O
sırada bir telefon geliyor. Açıyorum.
Ayşe
Baban “Ailemiz için doğru olanı yap!” diyor.
“Yapayım
ama doğru olan nedir?” diyorum. Cevap vermiyor.
Önümde
palmiyeli, şemsiyeli, küçük yuvarlak masaları olan çok şirin bir kahve
beliriyor. Bir garson oturtuyor beni oraya. Önümüzdeki havuzdan buharla
yükselmeye devam ediyor. Bir de bakıyorum, masaya Mustafa Oğuz geliyor.
“Arkada
oturuyordum seni gördüm.” Diyor
“Hoş
geldin!” diyorum.
Sonra
bakıyorum, Mustafa Taviloğlu, Ülker, Aylin de var masada.
“Burası
neresi?” diye soruyorum.
“Best
Western diye bir yer” diyorlar.
“Peki
biz burada ne arıyoruz?”
“Çünkü
buraya gelenler bir daha çıkamaz.” dediklerini duyup dehşete kapılıyorum.
***
Zafer
bir ara gelip Mudo’ya bir şeyler söylüyor ve acele gidiyor. Kravat takmış çok
şık bir takım giymiş. O sırada Mudo masadaki bir şişeyi kaldırıyor, başıma
indirecek gibi yapıyor, hiç korkmuyorum. Sonra arkamda duran bir çocuğun
başında şişeyi patlattığını görüyorum. Çocuk yere seriliyor.
Ülker,
“Ben sana o çocuk ölecek dememiş miydim?” diyor.
Mudo
bana bakıp “Seni kurtardım dostum!” diyor.
“Sağ
ol Mudo!” diyorum.
O
garip, soğuk şehirde Mustafa Oğuz’la karşılaşmış olduğumuzu hatırlıyorum.
“Mustafa,
biz seninle başka bir ülkede karşılaştık mı?” diye soruyorum.
“Evet.”
“Hangi
ülkede?”
“Monaco’da!”
“Hayır!”
diyorum. “Orası Monaco falan değildi. Ne zaman buluştuk Monaco’da?”
“Vallahi
beş altı ay önceydi galiba?”
“Yok!”
diyorum “Ben sana dün nerede olduğumuzu soruyorum. Garip bir ülkedeydik.”
“Bilmiyorum.”
diyor.
***
Aylin
radyo dinliyor.
“Ne
dinliyorsun?” diye soruyorum.
“Haberleri
baba.” diye cevap veriyor.
“Ne
var haberlerde?”
“…
ülkesinde darbe olmuş. Herkesi tutukluyorlarmış.” diyor.
Heyecanlanıyorum.
“Tamam”
diyorum “İşte benim gittiğim o garip ülke bu. Beni de tutuklayacaklardı. Şimdi
hatırlıyorum.”
Ama
yine de ülkenin adını bilemiyorum. Bu beni dehşete düşürüyor. Tekrar “Benim
bilincime ne oldu?” diye soruyorum.
Yaşadıklarım
içinde en korkunç olanı bu.
Aylin
kalkıp gidiyor, ben de peşinden gidiyorum. Bir kapıdan elinde bir fanilayla
çıkıyor.
“Aylin”
diyorum. “Sana bir şey anlatmam gerekiyor.”
“Şu
fanilayı bırakıp geleyim, sonra anlatırsın baba.” diyor.
“O
fanila niye o kadar önemli.”
“Üstünde
bir telefon numarası yazılı.”
Ellerini
tutuyorum. “Hayır gitme” diyorum, “Beni dinle. Ben Monaco’ya hiç gitmedim.”
“Tamam
baba!” diyor.
“Ama
benim gittiğim ülke başka bir yerdi.”
“Tamam
baba” diyor yine.
Ağlamaya
başlıyorum. “Sen de bana inanmazsan kim inanacak?” diyorum. “Orası Monaco
değildi, çok korkunç bir yerdi. Hatırlayamıyorum, kimseyi de inandıramıyorum.”
Korkuyorum,
üşüyorum, kim olduğumu bilmemenin verdiği dehşet duygusuyla ağlıyor, ağlıyorum.
Ve
durmadan tekrar ediyorum: ‘Kimim ben, kimim ben?’
Zülfü Livaneli
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder