Bir Mektup - Hande Çiğdemoğlu - Sevdalım Hayat
Bir Mektup - Hande Çiğdemoğlu

Bir Mektup - Hande Çiğdemoğlu

Paylaş

 BİR MEKTUP
"Senin gibi bir komşum olduğu için çok mutluyum.” dedi. Gülünce gamzeleri o kadar derinleşiyordu ki, ağlarken gülse gamzeleri gözyaşları ile dolacak gibiydi. “Şimdiye kadar komşuluğa pek fırsatım olmadı. Öğretmenim biliyorsun. Yoğun çalışıyorum, tatillerde de ailemin yanına gidiyorum." Ailem deyince içimde bir tele elektrik verildi sanki. Burnumun direği sızladı. Aile anne demek, baba demek, kardeş demek. Yuva, özlem, sıla demek.  Ensemi yakan sılamın güneşi ise uzakta kalmıştı artık, burada hava buz gibiydi. Annemi kokusunu ne kadar özlediğimi düşündüm. Babamın dizine yatmayı, kardeşimle odamıza çekilip gülüşmeyi. Akşam yemeklerindeki suyuna ekmek batırılan salatanın, her daim ocakta kaynayan çayların buruk tadını hatırladım. Kırgınlar mıdır bana hala diye iç geçirdim. Yeni komşum, bu kıvırcık saçlı, güleç genç kadın, muhtemelen fark etmedi içimden geçen rüzgarları. O kadar hayat doluydu ki, koca gamzeleriyle acıyı hiç tatmamış gibi gülümsüyordu .
"Hem hiç sizin gibi mutlu bir çift görmedim desem inanır mısın? Eşin ne kadar seviyor seni, gözlerinden belli. Bakmaya bile kıyamıyor neredeyse."
"Evet" dedim "Öyledir."
Öyleydi. Kokusuna dayanamıyorum diye işkembe çorbası içmeyen bir adam. Oysa çocukluğundan beri akşam yemeklerinin zorunlu vazgeçilmezi olmuştu işkembe çorbası, o olmazsa kelle-paça. Ailece işlettikleri lokantada annesi, babası ve ağabeyleri ile birlikte geç saatlere kadar çalışırlar, eve gitmeden önce akşam yemeklerini orada yerlerdi. Onun için ekmekten sudan farksız olan bu çorbalardan benim için vazgeçmişti işte. Kazak sevmiyorum diye her gün gömlek giyen, bin bir zahmet uzattığı saçlarını burun kıvırdım diye üç numaraya vurduran bir adam. İyi hissettirsin diye aşk filmlerine götürürdü beni, sesinden rahatsız olduğum için çok sevmesine rağmen mısır alıp yemezdi. Gününde kötü giden şeyler olsa da eve gelince bana belli etmez, her seferinde kapıdan içeri gülümseyerek girerdi. "Bugün nasılsın çitlembik?" Çitlembik diyordu bana, çünkü yüreğimde taşıdıklarımın aksine bedenim küçücüktü. Yemekle hiç aram olmamıştı olmasına ama son zamanlarda iyice gereksiz gelmeye başlamıştı bir şeyler yemek. Hal böyle olunca da 45 kiloluk, kısacık saçlı, çelimsiz bir oğlan çocuğu gibi kalakalmıştım.
Televizyon karşısında uyukladığımda, beni kucaklar "uykun kaçmasın, sen uyumaya devam et" diye yatağıma götürüp usulca yatırır, üzerimi örterdi. Uyuyamıyordum çünkü. Zor zahmet uyuduğum zamanlarda da çığlıklarla uyanıyor, kabuslar yakamı bırakmıyordu. Gece yatmadan önce içtiğim ilaçlar başlarda iyi gelir gibi olmuş, kısa sürede bünyem hepsine alışmıştı. Benim için kendini paralıyordu, bunu görebiliyordum.
Muhafazakar bir ailenin 5. çocuğuydu. Yıllar önce bu yazı tozlu, kışı buzlu bozkır Anadolu şehrine göç etmişler ama ailenin kuralları, öncelikleri, yaşam tarzı hiç değişmemişti. Onlara göre kadın, evine, çocuklarına, kocasına hatta kocasının ailesine bakan bir görevliden farksızdı. Yorulmak, mutsuz olmak, ağlamak hele ki şikayet etmek kabul edilemez bir şeydi. Erkek evine getirdiği ekmek kadar erkek, kadınsa doğurduğu çocuk kadar kadındı. O ise ailesinden tepki görmek hatta dışlanmak pahasına onların kurallarını çiğnemişti. Hiç çocuk doğurmamış, doğurmaya da niyeti olmayan bu kadından hizmet beklemez, kimsenin de beklemesine izin vermezdi. O'na göre ben hiç yorulmamalıydım.
Oysa ki ben kendimi tüm benliğimle ev temizliğine adamış gibiydim. Kızacağını bildiğimden çoğu kez gizli gizli kendimi paralarcasına temizlik yapıyordum. Neredeyse her gün halıları siliyor, lavaboları bulduğum tüm deterjanları birbirine karıştırarak dakikalarca ovuyordum. İncecik kollarım yorgunluktan titriyor, ellerimdeki açılmış yaralar sızlıyor ama aynı şeyleri yapmak için huzursuzlukla sabahı bekliyordum. Ellerimden çamaşır suyu kokusu çıkmıyordu, o yüzden akşamları ellerimi ondan olabildiğince uzak tutuyordum. Tıpkı, kendimi, bedenimi ve ruhumu uzak tuttuğum gibi. Ben kadın, o erkek olmayalı uzun zaman olmuştu. Ama o buna hiç küsmüyor, hiç kızmıyordu. Bu evlilik “Sen ne istersen, o olacak” tekbiriyle, benim etrafımda tavaflanıp duruyordu.
Neşeli komşumun gözünde imrenmeyle merak arası bir bakış dolaştı. Kendimle, beni çok sevdiğine inandığı kocamla, evliliğimle, hatta kimseye söylenmeyen ev sırlarıyla ilgili konuşmamı istediği her halinden belliydi. İlişkileri hayal kırıklıkları ile sonuçlanmış, henüz evlenmemiş ama içindeki Yeşilçam masumluğuyla hep bir yerde Ediz Hun'unu bekleyen genç bir kadındı. Etrafında hatta belki ailesinde gördüğü mutsuz evlilikler onu korkutmuş, benim gibi mükemmele yakın bir kocaya sahip biriyle tanışınca içi tekrar umut dolmuştu. O yüzden hayatımdaki her şeyi en ince ayrıntısına kadar bilmek istiyor, hatta bazen yeni tanışıp kaynaşmış komşu samimiyetini aşacak sorular soruyordu. Her defasında kahvemi yudumlayarak konuşmaya ara veriyor, kibarca konuyu değiştiriyordum. Bu kez de öyle oldu. O ise sohbeti istediği yönde gitmeyen her kadın gibi konuyu değiştirmek zorunda kaldı.
"Sen nasıl böyle incecik kalabiliyorsun Allah aşkına, nasıl özeniyorum sana anlatamam."
 "Ben yemek yemeyi pek sevmiyorum galiba"
 "Aa işte bu cinsleri hiç anlamıyorum gerçekten. Yemek sevilmez mi? Ben yapmaya da yemeye de bayılıyorum. Halimden de belli değil mi?"
 İki eliyle yaşına göre fazlaca sarkmış göbeğini tutup, mutfak duvarlarını çınlatacak bir kahkaha patlattı. Ben de gülmeye başladım. Gülmek de esnemek gibi bulaşıcı olsa gerek. Komik bulmasanız da karşınızdaki kişi tüm hücreleriyle gülüyorsa, siz de gülüyorsunuz. O akşamüstü, beş metre karelik bir mutfağın kaldıramayacağı kadar çok güldük. Gözlerimiz yaşarıncaya, karnımız ağrıyıncaya kadar…
"Hayat kısa güzelim, valla ben her yemeğimi son yemeğimmiş gibi yiyorum."
Bir anda gülüşüm, boğaza takılan kılçığın yaptığı gibi soluksuz bıraktı beni. Etrafımdaki her şey dönüyordu. Ayaklarımda yangın çıkmıştı yine ve alevler yukarı doğru hızla ilerliyordu. Bacaklarımdan karnıma, oradan kalbime, boğazıma...Kendimi kontrol etmeye, başka şeyler düşünmeye çalışıyordum.
"Komşum ne oldu? İyi misin? Ay bir şey söyle, korkutuyorsun beni, kötü bir şey mi dedim ben. Hay dilimi eşek arıları soksun."
"Senin suçun değil" demek istedim. Ama sesim çıkmıyordu, kaskatı olmuştum. Kendimi saklamayı becerememiştim işte. Ağlamaya başladım. Hem de hıçkırarak, katıla katıla. Çok korkmuştu. Bir yandan beni sakinleştirmeye çalışıyor, bir yandan özür dileyip duruyordu. Koca bir bardak suyu neredeyse ağzıma dayadı. Bardağı elinden alıp birkaç yudum içtim. Masadaki havlu kağıt rulosundan birkaç yaprak koparıp yüzümü, burnumu sildim. Sakinleşir gibi olmuştum. Ama hala bir çocuk gibi iç çekiyordum.
"Bugünlerde sinirlerim biraz zayıf. Geceleri de uyuyamıyorum. Arada böyle ağlama nöbetleri geliyor. Önemli değil, iyiyim şimdi." dedim.
Oysa iyi değildim. Uzun süredir ben artık ben değildim. Yüzündeki dehşetle karışmış, şaşkınlık ifadesi benim aslında sandığı ya da emin olduğu kadar iyi vakit geçirilecek bir komşu olmadığıma karar verdiğini gösteriyordu. Kısa bir süre sonra o da kendini toparladı. Yüzündeki şaşkınlık yerini merhamete bırakmıştı. 
“Olur böyle şeyler" dedi. "Ama içinde tutma lütfen. Bir derdin varsa benimle paylaşabilirsin."
"Tabi” dedim. “Sana anlatmayacağım da kime anlatacağım."
Oysaki yaşadıklarımı asla bilmeyecekti. O hayran olduğu mükemmel kocamın, bundan dokuz ay önce, bir akşam yemeği sonrasında sudan bir sebeple kavga çıkardığını mesela. Bağırmanın, sövmenin yetmediği yerde masadan hışımla kalkıp "Yediğin son yemek olacak bu!" diyerek öldüresiye attığı dayağı. Acıdan bayılmak üzereyken beni kapı dışarı ettiğini. Buz gibi bir bozkır gecesinde, ayağımda terlik, üzerimde eşofman kalakaldığımı. Yalnız yaşayan ve üç ay sonra rahmetli olacak komşu teyzenin beni evine aldığını, tüm yalvarmalarına rağmen ailemi aratmadığımı bilemeyecekti. Ve yüzümdeki bereleri makyajla kapatacak hale geldikten sonra, o     teyzeden aldığım borç para ve gelininin ödünç giysileriyle memlekete gittiğimi...
Babamın öfkesini, annemin acısını, kardeşimin şaşkınlığını yeni komşuma asla anlatmayacaktım. Tıpkı yaşadıklarımı tam olarak aileme anlatmadığım gibi. Ufak bir tartışma yaşadığımızı söylemiştim, hava değişimine geldiğimi. Ama ailem bu neşeli komşum kadar saf değildi. Olan biten her şeyi anlamışlardı. Babamın öfkesini dindirmek çok zor olmuştu. Antlar, öfkeli tehditler, acı dolu gözyaşları havada uçuşmuştu.
"Lütfen baba, hatırım için gitme. Konuşma hatta. Ben halledeceğim. Ne olur bana biraz izin verin kendime geleyim. Kendimi bulmaya, sevginizle iyileşmeye geldim ben. Giderim yoksa!" Babam ben gitmeyeyim diye mi susmuştu, yoksa işi daha da büyütürse bana zarar vereceklerinden mi korkmuştu bilmiyorum. Üzerime gelmedi daha fazla. Annem ise gözlerimin içine hiç bakamadı, içli içli ağladı sadece.
Baba evinde tam yirmi üç gün kaldım. Annem, benden sonra misafir odası yaptığı eski odamı tekrar benim için hazırladı. Yıkanıp kolalanmaktan kaskatı olmuş ara dantelli beyaz çarşaflarda yatırdı beni. Sabahları kaytaz börekleri yaptı benim için, akşamları zahter salatası. Misler gibi yıkadı, saçlarımı taradı uzun uzun, çocukluğumdaki gibi. Kız kardeşim eskiden ilk sayfasını kim okuyacak kavgası yaptığımız mizah dergilerinden getirdi bana, kapağına bile ellemeden. Eskiden dalaşmadığımız bir günümüzün geçmediği bu deli kız, ablasının yüreğini kaplayan bu sessiz karanlığa ışık tutmak için kendini paraladı. Babam,  yemekten yemeğe bir araya geldiğimiz zamanlarda gözlerini benden hep kaçırdı. Ama hemen her gece yatağıma gelip saçlarımı okşadı. Gözlerim kapalı olsa da yüzünden süzülen gözyaşlarını görebiliyordum.
Baba ocağında kaldığım süre boyunca onlarca kitap okudum kendi hikayemi unutmak için. Hiç sevmediğim müzikleri dinledim, sevdiklerimle geçmişe dair bir şeyler anımsamaktan korkarak. Annemin meraklı komşularından, babamın hırçın akrabalarından, kardeşimin feminist arkadaşlarından saklandım. Odamdan yemek, tuvalet ve banyo ihtiyacı dışında neredeyse hiç çıkmadım.
Yaralarım çoktan iyileşmiş, vücudumdaki morluklar geçmişti. Geriye kalan derin bir sessizlikti. İçeri kimseyi almadığım bir karanlık odaya hapsolmuştum sanki. Ve o odadan hiç çıkmamış olan adam, bir türlü iyileşmeme izin vermiyordu. Beni asıl hasta eden şey ondan nefret edememekti. Duyduğum öfke ve kızgınlık bir türlü nefrete dönüşmüyordu. Uykuya dalmadan önce gözümün önüne onunla yaşadığımız parıltılı anlar geliyordu. İçinde aşk, coşku ve masumiyet olan kareler. Beni nasıl sevdiğini düşünüyordum, bana nasıl kıydığını değil. Tıpkı ölen bir yakınını hep iyi taraflarıyla anımsamak gibi. Ne yazık ki onu bir türlü öldürememiştim içimde. Bu yüzden ki kendimi aşağılık ve karaktersiz hissediyordum.
Bana yaptığı bu korkunç şey beni günbegün derin acılara sürüklüyordu. İnsanın en hasarlı savaşı kendiyle olanıymış. Dünyada kimsenin zarar veremeyeceği kadar zarar verdim o yirmi üç günde arafta sıkışıp kalan kendime. O ise bu süre boyunca beni hiç aramamış, belli ki hiç pişman olmamış, hiç merak etmemişti. Sonrasında ise belki de tamamen gitmeliyim diye düşündüm. Eğer bu dünyada tutkun sevgime aldığım karşılık buysa, seçtiğim adam benden böylesine hoyratça caydıysa yaşamak ne kadar anlamlıydı?  O halde ne ailemi üzmeli, ne de onunla yaşadığım, böylesine kolay biten bir hikayenin parçası olmalıydım. Ben, yüreğime söz geçiremeyen, cezalandırmayı, intikam almayı, bedel ödetmeyi bilmeyen aptal ben, ancak bu dünyadan çekip gidersem belki de huzur bulabilirdim. Ömrüm boyunca bana zarar vermiş bir adamı unutamamanın, ondan nefret edememenin yükünü taşıyacak kadar güçlü değildim.
Hayatıma son vermeyi kafama koyup bunu nasıl yapacağımı planlamaya başladığım gün, postacı bir mektup getirdi. Telefon ya da elektronik posta değil, bildiğin mektup. Kağıda kalemin değdiği, zarfın yalanıp yapıştırıldığı, üzerinde pul olan, postaneden gönderilen beyaz yorgun bir mektup. Beni öte dünyaya geçmekten caydıran, ailemin tüm ısrarlarına hatta gönül koymalarına rağmen tekrar yanına, evime dönmemi sağlayan, kendimle olmasa da onunla barıştıran bir mektup. İçinde dört dizelik, acemice yazılmış bir şiir…
"İnsanlar değişmezler", "Bozulan bir şey asla eskisi gibi olmaz", "Sana bunları yapan bir adama nasıl güvenirsin?" leri sırtlanıp dönmeme yol veren o mektuptan iki gün sonra kendisi geldiğinde, ailem, benim hatırıma gururlarını artlarına alıp ona hiç hesap sormadı. Birkaç saat kaldığı baba evimde gönülsüz hatırlaşmalar dışında hiçbir konuşma geçmedi. Sessizce sılamdan ayrıldık. Saatler süren yol boyunca hiç konuşmadık. Evimize girerken ürkekçe uzattığı elini tuttuğumda artık kelimeler yerini başka bir şeye bırakmıştı. Ondan sonraki günlerde de o geceyi hiç konuşmadık. Sanki hiç yaşanmamış gibi. Ayrı kaldığımız bir ayı hayatımızın takviminden çıkardık. Ve herkes payına düşeni yaşadı. Muhtemelen ömür boyu da yaşayacak.
Ben içimdeki kavgayı ne zaman bitirir, ne zaman normale dönerim bilmiyorum. O yaşadığı vicdan azabından kurtulabilir mi? Ya da bu takdir-e şayan mükemmel eş çabalarından bir gün vazgeçer mi? Hata yapan insanlar hatalarıyla affedilerek yüzleşirse düzelirler mi yoksa insan bir kere hata yaparsa açılan kapı bir daha girilmek üzere hep açık mı kalır bilmiyorum. Bu neşeli ama artık endişeli komşum da bu cevapları, tıpkı benim gibi asla bilemeyecek. O hep böylesine mükemmel bir erkeğin, böylesine tuhaf bir kadınla neden evli kaldığını merak edecek. İçten içe gıpta edecek, hatta öfkelenecek. O başka bir yere tayin olana kadar, mutfak masalarında kahvelerimizi içip, oradan buradan konuşmaya devam edeceğiz. O beni hep temizlik hastası, titiz, az konuşan, tuhaf bir kadın olarak anımsayacak. Bir kadın ve bir adamın hayatını değiştiren o şiiri okumadığı için gamzeleri hiçbir zaman derin yaşlarla dolmayacak.
Hande Çiğdemoğlu
hande.cigdemoglu@gmail.com


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder