Erol’un Gözleri
Dolmuş durağında el ele oturuyoruz. Güneş, asfaltı ısıtmaya, yol
kenarındaki otları sarartmaya başlamış bile. Gözlerimi kısıp, yola bakıyorum.
Bu geçen üçüncü dolmuş. İçindeki insanlar, akvaryum camına yapışmış vantuz
balıklarına benziyorlar. Bıkkın, öfkeli ve çirkin balıklar. Şoförler durağa
girip kapıyı açıyor ama ben kendimi sığdıracak, ter kokusuz, el-kol değmesiz
bir yer bulamıyorum. Başımla binmeyeceğimi işaret ediyorum. Kızgın bakışlarından
ürküyorum her seferinde. Biraz daha bekleyip, öyle bakmaya devam etseler
binivereceğim. Neyse ki aceleyle gaza basıp gidiyorlar. Erol her seferinde
heyecanlanıyor. Elimi bırakmadan hop oturup hop kalkıyor. Minibüsler hızla
durağı terk ederken, o gözleri kapalı arkalarında bıraktıkları siyah egzoz
dumanını içine çekip gülümsüyor. Sonra, beni ilk kez görmüş gibi yüzüme
bakıyor, daha çok gülümsüyor.
"Beni parka götüreceksin değil mi?"
"Götüreceğim." diyorum.
"Sırtında ama."
"Peki sırtımda."
Kıkırdayarak gülüyor. Kocaman,
ucu tırtıklı sarı dişlerine bakamasam da, gözlerine bakıyorum. Yeşil perdeli
bir pencerenin arkasına gizlenmiş onlarca meraklı çocuğun bakışlarıyla
kalabalıklaşıyoruz durakta. Gözlerini kısmadığı zamanlarda bile görünen
kırışıklıklarına, boyuna posuna bakınca koca adam aslında ama beş yaşındaki bir
çocuk gibi davranıyor. “İşe gitmem lazım.” diyorum. “Artık elimi
bırakmalısın."
“Beni parka götüreceksin değil mi?" diyor yine.
Zaten başka laf bilmez. Bazen teyze, bazen de abla der. Hâlbuki ben daha on
sekizime girmedim, “küçüğüm senden” diyecek oluyorum vazgeçiyorum.
"Sırtında ama."
"Tamam sırtımda."
Bugün işe gitmesem ne olur sanki. Sadece bugün mü? Hiç gitmesem mesela. Ya da hiç
olmazsa bir günlüğüne kasada otursam. Sadece makarna poşetlerini, suyu akmış
peynir kutularını, tartılmış karpuzları dit diit geçirsem, para üstü versem.
Ama amca kasaya koymuyor beni, ya depoyu düzenletiyor, ya rafları dizdiriyor.
Herkes ona "amca" diyor, neden böyle dedirtiyor kendine bilmem.
Markette sekiz kişiyiz. Çoğumuz kız.
Kimi benim gibi liseden terk, kimi onu bile okumamış. Hepimizin de başı
örtülü. Amca işe gelirken mutlaka marketin isminin yazdığı kırmızı tişörtü
giymemizi, onu da pantolonumuzun içine sokmamızı istiyor. Pantolonum çok dar
hiç rahat edemiyorum. Zaten market çok sıcak, bunalıyorum. Klimayı sadece işten
eve dönerken alışveriş yapacak olan kalabalık için akşamüstü açar amca. Kendisi
genelde üst kattaki odasında oturur. Sık sık aşağı iner, marketi dolaşır. Hep
bir şeyler ister ama tatlı tatlı konuşur. Sonunda mutlaka "gülüm"
der. Müşterilerle daha güzel konuşur. İki elini önünde bağlar, hafif öne eğilir
aralarında gezer. “Hoş geldin Memet Abim, nasıl çıktı geçen günkü karpuz? Bal
gibi de mi? Dediydim ben sana.” “Oo Neriman Hanımcım, bugün yine pek şıksınız. Maşşallah.
Çok güzel kasap köftem var, ayırdım size de, çocuklara söyleyim hazırlasınlar
hemencik.”
Burayı hiç sevmiyorum. Kasap reyonundan yükselen çiğ et kokusu, depoda
kutuların arasında gezen hamam böcekleri, yapış yapış olmuş yerleri silmek için
kenarda bekleyen siyah paspas suyundan iğreniyorum. Sabahtan akşama kadar çalan
bu oynak müzik, kendi aralarında kıkırdayan kızlar, bir yandan meyvelerin
üstüne konmuş sinekleri kovalayıp diğer yandan cep telefonuyla oynayan
oğlanlar, yanımdan geçerken çarpıp sanki olmayan bir şeye, bir hayalete dokunmuş
gibi şaşkın, sonra da kızgın bir şekilde yüzüme bakan müşteriler, her şey,
herkes midemi bulandırıyor. Ama en çok da amca!
Babamın zoru olmasa burada bir dakika durmam. Memleketteki köyden hemşehrisiymiş,
rica minnet iş kapısı açmış bize, daha ne istiyormuşum, hem okuyup ne
olacakmışım, en makbulü genç yaşta para kazanmakmış. Sanki elime para geçiyor.
Amcanın verdiği haftalığı olduğu gibi babama veriyorum. Benden büyükler
sigortaları yatsın diye amcanın gözüne girmeye çalışıyor ama benim zaten yaşım
tutmuyormuş gerek yokmuş. Babam amcayı anlata anlata bitiremez. Köyden gelip de
hem böyle market zinciri açmış, hem de inşaatçılığa başlamış kaç tane adam var
der. "Akıllı adam, çalışkan. Olabildiğince yanaşalım, belki bize de
faydası dokunur. Bak kızı nasıl da işe aldı, sağ olsun." Her akşam,
ayağını altına aldığı divanda, bir gözü televizyonda, çekirdeğini çitlerken
sıkı sıkı tembihler beni. "Anladın mı neymiş?" Gönülsüzce kafamı
sallarım. "Saygıda kusur etmeyeceğim, amca ne derse yapacağım."
Dolmuş geliyor, artık buna binmeliyim. Yoksa hepten geç kalacağım. Erol'u
bırakmak istemiyorum. Nasırlı, sert elleriyle benimkilere sıkı sıkı tutunmuş.
Önümüzden geçen her taşıtı coşkuyla izliyor. En çok da motosikletleri seviyor.
Motorun pata pata sesini duydu mu, elimi daha da sıkıyor. Gözleri daha da
yeşilleniyor sanki, göğsü hızla inip kalkıyor. "Beni götürsün, arkasına
alsın parka götürsün." diyor. Bir şeyler söylüyorum. Bana bakıyor ama
aramızda, onun astığı, üzerinde çocuk parkı olan bir resim çerçevesi var sanki.
Ben konuşuyorum o parkı seyrediyor.
Onu, bir kaç hafta önce, işe başladığım gün bu durakta gördüm ilk kez. Hiç
çekinmeden yanıma oturmuş, yüzüme uzun uzun bakmıştı. Sonra konuşmaya başladı
başlamasına ama şimdiye dek ağzından “parka gidelim” den başka cümle çıkmadı.
Sabahtan akşama burada mı oturur, geceleri nereye gider bilmiyorum. Bir evi,
bir annesi vardır herhalde. Tertemiz giysilerinden, cırt cırtları açılıp duran
sandaletlerinden görünen tırnakları kesilmiş ayaklarından, kimi şapkasının
altından görünen traşlı saçlarından belli. Ama kimse yanına yaklaşmaz. Hatta
ondan bahsettiğimde marketteki kızlar, "Aman uzak dur haa, deli o
deli!" demişlerdi. Oysa Erol, durakta oturur arabaları seyreder. Bir kaç
kişi de parkta görmüş. Annelerin çocuklarını kapıp kaçırdığı, gülümseyerek
kendilerine yaklaştığını gören yetişkinlerin ise aldırmadan geçip gittiği bir
garip işte. Kime ne zararı olabilir?
Ben korkmuyorum ondan, korkacak ne var? Koca adam gibi görünen bir çocuk
sadece. Küçükken mahalledeki haylazların
siyah, uğursuz diye kuyruğunu kestikleri, bir gözü kör bir kedim vardı. Onu
sevdiğim gibi seviyorum Erol’u. Kedime de bu ismi takmıştım. Neden bilmem, Erol
ismini çok seviyorum.
"Ben gidiyorum artık, yarın görüşürüz. Hoşça kal." diyorum. Elimi
isteksizce bırakıyor. Gözlerinden nemli bir bulut geçiyor. "Ama parka
götüreceksin değil mi?" diyor. "Götüreceğim, hem de sırtımda."
Dolmuşa biniyorum. Aksayan ayağını diğerinin peşine takıp, koşuyor biraz.
Gözden kaybolana kadar el sallıyorum. Dolmuşta, yol boyu düşünüyorum Erol'u.
Hep mi böyleydi, yoksa sonradan bir kaza falan mı oldu? Onun için
endişeleniyorum. Ya başına bir şey gelirse, ya bir arabanın altında kalırsa, ya
park park gezeceğim derken kaybolursa. Kimi kimsesi yok mu, neden yalnız
bırakıyorlar onu, kızıyorum. Bazen de kendimi düşünüyorum. Benim durumum daha
vahim. Bir tanıdık görüp babama deyiverse, kızını elin adamıyla el ele gördük
durakta diye, meczup falan demez ikimizin de bacaklarını kırar. Ama
umursamıyorum, Erol’u bırakmam.
Markete geldiğimde önce amcayı görüyorum. Kapıda,
meşrubat kasalarının üstüne oturmuş. Seyrelmiş saçlarını, sigaradan sararmış
parmaklarıyla düzeltiyor. Dirseklerine gelen kısa kollu kareli gömleğinin bir
düğmesi açılmış. Göğsünden fışkıran simsiyah kılları, babaannemin mezarındaki
çürümüş sarmaşık otlarına benziyor. Tıslayan sesiyle "Geç kaldın bugün
gülüm." diyor. "Bak çok iş var, olmaz böyle." İçi lağım dolu bir
kuyuya benzeyen siyah gözlerine bakmadan, "Kusura bakma amca, dolmuş
gelmedi de" diyorum.
"Neyse canın sağ olsun senin, ama bir daha olmasın, emi gülüm?”
derken, omzumu kavrıyor. “Hadi geç depoya, gece bisküvi kutuları geldi, onları
güzelce yerleştir bakayım."
Omuz başlarım, sanki bir kerpetenle sıkışmış gibi acıyor. Sesimi
çıkarmıyorum. Pisliğinden emin olduğum iri parmaklarını üzerimde hissetmek hiç
hoşuma gitmiyor. Hızlıca içeri giriyorum. Kimseyle konuşacak halim yok, kızlara
“Günaydın” bile demiyorum. Arkamdan fısıldaştıklarını duyuyorum. "Bu da ne
kendini beğenmiş şey. Gıcık."
Öğle yemeğinden önce kutuları dizersem, öğleden sonra belki yukarıya
çıkabilirim diye aceleyle işe koyuluyorum. Depo ıslak el bezi gibi kokuyor.
Dirseğimle kirli lambaların düğmesini açıyorum. Lambaların birçoğu yanmıyor,
biri de yanıp sönüyor, patladı patlayacak. Aldırmıyorum. Çok aydınlık olunca
daha çok böcek gözüme çarpıyor, böyle daha iyi. Başımdaki örtüyü çıkarıp,
duvardaki çivinin birine asıyorum. Hiç alışamadım başımı kapatmaya,
bunalıyorum. Beceremiyorum da zaten, başörtü mutlaka bir yana kayıyor.
"Babanın biraz gönlünü yaparsan belki okulu dışarıdan bitirmene izin
verir." demişti annem. Ben de babam ne dese yapıyorum. Başımı kapattım,
işe başladım, arkadaşlarım okulda zaten, kimseyle görüştüğüm de yok. Piyaz
yapmayı öğrendim, akşam kahvesinin köpüğünü bile tutturuyorum artık. Biraz
dişimi sıkmam lazım. Okulu dışardan bitirip, sınavda iyi de bir puan alırsam
ısrar edecek yüzüm olur. "Okuyup doktor olacağım baba.” derim. Psikolog
desem anlamaz, doktor derim. “Çok para kazanırım. Size misler gibi
bakarım." Böyle deyince razı olur mutlaka. İçim biraz umut doluyor. Geçen akşam, ağabeyimin televizyonda izlediği
film gözümün önüne geliyor. Rocky Balboa nasıl da yağmur çamur demeden koşuyor,
çalışıyor, sabrediyor sonunda şampiyon oluyordu. Kendi kendime gülüyorum, ben de
Rocky'im diyorum. Nasıldı müziği, "dın dındın dıııın." Kapının ağzına
dizilmiş kutuları, iki iki alıp köşedeki raflara dizmeye başlıyorum. Bu hızla
gidersem öğleden önce işim biter.
Arkamı döndüğümde amcanın karanlık varlığı ile irkiliyorum. Hiç duymadım ne
ara geldi bu adam?
"Ne güzel sesin varmış, ne söylüyorsun gülüm?" diyor. Utanıyorum.
"Hiiç." diyorum.
"Başörtünü çıkarmışsın."
"Hıı, çok sıcak oldu da, takayım hemen."
Örtümü astığım tarafa yöneliyorum ama önümü kesiyor, geçemiyorum.
"Zararı yok, saçların da pek güzelmiş."
Biraz daha yaklaşıyor bana. Sigarayla karışmış ter kokusunu duyuyorum.
Kalbim hızla atmaya başlıyor, soluğum kesiliyor gibi hissediyorum. Bir kolunu
duvara dayamış, diğer eliyle pervasızca saçlarıma dokunuyor. Sıkıştığım üçgenden
kurtulmak için başımla beraber, vücudumu öne eğiyorum. Bulduğum boşluktan
kaçmayı planlarken, o "Ne tatlı kızsın sen yahu." diye biraz daha
yaklaşıyor. Elleri saçlarımdan göğüslerime iniyor. Sıkıştığımı hissediyorum.
"Amca ne yapıyorsun?" diyorum ama sesimi ben bile duymuyorum.
Birden sevecen görünen yüzüne siyah, simsiyah bir gölge iniyor. Hızla alıp
verdiği nefesi yüzüme vurdukça soluğum kesiliyor. Gözleri bir başka bakıyor
amcanın. Kötü, vahşi bir hayvana benziyor.
Bir anda kolumu sıkıca tutup çekiştiriyor. "Gel bakayım
şuraya." Korkudan bayılacak gibiyim. Bileğimi ondan kurtarmaya
çalışıyorum. Hızla yerdeki kolilerin üzerine fırlatıyor beni, düşüyorum.
"Bırak amca bırak, gideceğim."
Bu sefer daha çok çıkıyor sesim. Bir eliyle de ağzımı kapatıyor.
"Sesini çıkarma."
Ağır bedenini üstümde hissediyorum. Bir eliyle pantolonumu çıkarmaya
çalışıyor, diğer eli altında kaybolan ağzım ve burnum öyle sıkışmış ki nefes
alamıyorum. Alamayayım, almayayım zaten diyorum. Fenalık yapacak besbelli. Bunu
yaşamaktansa ölmek daha iyi! Düşerken dudağım patlamış, ağzımın içi kan dolu.
Kendi kanımın keskin tadı, yerdeki kolilerin ıslak kokusu, kalçamda hissettiğim
o iğrenç sertlik, üstümde büyüyen ağırlık hepsi birden karışıyor. Zihnim
bulanıyor, başım dönüyor. Hani babam bir kez lunaparka götürmüştü de, gondol
muydu neydi adı ona bindirmişti. Midem ağzımdan, aklım başımdan çıkacak
sanmıştım. Aklıma Erol geliyor. Canım Erol. Keşke onu bir kere bile olsa parka
götürebilseydim. Onu salıncakta sallardım, ben kaydıraktan kayardım. Kağıt
helva alırdık. İsterse dondurma. Hatta kağıt helvanın içine dondurma
koydururuz. En sevdiğim. Isırdın mı dişlerin donar, damağın buz gibi olur.
Burası çok sıcak. Ne güzel olurdu buz gibi dondurma. Gözlerim kararıyor. Burada
ölmeliyim. Şimdi buracıkta, hemen, bir an önce! Kirli bedenimi toprağa
gömmeliler, başka türlü yaşayamam. Hayal meyal bir ses duyuyorum. Arif Abi'nin
sesi bu. "Amcaaa, aşağıda mısın? Sigaracı geldi, fatura mı neym
kesecekmiş. Bak biii." Bir yandan da ayak sesleri.
Amca koca bedenini, hışımla üstümden kaldırıyor. "Ejjdadınızı sikeym."
Homurdanarak üstünü başını topluyor. Başımı yerden kaldırmıyorum.
"Geliyorum ulan bekle az." diye yukarıya sesleniyor. Sonra bana
eğiliyor, büzülüyorum. Çenemden tutup, dudaklarımı sıkıyor.
"Kimseye tek laf etmeyeceksin. Tek-laf! Anladın mı beni."
Başımı sallıyorum. Aynı babama salladığım gibi. Elleri kan oluyor. Okkalı
bir küfür daha savurup, elini gömleğinin içiyle siliyor. Hızla merdivenleri
çıkıyor. Bir süre kıpırdayamıyorum yerimden. Nerede olduğumu anlamaya
çalışıyorum. Ne olduğunu, ne olmadığını, ne olabileceğinden kurtulduğumu düşününce
midem ağzıma geliyor. Kutuların üstüne kusuyorum. İçimde kalan son safraya
kadar, öğüre öğüre kusuyorum. Sonra aceleyle çiviye astığım başörtümü alıp
ağzımı siliyorum. Pantolonumun düğmesi kopmuş, saçlarım dağılmış, ter içindeyim.
Aldırmadan, baş örtümü bir kenara atıp, deponun arkasındaki kapıdan kaçıyorum.
Sokağa çıktığımda gözlerim kamaşıyor. Güneş her zamankinden farksız ışıyor.
Etrafın bu kadar parlak olması sinirlerimi bozuyor. Allah az önce yaşananları
görmemiş olabilir mi ki bu güneş böyle parlamaya, bulutlar şekillenmeye, kuşlar
ötmeye devam ediyor. Hiçbir şey olmamış gibi…
Öfkenin ve küskünlüğün verdiği güçle, marketten epey uzaklaşana kadar koşuyorum. Nefesim kesilince, kaldırımın ısınmış, tozlu sıcağının üzerine yığılıveriyorum. Önümden arabalar, kamyonetler, minibüsler geçiyor içinde insanlar, karşıdaki evin balkonundan bir kadın halı silkeliyor, yerde karıncalar tek sıra halinde ve aceleyle sırtlarında bir şey taşıyorlar, bir kedi ilerideki ağacın gövdesinde tırnaklarını biliyor. Dünya kendi bildiği düzende akıp duruyor. Gözlerim bir şey görmesin istiyorum. Ellerimle yüzümü kapayıp, yüzümü de kendime çektiğim dizlerime dayıyorum. Gondoldayken de yapmıştım işe yaramamıştı. Hiçbir şey görmüyorum ama her yer durmamacasına dönüyor. Tok bir sesle irkiliyorum.
"Kızım iyi misin?"
Bisikletini yere devirip, bana doğru eğilmiş yaşlı adamı görünce istemsiz
bir adım geriye çekiyorum kendimi.
"Korkma yavrum, neyin var hasta mısın?"
Sonra bir kadın çocuğunun elini bırakıp yanıma çöküyor.
"Güzelim ne oldu, iyi misin bak yüzüme bak bakayım." diyor.
Başımdaki kalabalık çoğalıyor. Takım
elbiseli bir adam, "Polisi arayalım, iyi değil bu çocuk." diyor.
Telaşlı bir teyze "Eyvahlar olsun, başına bir fenalık gelmiş
olmasın." derken pazar çantasından çıkardığı suyu ağzıma dayıyor. Suyu
içip, hızlıca kalkıyorum. Kimseye bir şey söylemeden, utanarak, telaşla
kaçıyorum oradan.
Yürüyorum, nerelerden nasıl geçtiğimi, ne yapacağımı bilmeden,
yaşadıklarımı düşünmemeye çalışarak sadece yürüyorum. Arada burnuma amcanın
kirli kokusu geliyor, bir ağaç altında öğürüp yola devam ediyorum. Kusunca
zihnim açılıyor, düşünmeye başlıyorum. Eve gidemem, gitsem ne diyeceğim? Bana
kimse inanmaz, üstüne üstlük suçlarlar. Hem babamın canını sıkacak bir şey
söylemek demek, kayıtlarına bir hafta kalmış okula başvuramam demek. Artık
markete de gidemem. O iğrenç yaratığın değil ekmeğini yemek, aynı yerdeki
havayı bile solumak istemiyorum. Hem, ya gene bir şey yapmaya kalkarsa! Soluk
alamıyorum. Ayaklarımı sürükleye sürükleye yürüyorum.
Havanın kararmaya başladığını fark ettiğimde kendimi sabahları gittiğim
durakta buluyorum. Demek buraya kadar gelmişim. Sağa sola bakınıyorum Erol yok.
Belki evine gitmiştir, belki de parktadır. Ben ne yapacağım, nereye gideceğim?
İlk kez ağlamak geliyor aklıma. Sıkışan vanası onarılmış bir musluktan akan
tazyikli su gibi, akıyor gözyaşlarım. Sağa sola bakıyorum. Nasılsa kimseler yok.
Bağıra bağıra ağlıyorum. Terli çıplak kollarımla burnumu siliyorum, gözyaşlarım
durmak bilmiyor.
Ani bir fren sesi, hıçkırığımı bıçak gibi kesiyor. Bordosu solmuş, eski bir
arabanın kapısı açılıyor. İçinden birini itiyorlar telaşla, çuval gibi sanki.
Kapı hızla kapanıp, araba çabucak uzaklaşıyor. Telaşla yerimden fırlıyorum.
Erol bu! Yerden kaldırmaya çalışıyorum. Nasıl da ağır. Yüzü gözü bere içinde,
pantolonu kan olmuş. "Erol Erol!" diye sarsıyorum. Zorla araladığı
gözlerinden acılı bir yeşille bakıyor.
"Ne oldu sana? Erol! Ne olduu!" Yavaşça doğruluyor. Güç bela
durağın bankına çekmeye çalışıyorum, canı yanıyor belli. Zorla oturtuyorum.
Titreyen kolunu yavaşça uzatıp elimi tutarken, başını çevirip, gölgeli
gözleriyle yüzüme bakıyor.
"Beni parka götüreceksin değil mi?"
"Götüreceğim."
"Sırtında ama."
"Peki, sırtımda."
Dolmuş durağında el ele oturuyoruz. Güneş çekilmeye, gün kararmaya başlamış
bile.
Hande Çiğdemoğlu
Çok etkileyici bir öykü.Bir solukta okudum. Emeğine sağlik Hande...
YanıtlaSil