Bir Gölgenin İzinde - Ender Macun - Sevdalım Hayat
Bir Gölgenin İzinde - Ender Macun

Bir Gölgenin İzinde - Ender Macun

Paylaş
Fotoğraf, Ender Macun'un arşivinden
Bir Gölgenin İzinde
                        Dünya milletleri yeni bir hayat kapısından içeri girerken ve etrafımızda olan herşey değişirken münevver sınıfı da değişmeyecek mi? Kim bilir, belki de yakın istikbalin inkılap tohumunu taşıyan odur.
Cami Baykurt, Tan (5 Eylül 1945)
İnsan neden ölmüş birini, onun hayatını merak eder ve peşine düşer? Hayırlara vesile olsun. Tez yazanlar, biyografi yazarları ya da tarihçiler, araştırmacılar adına düşünüldüğünde bu normal bir durum olabilir. ‘Peşine düşmek’,  hakkında yazılanları, yazdıklarını ve bir çok belgeyi taramaktan daha ileride bir durum. Hele peşine düşen kişi bizzat kendim oluyorsa, durum biraz daha çetrefil. Öyle, yani, demem o ki, ben bu ahir ömrümde birinin izini sürdüm. Hem de yıllarca. Onun hakkında bir kitap hazırlayayım diye çıktığım dolambaçlı yolculuk beni başka bir yere getirip oturttu. Şimdi oturduğum yerden, bu işe başlamamı bir film gibi izliyorum. İzlediğim filmden kareler:

Adını sanını duymadan önce Nermin Hanım’ın kalınca aile albümünde siyah beyaz fotoğrafını gördüm ilk. Nermin Hanım, fotoğrafı parmağıyla okşayıp, bu hayattan göçüp gitmiş sevgili kayınpederini zaman zaman duvardaki bir resme dalıp giderek anlattı da anlattı. Ayaspaşa’daki evini, oradaki muhteşem kütüphanesini, pek değer verdiği çocuklarıyla olan mesafeli ilişkisini,  fırtınalı mebusluk yıllarını, karşılıklı içki içerek, sigara tellendirerek yaptıkları siyasi sohbetleri, Roma yıllarını, Robert Kolej’deki öğretmenliğini, öğrencilerini… Nermin Hanım’la fasılalarla kayınpederi hakkında konuşurken, yıllarca bu ölüp gitmiş insanın hayaletinin peşinden koşacağım, onunla ilgili (kendimce) araştırmalar yapacağım ve oradan buradan bulduklarımla neredeyse küçük bir kütüphane kuracağım aklımdan bile geçmezdi. O konuşmalardan sonra kesintilerle, neredeyse on iki yıl izini sürdüğüm, hakkında bir şeyler bulmak uğruna kütüphaneleri, sahaf dükkanlarını didik didik ettiğim, tanıyan ya da bilgisi olan insanlarla görüştüğüm, neredeyse her şeyini kayıt altına almaya çalıştığım adamın adı Cami Baykurt’tu. İlk kez duyduğum bir isimdi bu. Hem Cami olarak, hem de Cami Baykurt olarak yani. Kendisi, bir zamanlar adı silinmiş ya da silinmeye çalışılmış bir delifişek sosyalist olur. Tanıştırayım:

Kısaca, Cami Baykurt 1869’da İstanbul’da doğmuş ve askeri okullarda okumuştu. İyi bir aileden geliyordu. Trablusgarp’ta görev yapmış, sonraları Fizan mebusu olmuş, Roma’da konsolosluk yapmış, hayatı boyunca aykırı, sosyalist bir duruşu olmuş, bu yüzden de Mustafa Kemal’le, onun düşünceleriyle ters düşmüştü. Bir dönem, Zekeriya Sertel, Sabiha Sertel, Sabahattin Ali gibi ülkenin önde gelen sosyalistleri ile yakın ilişki içinde olmuştu. Oğlu Vedat’la birlikte kurmuş olduğu Yeni Dünya gazetesi sadece dört gün çıkabilmiş, sonra da kapatılmıştı. Bir çok gazete ve dergide (Tan, Görüşler)  ilerici fikirlerini paylaştığı makaleler yazmış, çeviriler yapmış ve birkaç tane de kitap hazırlamıştı. Hayatının son yıllarında Robert Kolej’de tarih öğretmeniydi. Baykurt’un, o zamanlar Robert Kolej’de, çiçeği burnunda bir öğrenci olan Bülent Ecevit’in fikir babası olduğu çeşitli kaynaklar tarafından doğrulanmıştır.

Cami Bey 1949 yılında, 80 yaşında  bu hayattan göçüp gitmişti. Peki, Cami Bey’in fırtınalarla dolu bu seksen yıllık yaşamını en ince ayrıntısına kadar merak etmeme sebep olan şey Nermin Hanım’ın parmağıyla okşadığı o fotoğraf karesindeki çehresi miydi yoksa hakkında dinlediğim bölük pörçük hikayeler mi? Yazdığı kitapları, makaleleri ve hakkında yazılanları kolayca bulabileceğinizi düşündüğümden burada Baykurt’un hayatıyla ilgili çok fazla bilgi vermek istemiyorum. Ama yıllarca Cami Baykurt’un gölgesinin (hayaletinin) peşine takıldığım da gerçektir. O gölgenin peşi sıra amaçlı ve temkinli bir şekilde yol alırken bir çok dostluklar da kurdum. Yeni yerler, yeni şeyler öğrendim. Her yolculuk bizi bir yerlere götürmez mi? Götürür. Ben Cami Baykurt’un gölgesinin izinde harikulade yerlere, insanlara bir süreliğine konuk oldum. Bu yazıyı yazmamdaki amaç da (biraz geç oldu ama) Cami Baykurt’u anlatmak yerine (başka bir yazının konusu olsun) bu iz sürme yolculuğunu bir nebze olsun paylaşmak.

Aklımda ve defterimde Nermin Hanım’dan aldığım bilgilerle kahvede oturup bir şeyler karalarken Ali Ç. ile tanıştım. Sohbet esnasında Cami Baykurt’un adını da ağzımdan kaçırdım. Muazzam bir tarih bilgisi olan Ali  Ç. oracıkta bana Cami Bey’le ilgili birkaç cümle etti de cehaletimin farkına vardım. Bana bu iz sürmede kısa bir süre de olsa,  bir tür mentorluk yapmak istedi. Kabul ettim. Onunla haftada birkaç kere Galata’da Gündoğdu Kahvesinde buluşup bir yol haritası oluşturduk. Amaç belliydi artık: bir kitap hazırlamak. Heyecanlıydım. Planlarımıza göre en az üç yıl çalışmak gerekiyordu ve süre başlamıştı bile.

Ali, her buluşmamızda başka bir kitap adıyla, değişik isimlerin telefon numaralarıyla geliyordu. Bu isimlerin arasında öğretim görevlileri de vardı gazeteciler de, yitip gitmiş olanlar da… Rasih Nuri İleri ile de bu vasıtayla tanıştım. Doğan Apartmanındaki evinde saatlerce konuştuk. Müzik dinledik. Kütüphanesine (tam anlamıyla) daldık. Abidin Nesimi, Serteller, Görüşler dergileri, Tan gazeteleri taradığım diğer bazı kaynaklar ve isimler oldu. Aylar ayları kovalıyor, elimdeki belgeler ve bulgular Ali’nin de yardımıyla çoğalıyordu. Bir gün Cami Bey’in Sabetaylarla ilişkilerini, kendisinin de Sabetay olabileceğini, aslında bunun önemsiz olduğunu, başka bir gün Beşiktaş Jimnastik Kulübü’nü kuranlardan bir olduğunu heyecanla konuşuyorduk. Bir yandan da tasarladığım kitabın bölümlerini ağır ağır yazmaya koyulmuştum.  Adını bile koymuştum kitabın: Resimli Yeni Dünya.

Kozlu mezarlığında günlerimi geçirdim, Cami Bey’in mezarını bulabilirim umuduyla, ama nafile. Yaşamış olduğu evleri gördüm. Fotoğrafladım. Anıların içinden cımbızla cümleler ve kelimeler ve harfler topladım. Bunları tek tek bir kolye dizer gibi ipe dizdim. TTK’na bağışlanmış anılarının fotokopilerine erişip Türkçe’ye çevirttim. Fotoğraflar buldum, bu fotoğrafları başka fotoğraflarla eşleştirdim. O fotoğraflardaki insanların izlerini yıllarca sürdüm. Yazdım. Yazdım ve yeniden yazdım. Fakat bir türlü Cami Bey’i nasıl anlatmam gerektiğini bulamadım. Sonuçta bir tarihçi değildim. Olsa olsa meraklı bir yazardım, o kadar. İşin kötüsü Cami Bey’in muhteşem hayaleti geçmişin tozlu sayfaları arasında pinekleyerek benim yazacağım, atisi belirsiz kitabı sabırsızlıkla bekliyordu. Rüyaydı ama, bekliyordu işte.

Birkaç yıl sonra, uykudan uyandım. Sade kahvemi höpürdetirken Ali’nin, Boğaziçi Üniversitesi’nden bir öğretim görevlisinin Cami Baykurt’la ilgili yazdığı kapsamlı makaleyi önüme atmasıyla irkildim. Hakkında ilk kez bu kadar uzun bir makale yazılmıştı Cami Bey’in. Makaleyi hızlıca okudum. İyiydi. Ama benim anlatmak istediğim gibi değildi. Bundan sonrası, birkaç yıl içinde çorap söküğü gibi geldi.

Anlayamadığım bir şey oldu ve Cami Bey’in yazmış olduğu kitaplar ardı ardına yayınlanmaya başladı. Üstüne üstlük birkaç kişi de hakkında tez çalışması yapmıştı. Osmanlıcadan çevirttiğim belgelerin, yazıların bir kısmı şimdi karşımda birer kitap, birer tez olarak duruyordu. Bir süreliğine durdum. Cami Baykurt açığa çıkmıştı. Birkaç kişinin bildiği Cami Bey şimdi kitapçı raflarındaydı işte.

Sonra yine devam ettim iz sürmeye. Sonuna kadar bekledim ama. Yazılan yazıldı. Basılan basıldı. Kitaplar satıldı. Ortalık duruldu. ‘Şimdi sıra bende işte’ dedim. Eski dosyaları, fotoğrafları tekrar çıkardım. On iki yıl olmuş. On iki yılda Cami Baykurt’la ilgili bölük pörçük bir çok yazı yazdım. Bir çoklarını da buruşturup attım. Onunla ilgili yazılarımın hiç biri tam olarak bitmiş değil. Aşağıda buraya sığması zor olan, uzunca, seçme yazılarımdan birinden kısa bir parça sunuyorum. Yolculuk devam ediyor. Bakalım nereye kadar…
Fotoğraf, Ender Macun'un arşivinden
Burası, bu zambak kokulu yer, Cami Bey'in yalnızca şafak ve akşam vakitlerinde, evde ses yokken, çalışmak için çekildiği, büyükçe, biraz neşesiz ve ama mağrur,  oldukça zengin bir kilitli oda. Ayda bir temizlenmesine, toparlanmasına müsaade ettiği, başka zamanlarda hiç bir kimsenin giremediği, bırakın girmeyi, önünden geçmeye cüret edemediği, ışıklı ve tuhaf mabedi. Anahtarı hep seneler evvel Trablus'tan getirdiği kaşmir yeleğinin sol cebinde; gümüş bir zincirle iliğe takılı. Koyu bordo kadife perdeli geniş pencerelerin iki yanındaki duvarlar tavana kadar, yüksek, 'hayat kütüphanesi'dir. O bazı vakitlerde böyle der: 'Hayat kütüphanesindeyim efendim... Hayat kütüphanesine girip bir bakayım efendim... Bak işte bunu hayat kütüphanesi bilir...' Yukarı raflara ulaşmak için, zarif bir maun merdiven dayalı durur bu kütüphaneye. Pencerelerin karşı cephesindeki duvar hem resimli ve hem de yazılıdır. Yazılar cam içinde, resimler ise çıplaktır. Üç büyük iki de küçük tuval, sekiz irili ufaklı ferman asılıdır burada. Odaya açılan beyaz kapı da bu duvardadır.  Kapı, 'dünya' ile 'hayat' arasında bir geçiştir. Bu kapının ardındaki 'dünya' ne kadar gürültülü patırtılı ve muammalarla dolu ise, kapının ebedi sahibi olan 'hayat' da o kadar sakin ve bilgedir. Bu böyledir. Yere kırmızı siyah, pırıl pırıl bir Tebriz halısı yayılmıştır. Bu halının üzerinde ceviz yazıhane, kolçakları yarı varak eski bir sandalye ve terlikler var. Yazıhanenin orta çekmecesi, her nasılsa, açık unutulmuş. Bu çekmecede büyük bir deri kaplı defter, açılmış mektuplar, sedef saplı mektup açacağı, boy boy zarflar, pul defteri ve mühürler, kaşeler, siyah ve mavi mürekkep var. Yazıhanenin üstünde matbaada, aynı boy kesilmiş kağıtlar, bir kaç fotoğraf, yeni bir Leica fotoğraf makinesi, kutusunda üç tane Kodak  film  makarası, intizamlı bir şekilde duruyor. Gümüş bir kasenin içinde Hislon kol saati, iki yüzük ve kağıt para var. Kasenin hemen yanında kristal, temiz bir küllük. Kütüphaneye sırtı dönük okuma koltuğun üzerinde okunmuş, bırakılmış gazetede 'Münevver sınıfın tarihi rolü' başlıklı makale var. Bu, Cami Bey'in iki gün önce Vedat'a daktilo ettirdiği yazıdır. Yazının son satırlarının kırmızı mürekkeple altı çizilmiş:  '...dünya milletleri yeni bir hayat kapısından içeri girerken ,ve etrafımızda olan her şey değişirken münevver sınıfı da değişmiyecek mi? Kimbilir, belki de yakın istikbalin inkılap tohumunu taşıyan odur.'  Odanın tam ortasında, tavanda, oldukça sade, küre şeklinde, sarımsı bir abajur.

Ender Macun


Cami Baykurt’un kitapları
Trablusgarp’tan Sahra-i Kebir’e Doğru, 1910
Osmanlılığın Atisi, Düşmanları ve Dostları, 1913
Osmanlı Ülkesinde Hristiyan Türkler, 1932
Cami, İsrail Oğulları Mukaddes Yazılarından ‘Tehellim’ Mezmurlar, 1934



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder