Erol'un Gözleri - Hande Çiğdemoğlu - Sevdalım Hayat
Erol'un Gözleri - Hande Çiğdemoğlu

Erol'un Gözleri - Hande Çiğdemoğlu

Paylaş

Erol’un Gözleri
Dolmuş durağında el ele oturuyoruz. Güneş, asfaltı ısıtmaya, yol kenarındaki otları sarartmaya başlamış bile. Gözlerimi kısıp, yola bakıyorum. Bu geçen üçüncü dolmuş. İçindeki insanlar, akvaryum camına yapışmış vantuz balıklarına benziyorlar. Bıkkın, öfkeli ve çirkin balıklar. Şoförler durağa girip kapıyı açıyor ama ben kendimi sığdıracak, ter kokusuz, el-kol değmesiz bir yer bulamıyorum. Başımla binmeyeceğimi işaret ediyorum. Kızgın bakışlarından ürküyorum her seferinde. Biraz daha bekleyip, öyle bakmaya devam etseler binivereceğim. Neyse ki aceleyle gaza basıp gidiyorlar. Erol her seferinde heyecanlanıyor. Elimi bırakmadan hop oturup hop kalkıyor. Minibüsler hızla durağı terk ederken, o gözleri kapalı arkalarında bıraktıkları siyah egzoz dumanını içine çekip gülümsüyor. Sonra, beni ilk kez görmüş gibi yüzüme bakıyor, daha çok gülümsüyor.

"Beni parka götüreceksin değil mi?"

"Götüreceğim." diyorum.

"Sırtında ama."

"Peki sırtımda."

Kıkırdayarak gülüyor. Kocaman, ucu tırtıklı sarı dişlerine bakamasam da, gözlerine bakıyorum. Yeşil perdeli bir pencerenin arkasına gizlenmiş onlarca meraklı çocuğun bakışlarıyla kalabalıklaşıyoruz durakta. Gözlerini kısmadığı zamanlarda bile görünen kırışıklıklarına, boyuna posuna bakınca koca adam aslında ama beş yaşındaki bir çocuk gibi davranıyor. “İşe gitmem lazım.” diyorum. “Artık elimi bırakmalısın."

“Beni parka götüreceksin değil mi?" diyor yine.

Zaten başka laf bilmez. Bazen teyze, bazen de abla der. Hâlbuki ben daha on sekizime girmedim, “küçüğüm senden” diyecek oluyorum vazgeçiyorum.

"Sırtında ama."

 "Tamam sırtımda."

Bugün işe gitmesem ne olur sanki. Sadece bugün mü? Hiç gitmesem mesela. Ya da hiç olmazsa bir günlüğüne kasada otursam. Sadece makarna poşetlerini, suyu akmış peynir kutularını, tartılmış karpuzları dit diit geçirsem, para üstü versem. Ama amca kasaya koymuyor beni, ya depoyu düzenletiyor, ya rafları dizdiriyor. Herkes ona "amca" diyor, neden böyle dedirtiyor kendine bilmem.

Markette sekiz kişiyiz. Çoğumuz kız.  Kimi benim gibi liseden terk, kimi onu bile okumamış. Hepimizin de başı örtülü. Amca işe gelirken mutlaka marketin isminin yazdığı kırmızı tişörtü giymemizi, onu da pantolonumuzun içine sokmamızı istiyor. Pantolonum çok dar hiç rahat edemiyorum. Zaten market çok sıcak, bunalıyorum. Klimayı sadece işten eve dönerken alışveriş yapacak olan kalabalık için akşamüstü açar amca. Kendisi genelde üst kattaki odasında oturur. Sık sık aşağı iner, marketi dolaşır. Hep bir şeyler ister ama tatlı tatlı konuşur. Sonunda mutlaka "gülüm" der. Müşterilerle daha güzel konuşur. İki elini önünde bağlar, hafif öne eğilir aralarında gezer. “Hoş geldin Memet Abim, nasıl çıktı geçen günkü karpuz? Bal gibi de mi? Dediydim ben sana.” “Oo Neriman Hanımcım, bugün yine pek şıksınız. Maşşallah. Çok güzel kasap köftem var, ayırdım size de, çocuklara söyleyim hazırlasınlar hemencik.”

Burayı hiç sevmiyorum. Kasap reyonundan yükselen çiğ et kokusu, depoda kutuların arasında gezen hamam böcekleri, yapış yapış olmuş yerleri silmek için kenarda bekleyen siyah paspas suyundan iğreniyorum. Sabahtan akşama kadar çalan bu oynak müzik, kendi aralarında kıkırdayan kızlar, bir yandan meyvelerin üstüne konmuş sinekleri kovalayıp diğer yandan cep telefonuyla oynayan oğlanlar, yanımdan geçerken çarpıp sanki olmayan bir şeye, bir hayalete dokunmuş gibi şaşkın, sonra da kızgın bir şekilde yüzüme bakan müşteriler, her şey, herkes midemi bulandırıyor. Ama en çok da amca!

Babamın zoru olmasa burada bir dakika durmam. Memleketteki köyden hemşehrisiymiş, rica minnet iş kapısı açmış bize, daha ne istiyormuşum, hem okuyup ne olacakmışım, en makbulü genç yaşta para kazanmakmış. Sanki elime para geçiyor. Amcanın verdiği haftalığı olduğu gibi babama veriyorum. Benden büyükler sigortaları yatsın diye amcanın gözüne girmeye çalışıyor ama benim zaten yaşım tutmuyormuş gerek yokmuş. Babam amcayı anlata anlata bitiremez. Köyden gelip de hem böyle market zinciri açmış, hem de inşaatçılığa başlamış kaç tane adam var der. "Akıllı adam, çalışkan. Olabildiğince yanaşalım, belki bize de faydası dokunur. Bak kızı nasıl da işe aldı, sağ olsun." Her akşam, ayağını altına aldığı divanda, bir gözü televizyonda, çekirdeğini çitlerken sıkı sıkı tembihler beni. "Anladın mı neymiş?" Gönülsüzce kafamı sallarım. "Saygıda kusur etmeyeceğim, amca ne derse yapacağım."

Dolmuş geliyor, artık buna binmeliyim. Yoksa hepten geç kalacağım. Erol'u bırakmak istemiyorum. Nasırlı, sert elleriyle benimkilere sıkı sıkı tutunmuş. Önümüzden geçen her taşıtı coşkuyla izliyor. En çok da motosikletleri seviyor. Motorun pata pata sesini duydu mu, elimi daha da sıkıyor. Gözleri daha da yeşilleniyor sanki, göğsü hızla inip kalkıyor. "Beni götürsün, arkasına alsın parka götürsün." diyor. Bir şeyler söylüyorum. Bana bakıyor ama aramızda, onun astığı, üzerinde çocuk parkı olan bir resim çerçevesi var sanki. Ben konuşuyorum o parkı seyrediyor.

Onu, bir kaç hafta önce, işe başladığım gün bu durakta gördüm ilk kez. Hiç çekinmeden yanıma oturmuş, yüzüme uzun uzun bakmıştı. Sonra konuşmaya başladı başlamasına ama şimdiye dek ağzından “parka gidelim” den başka cümle çıkmadı. Sabahtan akşama burada mı oturur, geceleri nereye gider bilmiyorum. Bir evi, bir annesi vardır herhalde. Tertemiz giysilerinden, cırt cırtları açılıp duran sandaletlerinden görünen tırnakları kesilmiş ayaklarından, kimi şapkasının altından görünen traşlı saçlarından belli. Ama kimse yanına yaklaşmaz. Hatta ondan bahsettiğimde marketteki kızlar, "Aman uzak dur haa, deli o deli!" demişlerdi. Oysa Erol, durakta oturur arabaları seyreder. Bir kaç kişi de parkta görmüş. Annelerin çocuklarını kapıp kaçırdığı, gülümseyerek kendilerine yaklaştığını gören yetişkinlerin ise aldırmadan geçip gittiği bir garip işte. Kime ne zararı olabilir?

Ben korkmuyorum ondan, korkacak ne var? Koca adam gibi görünen bir çocuk sadece.  Küçükken mahalledeki haylazların siyah, uğursuz diye kuyruğunu kestikleri, bir gözü kör bir kedim vardı. Onu sevdiğim gibi seviyorum Erol’u. Kedime de bu ismi takmıştım. Neden bilmem, Erol ismini çok seviyorum.

"Ben gidiyorum artık, yarın görüşürüz. Hoşça kal." diyorum. Elimi isteksizce bırakıyor. Gözlerinden nemli bir bulut geçiyor. "Ama parka götüreceksin değil mi?" diyor. "Götüreceğim, hem de sırtımda."

Dolmuşa biniyorum. Aksayan ayağını diğerinin peşine takıp, koşuyor biraz. Gözden kaybolana kadar el sallıyorum. Dolmuşta, yol boyu düşünüyorum Erol'u. Hep mi böyleydi, yoksa sonradan bir kaza falan mı oldu? Onun için endişeleniyorum. Ya başına bir şey gelirse, ya bir arabanın altında kalırsa, ya park park gezeceğim derken kaybolursa. Kimi kimsesi yok mu, neden yalnız bırakıyorlar onu, kızıyorum. Bazen de kendimi düşünüyorum. Benim durumum daha vahim. Bir tanıdık görüp babama deyiverse, kızını elin adamıyla el ele gördük durakta diye, meczup falan demez ikimizin de bacaklarını kırar. Ama umursamıyorum, Erol’u bırakmam.

Markete geldiğimde önce amcayı görüyorum. Kapıda, meşrubat kasalarının üstüne oturmuş. Seyrelmiş saçlarını, sigaradan sararmış parmaklarıyla düzeltiyor. Dirseklerine gelen kısa kollu kareli gömleğinin bir düğmesi açılmış. Göğsünden fışkıran simsiyah kılları, babaannemin mezarındaki çürümüş sarmaşık otlarına benziyor. Tıslayan sesiyle "Geç kaldın bugün gülüm." diyor. "Bak çok iş var, olmaz böyle." İçi lağım dolu bir kuyuya benzeyen siyah gözlerine bakmadan, "Kusura bakma amca, dolmuş gelmedi de" diyorum.

"Neyse canın sağ olsun senin, ama bir daha olmasın, emi gülüm?” derken, omzumu kavrıyor. “Hadi geç depoya, gece bisküvi kutuları geldi, onları güzelce yerleştir bakayım."

Omuz başlarım, sanki bir kerpetenle sıkışmış gibi acıyor. Sesimi çıkarmıyorum. Pisliğinden emin olduğum iri parmaklarını üzerimde hissetmek hiç hoşuma gitmiyor. Hızlıca içeri giriyorum. Kimseyle konuşacak halim yok, kızlara “Günaydın” bile demiyorum. Arkamdan fısıldaştıklarını duyuyorum. "Bu da ne kendini beğenmiş şey. Gıcık."

Öğle yemeğinden önce kutuları dizersem, öğleden sonra belki yukarıya çıkabilirim diye aceleyle işe koyuluyorum. Depo ıslak el bezi gibi kokuyor. Dirseğimle kirli lambaların düğmesini açıyorum. Lambaların birçoğu yanmıyor, biri de yanıp sönüyor, patladı patlayacak. Aldırmıyorum. Çok aydınlık olunca daha çok böcek gözüme çarpıyor, böyle daha iyi. Başımdaki örtüyü çıkarıp, duvardaki çivinin birine asıyorum. Hiç alışamadım başımı kapatmaya, bunalıyorum. Beceremiyorum da zaten, başörtü mutlaka bir yana kayıyor. "Babanın biraz gönlünü yaparsan belki okulu dışarıdan bitirmene izin verir." demişti annem. Ben de babam ne dese yapıyorum. Başımı kapattım, işe başladım, arkadaşlarım okulda zaten, kimseyle görüştüğüm de yok. Piyaz yapmayı öğrendim, akşam kahvesinin köpüğünü bile tutturuyorum artık. Biraz dişimi sıkmam lazım. Okulu dışardan bitirip, sınavda iyi de bir puan alırsam ısrar edecek yüzüm olur. "Okuyup doktor olacağım baba.” derim. Psikolog desem anlamaz, doktor derim. “Çok para kazanırım. Size misler gibi bakarım." Böyle deyince razı olur mutlaka. İçim biraz umut doluyor.  Geçen akşam, ağabeyimin televizyonda izlediği film gözümün önüne geliyor. Rocky Balboa nasıl da yağmur çamur demeden koşuyor, çalışıyor, sabrediyor sonunda şampiyon oluyordu. Kendi kendime gülüyorum, ben de Rocky'im diyorum. Nasıldı müziği, "dın dındın dıııın." Kapının ağzına dizilmiş kutuları, iki iki alıp köşedeki raflara dizmeye başlıyorum. Bu hızla gidersem öğleden önce işim biter.

Arkamı döndüğümde amcanın karanlık varlığı ile irkiliyorum. Hiç duymadım ne ara geldi bu adam?

"Ne güzel sesin varmış, ne söylüyorsun gülüm?" diyor. Utanıyorum. "Hiiç." diyorum.

"Başörtünü çıkarmışsın."

"Hıı, çok sıcak oldu da, takayım hemen."

Örtümü astığım tarafa yöneliyorum ama önümü kesiyor, geçemiyorum.

"Zararı yok, saçların da pek güzelmiş."

Biraz daha yaklaşıyor bana. Sigarayla karışmış ter kokusunu duyuyorum. Kalbim hızla atmaya başlıyor, soluğum kesiliyor gibi hissediyorum. Bir kolunu duvara dayamış, diğer eliyle pervasızca saçlarıma dokunuyor. Sıkıştığım üçgenden kurtulmak için başımla beraber, vücudumu öne eğiyorum. Bulduğum boşluktan kaçmayı planlarken, o "Ne tatlı kızsın sen yahu." diye biraz daha yaklaşıyor. Elleri saçlarımdan göğüslerime iniyor. Sıkıştığımı hissediyorum. "Amca ne yapıyorsun?" diyorum ama sesimi ben bile duymuyorum.

Birden sevecen görünen yüzüne siyah, simsiyah bir gölge iniyor. Hızla alıp verdiği nefesi yüzüme vurdukça soluğum kesiliyor. Gözleri bir başka bakıyor amcanın. Kötü, vahşi bir hayvana benziyor.  Bir anda kolumu sıkıca tutup çekiştiriyor. "Gel bakayım şuraya." Korkudan bayılacak gibiyim. Bileğimi ondan kurtarmaya çalışıyorum. Hızla yerdeki kolilerin üzerine fırlatıyor beni, düşüyorum.

"Bırak amca bırak, gideceğim."

Bu sefer daha çok çıkıyor sesim. Bir eliyle de ağzımı kapatıyor.

"Sesini çıkarma."

Ağır bedenini üstümde hissediyorum. Bir eliyle pantolonumu çıkarmaya çalışıyor, diğer eli altında kaybolan ağzım ve burnum öyle sıkışmış ki nefes alamıyorum. Alamayayım, almayayım zaten diyorum. Fenalık yapacak besbelli. Bunu yaşamaktansa ölmek daha iyi! Düşerken dudağım patlamış, ağzımın içi kan dolu. Kendi kanımın keskin tadı, yerdeki kolilerin ıslak kokusu, kalçamda hissettiğim o iğrenç sertlik, üstümde büyüyen ağırlık hepsi birden karışıyor. Zihnim bulanıyor, başım dönüyor. Hani babam bir kez lunaparka götürmüştü de, gondol muydu neydi adı ona bindirmişti. Midem ağzımdan, aklım başımdan çıkacak sanmıştım. Aklıma Erol geliyor. Canım Erol. Keşke onu bir kere bile olsa parka götürebilseydim. Onu salıncakta sallardım, ben kaydıraktan kayardım. Kağıt helva alırdık. İsterse dondurma. Hatta kağıt helvanın içine dondurma koydururuz. En sevdiğim. Isırdın mı dişlerin donar, damağın buz gibi olur. Burası çok sıcak. Ne güzel olurdu buz gibi dondurma. Gözlerim kararıyor. Burada ölmeliyim. Şimdi buracıkta, hemen, bir an önce! Kirli bedenimi toprağa gömmeliler, başka türlü yaşayamam. Hayal meyal bir ses duyuyorum. Arif Abi'nin sesi bu. "Amcaaa, aşağıda mısın? Sigaracı geldi, fatura mı neym kesecekmiş. Bak biii." Bir yandan da ayak sesleri.

Amca koca bedenini, hışımla üstümden kaldırıyor. "Ejjdadınızı sikeym." Homurdanarak üstünü başını topluyor. Başımı yerden kaldırmıyorum. "Geliyorum ulan bekle az." diye yukarıya sesleniyor. Sonra bana eğiliyor, büzülüyorum. Çenemden tutup, dudaklarımı sıkıyor.

"Kimseye tek laf etmeyeceksin. Tek-laf! Anladın mı beni."

Başımı sallıyorum. Aynı babama salladığım gibi. Elleri kan oluyor. Okkalı bir küfür daha savurup, elini gömleğinin içiyle siliyor. Hızla merdivenleri çıkıyor. Bir süre kıpırdayamıyorum yerimden. Nerede olduğumu anlamaya çalışıyorum. Ne olduğunu, ne olmadığını, ne olabileceğinden kurtulduğumu düşününce midem ağzıma geliyor. Kutuların üstüne kusuyorum. İçimde kalan son safraya kadar, öğüre öğüre kusuyorum. Sonra aceleyle çiviye astığım başörtümü alıp ağzımı siliyorum. Pantolonumun düğmesi kopmuş, saçlarım dağılmış, ter içindeyim. Aldırmadan, baş örtümü bir kenara atıp, deponun arkasındaki kapıdan kaçıyorum.

Sokağa çıktığımda gözlerim kamaşıyor. Güneş her zamankinden farksız ışıyor. Etrafın bu kadar parlak olması sinirlerimi bozuyor. Allah az önce yaşananları görmemiş olabilir mi ki bu güneş böyle parlamaya, bulutlar şekillenmeye, kuşlar ötmeye devam ediyor. Hiçbir şey olmamış gibi…

Öfkenin ve küskünlüğün verdiği güçle, marketten epey uzaklaşana kadar koşuyorum. Nefesim kesilince, kaldırımın ısınmış, tozlu sıcağının üzerine yığılıveriyorum. Önümden arabalar, kamyonetler, minibüsler geçiyor içinde insanlar, karşıdaki evin balkonundan bir kadın halı silkeliyor, yerde karıncalar tek sıra halinde ve aceleyle sırtlarında bir şey taşıyorlar, bir kedi ilerideki ağacın gövdesinde tırnaklarını biliyor. Dünya kendi bildiği düzende akıp duruyor. Gözlerim bir şey görmesin istiyorum. Ellerimle yüzümü kapayıp, yüzümü de kendime çektiğim dizlerime dayıyorum. Gondoldayken de yapmıştım işe yaramamıştı. Hiçbir şey görmüyorum ama her yer durmamacasına dönüyor. Tok bir sesle irkiliyorum.

"Kızım iyi misin?"

Bisikletini yere devirip, bana doğru eğilmiş yaşlı adamı görünce istemsiz bir adım geriye çekiyorum kendimi.

"Korkma yavrum, neyin var hasta mısın?"

Sonra bir kadın çocuğunun elini bırakıp yanıma çöküyor.

"Güzelim ne oldu, iyi misin bak yüzüme bak bakayım." diyor.

Başımdaki kalabalık çoğalıyor.  Takım elbiseli bir adam, "Polisi arayalım, iyi değil bu çocuk." diyor. Telaşlı bir teyze "Eyvahlar olsun, başına bir fenalık gelmiş olmasın." derken pazar çantasından çıkardığı suyu ağzıma dayıyor. Suyu içip, hızlıca kalkıyorum. Kimseye bir şey söylemeden, utanarak, telaşla kaçıyorum oradan.

Yürüyorum, nerelerden nasıl geçtiğimi, ne yapacağımı bilmeden, yaşadıklarımı düşünmemeye çalışarak sadece yürüyorum. Arada burnuma amcanın kirli kokusu geliyor, bir ağaç altında öğürüp yola devam ediyorum. Kusunca zihnim açılıyor, düşünmeye başlıyorum. Eve gidemem, gitsem ne diyeceğim? Bana kimse inanmaz, üstüne üstlük suçlarlar. Hem babamın canını sıkacak bir şey söylemek demek, kayıtlarına bir hafta kalmış okula başvuramam demek. Artık markete de gidemem. O iğrenç yaratığın değil ekmeğini yemek, aynı yerdeki havayı bile solumak istemiyorum. Hem, ya gene bir şey yapmaya kalkarsa! Soluk alamıyorum. Ayaklarımı sürükleye sürükleye yürüyorum.

Havanın kararmaya başladığını fark ettiğimde kendimi sabahları gittiğim durakta buluyorum. Demek buraya kadar gelmişim. Sağa sola bakınıyorum Erol yok. Belki evine gitmiştir, belki de parktadır. Ben ne yapacağım, nereye gideceğim? İlk kez ağlamak geliyor aklıma. Sıkışan vanası onarılmış bir musluktan akan tazyikli su gibi, akıyor gözyaşlarım. Sağa sola bakıyorum. Nasılsa kimseler yok. Bağıra bağıra ağlıyorum. Terli çıplak kollarımla burnumu siliyorum, gözyaşlarım durmak bilmiyor.

Ani bir fren sesi, hıçkırığımı bıçak gibi kesiyor. Bordosu solmuş, eski bir arabanın kapısı açılıyor. İçinden birini itiyorlar telaşla, çuval gibi sanki. Kapı hızla kapanıp, araba çabucak uzaklaşıyor. Telaşla yerimden fırlıyorum. Erol bu! Yerden kaldırmaya çalışıyorum. Nasıl da ağır. Yüzü gözü bere içinde, pantolonu kan olmuş. "Erol Erol!" diye sarsıyorum. Zorla araladığı gözlerinden acılı bir yeşille bakıyor.

"Ne oldu sana? Erol! Ne olduu!" Yavaşça doğruluyor. Güç bela durağın bankına çekmeye çalışıyorum, canı yanıyor belli. Zorla oturtuyorum. Titreyen kolunu yavaşça uzatıp elimi tutarken, başını çevirip, gölgeli gözleriyle yüzüme bakıyor.

"Beni parka götüreceksin değil mi?"

"Götüreceğim."

"Sırtında ama."

"Peki, sırtımda."

Dolmuş durağında el ele oturuyoruz. Güneş çekilmeye, gün kararmaya başlamış bile.

Hande Çiğdemoğlu
hande.cigdemoglu@gmail.com                                                                                                              

1 yorum:

  1. Çok etkileyici bir öykü.Bir solukta okudum. Emeğine sağlik Hande...

    YanıtlaSil