"Senin gibi bir komşum olduğu için çok mutluyum.” dedi.
Gülünce gamzeleri o kadar derinleşiyordu ki, ağlarken gülse gamzeleri
gözyaşları ile dolacak gibiydi. “Şimdiye kadar komşuluğa pek fırsatım olmadı.
Öğretmenim biliyorsun. Yoğun çalışıyorum, tatillerde de ailemin yanına
gidiyorum." Ailem deyince içimde bir tele elektrik verildi sanki. Burnumun
direği sızladı. Aile anne demek, baba demek, kardeş demek. Yuva, özlem, sıla
demek. Ensemi yakan sılamın güneşi ise
uzakta kalmıştı artık, burada hava buz gibiydi. Annemi kokusunu ne kadar
özlediğimi düşündüm. Babamın dizine yatmayı, kardeşimle odamıza çekilip
gülüşmeyi. Akşam yemeklerindeki suyuna ekmek batırılan salatanın, her daim
ocakta kaynayan çayların buruk tadını hatırladım. Kırgınlar mıdır bana hala
diye iç geçirdim. Yeni komşum, bu kıvırcık saçlı, güleç genç kadın, muhtemelen
fark etmedi içimden geçen rüzgarları. O kadar hayat doluydu ki, koca
gamzeleriyle acıyı hiç tatmamış gibi gülümsüyordu .
"Hem hiç sizin gibi mutlu bir çift görmedim desem
inanır mısın? Eşin ne kadar seviyor seni, gözlerinden belli. Bakmaya bile
kıyamıyor neredeyse."
"Evet" dedim "Öyledir."
Öyleydi. Kokusuna dayanamıyorum diye işkembe çorbası içmeyen
bir adam. Oysa çocukluğundan beri akşam yemeklerinin zorunlu vazgeçilmezi
olmuştu işkembe çorbası, o olmazsa kelle-paça. Ailece işlettikleri lokantada
annesi, babası ve ağabeyleri ile birlikte geç saatlere kadar çalışırlar, eve
gitmeden önce akşam yemeklerini orada yerlerdi. Onun için ekmekten sudan
farksız olan bu çorbalardan benim için vazgeçmişti işte. Kazak sevmiyorum diye
her gün gömlek giyen, bin bir zahmet uzattığı saçlarını burun kıvırdım diye üç
numaraya vurduran bir adam. İyi hissettirsin diye aşk filmlerine götürürdü
beni, sesinden rahatsız olduğum için çok sevmesine rağmen mısır alıp yemezdi.
Gününde kötü giden şeyler olsa da eve gelince bana belli etmez, her seferinde
kapıdan içeri gülümseyerek girerdi. "Bugün nasılsın çitlembik?"
Çitlembik diyordu bana, çünkü yüreğimde taşıdıklarımın aksine bedenim küçücüktü.
Yemekle hiç aram olmamıştı olmasına ama son zamanlarda iyice gereksiz gelmeye
başlamıştı bir şeyler yemek. Hal böyle olunca da 45 kiloluk, kısacık saçlı,
çelimsiz bir oğlan çocuğu gibi kalakalmıştım.
Televizyon karşısında uyukladığımda, beni kucaklar "uykun
kaçmasın, sen uyumaya devam et" diye yatağıma götürüp usulca yatırır,
üzerimi örterdi. Uyuyamıyordum çünkü. Zor zahmet uyuduğum zamanlarda da
çığlıklarla uyanıyor, kabuslar yakamı bırakmıyordu. Gece yatmadan önce içtiğim
ilaçlar başlarda iyi gelir gibi olmuş, kısa sürede bünyem hepsine alışmıştı.
Benim için kendini paralıyordu, bunu görebiliyordum.
Muhafazakar bir ailenin 5. çocuğuydu. Yıllar önce bu yazı
tozlu, kışı buzlu bozkır Anadolu şehrine göç etmişler ama ailenin kuralları,
öncelikleri, yaşam tarzı hiç değişmemişti. Onlara göre kadın, evine,
çocuklarına, kocasına hatta kocasının ailesine bakan bir görevliden farksızdı.
Yorulmak, mutsuz olmak, ağlamak hele ki şikayet etmek kabul edilemez bir şeydi.
Erkek evine getirdiği ekmek kadar erkek, kadınsa doğurduğu çocuk kadar kadındı.
O ise ailesinden tepki görmek hatta dışlanmak pahasına onların kurallarını
çiğnemişti. Hiç çocuk doğurmamış, doğurmaya da niyeti olmayan bu kadından
hizmet beklemez, kimsenin de beklemesine izin vermezdi. O'na göre ben hiç
yorulmamalıydım.
Oysa ki ben kendimi tüm benliğimle ev temizliğine adamış
gibiydim. Kızacağını bildiğimden çoğu kez gizli gizli kendimi paralarcasına
temizlik yapıyordum. Neredeyse her gün halıları siliyor, lavaboları bulduğum
tüm deterjanları birbirine karıştırarak dakikalarca ovuyordum. İncecik kollarım
yorgunluktan titriyor, ellerimdeki açılmış yaralar sızlıyor ama aynı şeyleri
yapmak için huzursuzlukla sabahı bekliyordum. Ellerimden çamaşır suyu kokusu
çıkmıyordu, o yüzden akşamları ellerimi ondan olabildiğince uzak tutuyordum.
Tıpkı, kendimi, bedenimi ve ruhumu uzak tuttuğum gibi. Ben kadın, o erkek
olmayalı uzun zaman olmuştu. Ama o buna hiç küsmüyor, hiç kızmıyordu. Bu
evlilik “Sen ne istersen, o olacak” tekbiriyle, benim etrafımda tavaflanıp duruyordu.
Neşeli komşumun gözünde imrenmeyle merak arası bir bakış
dolaştı. Kendimle, beni çok sevdiğine inandığı kocamla, evliliğimle, hatta
kimseye söylenmeyen ev sırlarıyla ilgili konuşmamı istediği her halinden
belliydi. İlişkileri hayal kırıklıkları ile sonuçlanmış, henüz evlenmemiş ama
içindeki Yeşilçam masumluğuyla hep bir yerde Ediz Hun'unu bekleyen genç bir
kadındı. Etrafında hatta belki ailesinde gördüğü mutsuz evlilikler onu
korkutmuş, benim gibi mükemmele yakın bir kocaya sahip biriyle tanışınca içi
tekrar umut dolmuştu. O yüzden hayatımdaki her şeyi en ince ayrıntısına kadar
bilmek istiyor, hatta bazen yeni tanışıp kaynaşmış komşu samimiyetini aşacak
sorular soruyordu. Her defasında kahvemi yudumlayarak konuşmaya ara veriyor,
kibarca konuyu değiştiriyordum. Bu kez de öyle oldu. O ise sohbeti istediği
yönde gitmeyen her kadın gibi konuyu değiştirmek zorunda kaldı.
"Sen nasıl böyle incecik kalabiliyorsun Allah aşkına,
nasıl özeniyorum sana anlatamam."
"Ben yemek
yemeyi pek sevmiyorum galiba"
"Aa işte bu
cinsleri hiç anlamıyorum gerçekten. Yemek sevilmez mi? Ben yapmaya da yemeye de
bayılıyorum. Halimden de belli değil mi?"
İki eliyle yaşına
göre fazlaca sarkmış göbeğini tutup, mutfak duvarlarını çınlatacak bir kahkaha
patlattı. Ben de gülmeye başladım. Gülmek de esnemek gibi bulaşıcı olsa gerek.
Komik bulmasanız da karşınızdaki kişi tüm hücreleriyle gülüyorsa, siz de
gülüyorsunuz. O akşamüstü, beş metre karelik bir mutfağın kaldıramayacağı kadar
çok güldük. Gözlerimiz yaşarıncaya, karnımız ağrıyıncaya kadar…
"Hayat kısa güzelim, valla ben her yemeğimi son
yemeğimmiş gibi yiyorum."
Bir anda gülüşüm, boğaza takılan kılçığın yaptığı gibi
soluksuz bıraktı beni. Etrafımdaki her şey dönüyordu. Ayaklarımda yangın
çıkmıştı yine ve alevler yukarı doğru hızla ilerliyordu. Bacaklarımdan karnıma,
oradan kalbime, boğazıma...Kendimi kontrol etmeye, başka şeyler düşünmeye
çalışıyordum.
"Komşum ne oldu? İyi misin? Ay bir şey söyle,
korkutuyorsun beni, kötü bir şey mi dedim ben. Hay dilimi eşek arıları
soksun."
"Senin suçun değil" demek istedim. Ama sesim
çıkmıyordu, kaskatı olmuştum. Kendimi saklamayı becerememiştim işte. Ağlamaya
başladım. Hem de hıçkırarak, katıla katıla. Çok korkmuştu. Bir yandan beni
sakinleştirmeye çalışıyor, bir yandan özür dileyip duruyordu. Koca bir bardak
suyu neredeyse ağzıma dayadı. Bardağı elinden alıp birkaç yudum içtim. Masadaki
havlu kağıt rulosundan birkaç yaprak koparıp yüzümü, burnumu sildim. Sakinleşir
gibi olmuştum. Ama hala bir çocuk gibi iç çekiyordum.
"Bugünlerde sinirlerim biraz zayıf. Geceleri de
uyuyamıyorum. Arada böyle ağlama nöbetleri geliyor. Önemli değil, iyiyim
şimdi." dedim.
Oysa iyi değildim. Uzun süredir ben artık ben değildim.
Yüzündeki dehşetle karışmış, şaşkınlık ifadesi benim aslında sandığı ya da emin
olduğu kadar iyi vakit geçirilecek bir komşu olmadığıma karar verdiğini
gösteriyordu. Kısa bir süre sonra o da kendini toparladı. Yüzündeki şaşkınlık
yerini merhamete bırakmıştı.
“Olur böyle şeyler" dedi. "Ama içinde tutma
lütfen. Bir derdin varsa benimle paylaşabilirsin."
"Tabi” dedim. “Sana anlatmayacağım da kime
anlatacağım."
Oysaki yaşadıklarımı asla bilmeyecekti. O hayran olduğu
mükemmel kocamın, bundan dokuz ay önce, bir akşam yemeği sonrasında sudan bir
sebeple kavga çıkardığını mesela. Bağırmanın, sövmenin yetmediği yerde masadan
hışımla kalkıp "Yediğin son yemek olacak bu!" diyerek öldüresiye
attığı dayağı. Acıdan bayılmak üzereyken beni kapı dışarı ettiğini. Buz gibi
bir bozkır gecesinde, ayağımda terlik, üzerimde eşofman kalakaldığımı. Yalnız
yaşayan ve üç ay sonra rahmetli olacak komşu teyzenin beni evine aldığını, tüm
yalvarmalarına rağmen ailemi aratmadığımı bilemeyecekti. Ve yüzümdeki bereleri
makyajla kapatacak hale geldikten sonra, o
teyzeden aldığım borç para ve gelininin ödünç giysileriyle memlekete
gittiğimi...
Babamın öfkesini, annemin acısını, kardeşimin şaşkınlığını
yeni komşuma asla anlatmayacaktım. Tıpkı yaşadıklarımı tam olarak aileme
anlatmadığım gibi. Ufak bir tartışma yaşadığımızı söylemiştim, hava değişimine
geldiğimi. Ama ailem bu neşeli komşum kadar saf değildi. Olan biten her şeyi
anlamışlardı. Babamın öfkesini dindirmek çok zor olmuştu. Antlar, öfkeli
tehditler, acı dolu gözyaşları havada uçuşmuştu.
"Lütfen baba, hatırım için gitme. Konuşma hatta. Ben
halledeceğim. Ne olur bana biraz izin verin kendime geleyim. Kendimi bulmaya,
sevginizle iyileşmeye geldim ben. Giderim yoksa!" Babam ben gitmeyeyim
diye mi susmuştu, yoksa işi daha da büyütürse bana zarar vereceklerinden mi
korkmuştu bilmiyorum. Üzerime gelmedi daha fazla. Annem ise gözlerimin içine
hiç bakamadı, içli içli ağladı sadece.
Baba evinde tam yirmi üç gün kaldım. Annem, benden sonra
misafir odası yaptığı eski odamı tekrar benim için hazırladı. Yıkanıp
kolalanmaktan kaskatı olmuş ara dantelli beyaz çarşaflarda yatırdı beni.
Sabahları kaytaz börekleri yaptı benim için, akşamları zahter salatası. Misler
gibi yıkadı, saçlarımı taradı uzun uzun, çocukluğumdaki gibi. Kız kardeşim
eskiden ilk sayfasını kim okuyacak kavgası yaptığımız mizah dergilerinden
getirdi bana, kapağına bile ellemeden. Eskiden dalaşmadığımız bir günümüzün
geçmediği bu deli kız, ablasının yüreğini kaplayan bu sessiz karanlığa ışık
tutmak için kendini paraladı. Babam,
yemekten yemeğe bir araya geldiğimiz zamanlarda gözlerini benden hep
kaçırdı. Ama hemen her gece yatağıma gelip saçlarımı okşadı. Gözlerim kapalı
olsa da yüzünden süzülen gözyaşlarını görebiliyordum.
Baba ocağında kaldığım süre boyunca onlarca kitap okudum
kendi hikayemi unutmak için. Hiç sevmediğim müzikleri dinledim, sevdiklerimle
geçmişe dair bir şeyler anımsamaktan korkarak. Annemin meraklı komşularından,
babamın hırçın akrabalarından, kardeşimin feminist arkadaşlarından saklandım.
Odamdan yemek, tuvalet ve banyo ihtiyacı dışında neredeyse hiç çıkmadım.
Yaralarım çoktan iyileşmiş, vücudumdaki morluklar geçmişti.
Geriye kalan derin bir sessizlikti. İçeri kimseyi almadığım bir karanlık odaya
hapsolmuştum sanki. Ve o odadan hiç çıkmamış olan adam, bir türlü iyileşmeme
izin vermiyordu. Beni asıl hasta eden şey ondan nefret edememekti. Duyduğum
öfke ve kızgınlık bir türlü nefrete dönüşmüyordu. Uykuya dalmadan önce gözümün
önüne onunla yaşadığımız parıltılı anlar geliyordu. İçinde aşk, coşku ve
masumiyet olan kareler. Beni nasıl sevdiğini düşünüyordum, bana nasıl kıydığını
değil. Tıpkı ölen bir yakınını hep iyi taraflarıyla anımsamak gibi. Ne yazık ki
onu bir türlü öldürememiştim içimde. Bu yüzden ki kendimi aşağılık ve
karaktersiz hissediyordum.
Bana yaptığı bu korkunç şey beni günbegün derin acılara
sürüklüyordu. İnsanın en hasarlı savaşı kendiyle olanıymış. Dünyada kimsenin
zarar veremeyeceği kadar zarar verdim o yirmi üç günde arafta sıkışıp kalan
kendime. O ise bu süre boyunca beni hiç aramamış, belli ki hiç pişman olmamış,
hiç merak etmemişti. Sonrasında ise belki de tamamen gitmeliyim diye düşündüm.
Eğer bu dünyada tutkun sevgime aldığım karşılık buysa, seçtiğim adam benden
böylesine hoyratça caydıysa yaşamak ne kadar anlamlıydı? O halde ne ailemi üzmeli, ne de onunla
yaşadığım, böylesine kolay biten bir hikayenin parçası olmalıydım. Ben,
yüreğime söz geçiremeyen, cezalandırmayı, intikam almayı, bedel ödetmeyi
bilmeyen aptal ben, ancak bu dünyadan çekip gidersem belki de huzur
bulabilirdim. Ömrüm boyunca bana zarar vermiş bir adamı unutamamanın, ondan
nefret edememenin yükünü taşıyacak kadar güçlü değildim.
Hayatıma son vermeyi kafama koyup bunu nasıl yapacağımı
planlamaya başladığım gün, postacı bir mektup getirdi. Telefon ya da elektronik
posta değil, bildiğin mektup. Kağıda kalemin değdiği, zarfın yalanıp
yapıştırıldığı, üzerinde pul olan, postaneden gönderilen beyaz yorgun bir
mektup. Beni öte dünyaya geçmekten caydıran, ailemin tüm ısrarlarına hatta
gönül koymalarına rağmen tekrar yanına, evime dönmemi sağlayan, kendimle olmasa
da onunla barıştıran bir mektup. İçinde dört dizelik, acemice yazılmış bir
şiir…
"İnsanlar değişmezler", "Bozulan bir şey asla
eskisi gibi olmaz", "Sana bunları yapan bir adama nasıl
güvenirsin?" leri sırtlanıp dönmeme yol veren o mektuptan iki gün sonra
kendisi geldiğinde, ailem, benim hatırıma gururlarını artlarına alıp ona hiç
hesap sormadı. Birkaç saat kaldığı baba evimde gönülsüz hatırlaşmalar dışında
hiçbir konuşma geçmedi. Sessizce sılamdan ayrıldık. Saatler süren yol boyunca
hiç konuşmadık. Evimize girerken ürkekçe uzattığı elini tuttuğumda artık
kelimeler yerini başka bir şeye bırakmıştı. Ondan sonraki günlerde de o geceyi
hiç konuşmadık. Sanki hiç yaşanmamış gibi. Ayrı kaldığımız bir ayı hayatımızın
takviminden çıkardık. Ve herkes payına düşeni yaşadı. Muhtemelen ömür boyu da
yaşayacak.
Ben içimdeki kavgayı ne zaman bitirir, ne zaman normale
dönerim bilmiyorum. O yaşadığı vicdan azabından kurtulabilir mi? Ya da bu
takdir-e şayan mükemmel eş çabalarından bir gün vazgeçer mi? Hata yapan
insanlar hatalarıyla affedilerek yüzleşirse düzelirler mi yoksa insan bir kere
hata yaparsa açılan kapı bir daha girilmek üzere hep açık mı kalır bilmiyorum.
Bu neşeli ama artık endişeli komşum da bu cevapları, tıpkı benim gibi asla
bilemeyecek. O hep böylesine mükemmel bir erkeğin, böylesine tuhaf bir kadınla
neden evli kaldığını merak edecek. İçten içe gıpta edecek, hatta öfkelenecek. O
başka bir yere tayin olana kadar, mutfak masalarında kahvelerimizi içip, oradan
buradan konuşmaya devam edeceğiz. O beni hep temizlik hastası, titiz, az
konuşan, tuhaf bir kadın olarak anımsayacak. Bir kadın ve bir adamın hayatını
değiştiren o şiiri okumadığı için gamzeleri hiçbir zaman derin yaşlarla
dolmayacak.
hande.cigdemoglu@gmail.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder