Bir Çay Daha İçer miyiz? - Hande Çiğdemoğlu - Sevdalım Hayat
Bir Çay Daha İçer miyiz? - Hande Çiğdemoğlu

Bir Çay Daha İçer miyiz? - Hande Çiğdemoğlu

Paylaş

 Bir Çay Daha İçer miyiz?

"Bu sabah yüzümü yıkamayacağım" dedi. "Çay bardağına da rakı koy! İşe değil sinemaya gideceğim. Kanlı revanlı bir film bulursam oh ne ala. Pantolon yerine şort, ayakkabı yerine de terlik giyeceğim. Evet, bu kış gününde. Yapacağım bunu. Hem arabaya değil bisiklete bineceğim..."

Demliğin kapağını düşmesin diye elimle tutup, boş bardağına çay koydum. Kahvaltı masasına oturacak mıydı bilmiyorum. Çay her şeyi çözerdi. Çözmez miydi? Kaç kavganın sonu "Bi çay koyayım mı?" ile tatlıya bağlanmamış, kaç sessizlik "Birer çay daha içelim mi?" ile bozulmamış mıydı? Bu kez olmayacağını biliyordum. Yine de koydum, demlisinden bir tane. Sabahın 7'sinde çay yerine rakı içmek isteyen adama. Pijamasının paçası sıyrılmış, yüzünde ona benden daha yakın yastığının izi, saçları öfkeden dikilmiş, "yarısından çoğu beyaz" dediği sakalları traş edilmek isteyen adam. Gözlerinin yeşili kahverengiye dönmüş, dudakları hırsla bükülmüş. Hayat arkadaşım mı desem, kocam mı? Arkadaşlıktan çoktan istifa etmiş, sevgili ise belki hiç olamamış bir adam, yataktan çıldırmış gibi kalkıp, mutfak kapısında dikiliyordu. Elimdeki çay süzgecini tezgaha bırakırken  "Kış günü terlik mi giyilir, ayakların üşür." dedim.

Hışımla çıktı mutfaktan. Yatak odasına gitti anlaşılan, sürgülü gardırobun kapağı hızla çarpıldı. Adımları, onu oraya kadar götürebilirdi henüz. Giyiniyor olmalıydı. Şort mu giyecekti hakikaten? Şortları yazlıkların arasına kaldırmıştım. Yatak bazasının altında, vakumlanmış poşetlerde. Elimde sigara, mutfak penceresinden dışarı bakarken, babaannemin tabiriyle "ekşimik torbası" gibi olmuştur şimdi diye düşündüm. Gidip çıkarsam mı acaba, acele ütü basarım. Keten olanı giyecekse?

Yağmur hızlanmıştı. Oluklar gene dolacak, tavan gene kabaracak. Saçlarıma fön çektirecektim bugün, yağmurun sırası mıydı? Ne zamandır palas pandıras hazırlanıp işe gittiğim için, toplamaktan tokanın iz yaptığı boyası gelmiş saçlarımı öfkeyle karıştırdım. Ofiste herkes nasıl da bakımlıydı. Sabah kaçta kalkıyorlardı acaba? Saçları nasıl hep böyle parlak, makyajları taze oluyordu. Topuklu ayakkabıları ayaklarını sıkmaz mıydı, ya da tırnakları hiç ojesiz olmaz mıydı? Ellerime baktım. İnce uzun parmaklarım vardı. Ama tırnaklarım hiç de onlarınki gibi değildi. İşaret ve orta parmaklarımın tırnakları kırılmış diğerleri daha uzun kalmıştı. Klavye kullanmaktan diyerek kendimi avutup, iş dönüşü kendime kırmızı bir oje almayı planladım.

Sonra alyansıma gözüm takıldı. Taktığım günden beri hiç çıkarmamıştım. Bazen yerinden oynatıp, parmağımdaki güneşten ırak beyazlığa bakardım. Yüzük parmağımı güneşten, yüreğimi yalnızlıktan korumak için takılmıştı o küçük halka.

Aklıma bu yüzüğü seçtiğimiz gün geldi. Heyecanlıydık. Yaşımız mı ruhumuz mu gençti bilmiyorum. Çok değil 3 yıl 7 ay önce. Kapalı Çarşı'nın hengamesinden çabuk sıkılmış, girdiğimiz ikinci kuyumcudan aceleyle alıvermiştik yüzükleri. İnce, sade ve zariflerdi. Benimki onunkinden iki beden küçük. Yüzükleri alıp kaçarcasına çıkmıştık. Sonra bulduğumuz en yakın çay bahçesinde birer çay içmiştik. Hayatımda içtiğim en kötü çaydı, midem bulanmıştı. Ama "Bir çay daha içelim mi?" dediğinde neşeyle başımı sallamıştım.

Masadaki çayına baktım. Tabağı ve çatal bıçağının yanında yaşam belirtisi gösteren bir canlı gibi öylece duruyordu. Dokundum, ılınmış ama henüz soğumamıştı. Saate baktım. Evden çıkmama daha yarım saat var diye düşünüp rahatladım. O benden yarım saat önce çıkar, ben onu yolcu ettikten sonra kahvaltıyı toplar, öyle hazırlanırdım. Ondan yarım saat önce kalkıp kahvaltıyı hazırladığım gibi. Aramızda yarım saatlik sessiz bir anlaşma vardı sanki. 30 dakika. Ben yatağa girip soğuk ayaklarımı birbirine sürterek ısıttıktan yarım saat sonra gelirdi yatağa. Uyuyor gibi yapar, her seferinde bir yerim kaşınır uyumadığım anlaşılırdı. Ama o uyuyormuşum gibi davranır, ışığı yakmadan sessizce yatağa girer, arkasını döner, yastığı boynuna sıkıştırırdı. Arada bir kıpırdanır, ama benim tarafıma dönmezdi. Başucu saatimin fosforlu dakikalarını sayardım. Bazen iç çeker, bazen esner, bazen de dişlerini gıcırdatırdı. Ama fosforlu dakikalar, 30 adım ilerledikten sonra uykuya dalardı. Huzursuz nefesi tam yarım saat sonra sakinleşirdi. İlk zamanlar böyle değildi tabi. Yemeklerimiz, sohbetlerimiz, sevişmelerimiz yarım saatten fazlaydı. Ne zamandan beri böyleydik düşündüm, çıkaramadım.

Banyonun kapısı hızla kapandı. Dişlerini fırçalayıp, traş olacak, seyreliyor diye dert ettiği saçlarını iflah etmek için yine de jöle sürecekti. Klozetin kapağını kapatmayacak, yüzünü kuruladığı havluyu çamaşır makinesinin üstüne atacaktı. Aramızdaki yakınlıkta çok şey değişse de bazı şeyler hiç değişmiyordu. Ortalama on dakikada işi bitecek, sonra mutfağa gelecekti. Çayını tazelesem mi diye düşünürken gözüm buzdolabına takıldı. Üzerindeki magnetlerden neredeyse grisi görünmüyordu. Kardeşimin her gittiği seyahatten ısrarla getirdiği, üzerinde şehirlerin adı yazan rengarenk magnetler. Arkadaşlarımın çocuklarının doğum günü için özenle hazırlattıkları cicili bicili olanlar, gittiğimiz onlarca nikahtan aldığımız tüllü, simli olanlar... Bir türlü ezberleyemediğim sucununki, mesaiye kaldığım zamanlar karnımızı doyuran pizzacınınki, hiç lazım olmasa da bir kere yapışmış olan koca puntolu, çirkin yazı fontlu “alo paket”lerinki... Arkasında mıknatıs olan her şeyi neden oraya yapıştırmıştım bilmiyorum. Magnet denen bu gereksiz küçük eşyalardan nefret ediyor ama yine de onları yapıştırmadan duramıyordum. Mıknatıs dediğin bir yere yapışmalıydı, öyle değil mi? Görevini yerine getirmesi için ben sadece aracıydım. Tıpkı artık kalbimdeki yerini tanımlayamadığım bu adama verdiği sözü tutması, görevini yapması için aracılık ettiğim gibi.

Dışarıda olduk olmadık her şeye tepki veren, sözünü kimseden sakınmayan biri olarak beni tanıyanlar, evdeki bu halimi görseler şaşkınlıktan küçük dillerini yutarlardı herhalde. Sinemada yerime oturanlara, işyerinde bardağımı kullananlara, izinsiz kalemimi alanlara bile kişilik haklarıma saygısızlık ettiklerini düşündüğüm için, en ufak bir ters bakışı ya da arkamdan yapılan fısıldamaları fark edip hakaret addettiğim için pervasız tepkiler veren ben, hayat arkadaşım(?) dediğim adamın kurşun ağırlığındaki sözlerine nasıl böyle sessiz kalabiliyordum?

Daha geçen hafta değil miydi, bir arkadaşımızın davetinde içkiyi fazla kaçırıp eve gelince içindekileri acımasızca kusan adam karşısındaki suskunluğum. Ne zamandır söylemek için fırsat kolladığı sözleri ezberden sıralarken gözlerinden adeta ateş çıkıyordu. "Sıkıldım artık anlıyor musun? Dayanamıyorum senin varlığına. Her şey gözüme batıyor. Çiçekli pijaman, yıllardır değiştirmediğin traş kolonyasına benzeyen parfümün, banyo giderindeki saçların, tek kelimesini anlamadığım Fado dediğin uyduruk müziklerin, evin her yerine saçılmış, arasında kalem duran defterlerin, içine soğan koymayı bile akıl edemediğin menemenlerin, çocuk gibi ayağından çıkarmadığın pandufların, migren ağrıların, seni sabah akşam arayan, sesi telefonun dışına taşan kardeşin, her şey, her şey batıyor anlıyor musun beni? Boğuluyorum.”  Bir an gerçekten boğuluyor sanmıştım. Anlatacakları bitmemiş, zehrini akıtamamıştı daha. Şimdi bir de genzini dolduran öksürüğe öfkeliydi. Sehpada, gündüzden kalma sudan bir kaç yudum içti. Derin bir nefes alıp, bardağı küskünce yerine bıraktı. Yorgundu. “Kendimi seninle, bu evde, müebbet kürek mahkumları gibi hissediyorum. Güldüğün şeyler komik gelmiyor, ağladıkların içten içe hoşuma gidiyor. Her günün aynılığından da, senden de çok sıkıldım. Adından bile çok sıkıldım..." deyip yığılmıştı koltuğa. Ben hala ayaktaydım. Çünkü eve yeni girmiştik. İçerisi dünden kalan sigara kokusuyla kaplıydı. Arabada başlattığı tartışmayı, böyle kurşun gibi sözlerle yine kendi bitirmişti işte. Elleriyle yüzünü kapatmış, hızlı hızlı nefes alıyordu. İnsan cesur sözler söylerken bu kadar yorulur muydu? Tansiyonu çıkacak diye endişelenmiş, dilaltı ilacını nereye koyduğumu düşünmüştüm.

Ben ayakta sessiz beklerken, bir an başını kaldırıp gözlerime baktı. Ne çaresiz ne acılı bir bakıştı. "Son kozumu da oynadım, şimdi ne yapacağım?" bakışı... Onun kanlanmış gözlerine baktım, sonra da kendi yüreğime. Darmadağın olmuştu. Kırılıp dökülmüş, ezilip bükülmüştü. Daha da derinlere baktım iyice, onu artık sevmiyordum. Belki de uzun zamandır sevmiyordum. Varlığı çantamdaki cımbızdan farksızdı. İnsan canını acıtan bu küçük eşyayı da sevmezdi ama yine de yakınında tutardı.  Çünkü çenenizde çıkan zamansız siyah tüyü almak için ona ihtiyacınız vardı.

Şu karşımda öfkeden kaskatı kesilmiş adama ihtiyacım var mıydı gerçekten? Her işimi kendim yapıyor, evin temizliğinden tamiratına kadar her şeyiyle ben ilgileniyordum. Alışverişi yapıyor, ödenecek faturaları, kirayı, vergileri ben takip ediyordum. Gidilecek tatilleri planlıyor, ailelerle arkadaşlarla olan ilişkileri düzenliyordum. Gece kabusla uyandığımda, yastığıma sarılıyor, uykumun arasında susadığımda, uykum kaçmasın diye kalkmayıp sabaha kadar ağzı kuru yatıyordum. Ağladığımda gözyaşlarımı hep cebimdeki kağıt mendile siliyordum, hasta olduğumda bana bakmaya annem geliyordu. Odadan bir ses gelirse kalkıp ben bakıyor, korktuğumda mırıl mırıl şarkılar söyleyerek kendimi avutuyordum. Tenlerimizse hiçbir zaman barışmamıştı. Aşkın ve tazeliğin hatırına yaptığımız sevişmeler de bizden el etek çekeli çok olmuştu. Filmlerde ve kitaplarda rastladığım ateşli aşklar, bedenimi hasetlikle kasıyor, beni öfkelendiriyordu. Bu düşünceler saniyelik hızlarla zihnimden akıp geçmişti, o gece. Tıpkı bugün gibi yağmur yağıyordu. "Sabaha ekmeğimiz yok, istersen işe giderken poğaça alırsın" deyip odadan çıkıp yatmaya gitmiştim. Arkamdan gelen şangırtının, kardeşimin Prag'dan getirdiği o çok sevdiğim vazodan geldiğini biliyordum. Sabaha bir de kırık dökük temizleyecektim.

Kırılan vazo parçalarının saçıldığı salonda sızdığı o geceden sonra tam bir hafta geçti. Bir hafta boyunca hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam ettim. Ondan yarım saat önce yatarak, ondan yarım saat sonra evden çıkarak. Bizimle ilgili bir şey düşünmemiş, ne zamandır yapmak istediğim işleri yapmıştım. Çiçeklerin topraklarını değiştirmiş, kütüphanedeki kitapların tek tek tozunu almış, her şeyin olduğu hiç toplanmayan çekmeceleri düzenlemiş, evin sigortasını yenilemiş, iki aydır vermediğimiz apartman aidatını vermiş, uzun zamandır aramadığım akrabalarını arayıp gönül almıştım. Yine her sabah ve her akşam çay demlemiş, arada parlasın diye çaydanlığı limon tuzu ile kaynatmıştım. Ama bu sabah farklıydı. İçimdeki bir ses, artık bu çaydanlıkta tek kişilik çay demleneceğini söylüyordu.

Mutfaktan çıktım, evden çıkmak için 15 dakikam kalmıştı. O ise dış kapının önünde paltosunu giymiş öylece duruyordu. Ayakucunda geçen yıl kredi kartında biriken puanlarla aldığımız valiz vardı. Şort giymemiş, rakı değil çayını bile içmemiş, saçlarına jöle sürmemişti. Bisiklete de binmeyecekti, belli. Arabanın, nazar boncuklu anahtarlığını çekiştirerek çıkarıp, bir kenara attı. Hışımla kapıyı açtıktan sonra durup bana döndü. Uzun zamandır ilk kez gözlerime bakıyordu. "Keşke o valizi almasaydın, fermuarı tutukluk yapıyor" dedim. Bunu derken gülümsüyor muydum bilmem?  Dönüp içeri yürüdüm. Kapanan kapının sesini mutfaktan duyduğumda çayın altını yakmış, buzdolabındaki magnetleri tek tek çıkarmaya koyulmuştum.

Hande Çiğdemoğlu


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder