"Bu sabah yüzümü
yıkamayacağım" dedi. "Çay bardağına da rakı koy! İşe değil sinemaya
gideceğim. Kanlı revanlı bir film bulursam oh ne ala. Pantolon yerine şort,
ayakkabı yerine de terlik giyeceğim. Evet, bu kış gününde. Yapacağım bunu. Hem
arabaya değil bisiklete bineceğim..."
Demliğin kapağını düşmesin
diye elimle tutup, boş bardağına çay koydum. Kahvaltı masasına oturacak mıydı
bilmiyorum. Çay her şeyi çözerdi. Çözmez miydi? Kaç kavganın sonu "Bi çay
koyayım mı?" ile tatlıya bağlanmamış, kaç sessizlik "Birer çay daha
içelim mi?" ile bozulmamış mıydı? Bu kez olmayacağını biliyordum. Yine de
koydum, demlisinden bir tane. Sabahın 7'sinde çay yerine rakı içmek isteyen
adama. Pijamasının paçası sıyrılmış, yüzünde ona benden daha yakın yastığının
izi, saçları öfkeden dikilmiş, "yarısından çoğu beyaz" dediği
sakalları traş edilmek isteyen adam. Gözlerinin yeşili kahverengiye dönmüş,
dudakları hırsla bükülmüş. Hayat arkadaşım mı desem, kocam mı? Arkadaşlıktan çoktan
istifa etmiş, sevgili ise belki hiç olamamış bir adam, yataktan çıldırmış gibi
kalkıp, mutfak kapısında dikiliyordu. Elimdeki çay süzgecini tezgaha
bırakırken "Kış günü terlik mi
giyilir, ayakların üşür." dedim.
Hışımla çıktı mutfaktan.
Yatak odasına gitti anlaşılan, sürgülü gardırobun kapağı hızla çarpıldı.
Adımları, onu oraya kadar götürebilirdi henüz. Giyiniyor olmalıydı. Şort mu
giyecekti hakikaten? Şortları yazlıkların arasına kaldırmıştım. Yatak bazasının
altında, vakumlanmış poşetlerde. Elimde sigara, mutfak penceresinden dışarı
bakarken, babaannemin tabiriyle "ekşimik torbası" gibi olmuştur şimdi
diye düşündüm. Gidip çıkarsam mı acaba, acele ütü basarım. Keten olanı
giyecekse?
Yağmur hızlanmıştı. Oluklar
gene dolacak, tavan gene kabaracak. Saçlarıma fön çektirecektim bugün, yağmurun
sırası mıydı? Ne zamandır palas pandıras hazırlanıp işe gittiğim için,
toplamaktan tokanın iz yaptığı boyası gelmiş saçlarımı öfkeyle karıştırdım.
Ofiste herkes nasıl da bakımlıydı. Sabah kaçta kalkıyorlardı acaba? Saçları
nasıl hep böyle parlak, makyajları taze oluyordu. Topuklu ayakkabıları
ayaklarını sıkmaz mıydı, ya da tırnakları hiç ojesiz olmaz mıydı? Ellerime
baktım. İnce uzun parmaklarım vardı. Ama tırnaklarım hiç de onlarınki gibi
değildi. İşaret ve orta parmaklarımın tırnakları kırılmış diğerleri daha uzun
kalmıştı. Klavye kullanmaktan diyerek kendimi avutup, iş dönüşü kendime kırmızı
bir oje almayı planladım.
Sonra alyansıma gözüm
takıldı. Taktığım günden beri hiç çıkarmamıştım. Bazen yerinden oynatıp, parmağımdaki
güneşten ırak beyazlığa bakardım. Yüzük parmağımı güneşten, yüreğimi
yalnızlıktan korumak için takılmıştı o küçük halka.
Aklıma bu yüzüğü seçtiğimiz
gün geldi. Heyecanlıydık. Yaşımız mı ruhumuz mu gençti bilmiyorum. Çok değil 3
yıl 7 ay önce. Kapalı Çarşı'nın hengamesinden çabuk sıkılmış, girdiğimiz ikinci
kuyumcudan aceleyle alıvermiştik yüzükleri. İnce, sade ve zariflerdi. Benimki onunkinden
iki beden küçük. Yüzükleri alıp kaçarcasına çıkmıştık. Sonra bulduğumuz en
yakın çay bahçesinde birer çay içmiştik. Hayatımda içtiğim en kötü çaydı, midem
bulanmıştı. Ama "Bir çay daha içelim mi?" dediğinde neşeyle başımı
sallamıştım.
Masadaki çayına baktım.
Tabağı ve çatal bıçağının yanında yaşam belirtisi gösteren bir canlı gibi
öylece duruyordu. Dokundum, ılınmış ama henüz soğumamıştı. Saate baktım. Evden
çıkmama daha yarım saat var diye düşünüp rahatladım. O benden yarım saat önce
çıkar, ben onu yolcu ettikten sonra kahvaltıyı toplar, öyle hazırlanırdım.
Ondan yarım saat önce kalkıp kahvaltıyı hazırladığım gibi. Aramızda yarım
saatlik sessiz bir anlaşma vardı sanki. 30 dakika. Ben yatağa girip soğuk
ayaklarımı birbirine sürterek ısıttıktan yarım saat sonra gelirdi yatağa.
Uyuyor gibi yapar, her seferinde bir yerim kaşınır uyumadığım anlaşılırdı. Ama o
uyuyormuşum gibi davranır, ışığı yakmadan sessizce yatağa girer, arkasını
döner, yastığı boynuna sıkıştırırdı. Arada bir kıpırdanır, ama benim tarafıma
dönmezdi. Başucu saatimin fosforlu dakikalarını sayardım. Bazen iç çeker, bazen
esner, bazen de dişlerini gıcırdatırdı. Ama fosforlu dakikalar, 30 adım ilerledikten
sonra uykuya dalardı. Huzursuz nefesi tam yarım saat sonra sakinleşirdi. İlk
zamanlar böyle değildi tabi. Yemeklerimiz, sohbetlerimiz, sevişmelerimiz yarım
saatten fazlaydı. Ne zamandan beri böyleydik düşündüm, çıkaramadım.
Banyonun kapısı hızla
kapandı. Dişlerini fırçalayıp, traş olacak, seyreliyor diye dert ettiği
saçlarını iflah etmek için yine de jöle sürecekti. Klozetin kapağını
kapatmayacak, yüzünü kuruladığı havluyu çamaşır makinesinin üstüne atacaktı.
Aramızdaki yakınlıkta çok şey değişse de bazı şeyler hiç değişmiyordu. Ortalama
on dakikada işi bitecek, sonra mutfağa gelecekti. Çayını tazelesem mi diye
düşünürken gözüm buzdolabına takıldı. Üzerindeki magnetlerden neredeyse grisi
görünmüyordu. Kardeşimin her gittiği seyahatten ısrarla getirdiği, üzerinde
şehirlerin adı yazan rengarenk magnetler. Arkadaşlarımın çocuklarının doğum
günü için özenle hazırlattıkları cicili bicili olanlar, gittiğimiz onlarca
nikahtan aldığımız tüllü, simli olanlar... Bir türlü ezberleyemediğim
sucununki, mesaiye kaldığım zamanlar karnımızı doyuran pizzacınınki, hiç lazım
olmasa da bir kere yapışmış olan koca puntolu, çirkin yazı fontlu “alo paket”lerinki...
Arkasında mıknatıs olan her şeyi neden oraya yapıştırmıştım bilmiyorum. Magnet
denen bu gereksiz küçük eşyalardan nefret ediyor ama yine de onları
yapıştırmadan duramıyordum. Mıknatıs dediğin bir yere yapışmalıydı, öyle değil
mi? Görevini yerine getirmesi için ben sadece aracıydım. Tıpkı artık kalbimdeki
yerini tanımlayamadığım bu adama verdiği sözü tutması, görevini yapması için
aracılık ettiğim gibi.
Dışarıda olduk olmadık her şeye
tepki veren, sözünü kimseden sakınmayan biri olarak beni tanıyanlar, evdeki bu
halimi görseler şaşkınlıktan küçük dillerini yutarlardı herhalde. Sinemada
yerime oturanlara, işyerinde bardağımı kullananlara, izinsiz kalemimi alanlara
bile kişilik haklarıma saygısızlık ettiklerini düşündüğüm için, en ufak bir
ters bakışı ya da arkamdan yapılan fısıldamaları fark edip hakaret addettiğim
için pervasız tepkiler veren ben, hayat arkadaşım(?) dediğim adamın kurşun
ağırlığındaki sözlerine nasıl böyle sessiz kalabiliyordum?
Daha geçen hafta değil
miydi, bir arkadaşımızın davetinde içkiyi fazla kaçırıp eve gelince
içindekileri acımasızca kusan adam karşısındaki suskunluğum. Ne zamandır
söylemek için fırsat kolladığı sözleri ezberden sıralarken gözlerinden adeta ateş
çıkıyordu. "Sıkıldım artık anlıyor musun? Dayanamıyorum senin varlığına.
Her şey gözüme batıyor. Çiçekli pijaman, yıllardır değiştirmediğin traş
kolonyasına benzeyen parfümün, banyo giderindeki saçların, tek kelimesini
anlamadığım Fado dediğin uyduruk müziklerin, evin her yerine saçılmış, arasında
kalem duran defterlerin, içine soğan koymayı bile akıl edemediğin menemenlerin,
çocuk gibi ayağından çıkarmadığın pandufların, migren ağrıların, seni sabah
akşam arayan, sesi telefonun dışına taşan kardeşin, her şey, her şey batıyor
anlıyor musun beni? Boğuluyorum.” Bir an
gerçekten boğuluyor sanmıştım. Anlatacakları bitmemiş, zehrini akıtamamıştı
daha. Şimdi bir de genzini dolduran öksürüğe öfkeliydi. Sehpada, gündüzden
kalma sudan bir kaç yudum içti. Derin bir nefes alıp, bardağı küskünce yerine
bıraktı. Yorgundu. “Kendimi seninle, bu evde, müebbet kürek mahkumları gibi
hissediyorum. Güldüğün şeyler komik gelmiyor, ağladıkların içten içe hoşuma
gidiyor. Her günün aynılığından da, senden de çok sıkıldım. Adından bile çok
sıkıldım..." deyip yığılmıştı koltuğa. Ben hala ayaktaydım. Çünkü eve yeni
girmiştik. İçerisi dünden kalan sigara kokusuyla kaplıydı. Arabada başlattığı
tartışmayı, böyle kurşun gibi sözlerle yine kendi bitirmişti işte. Elleriyle
yüzünü kapatmış, hızlı hızlı nefes alıyordu. İnsan cesur sözler söylerken bu
kadar yorulur muydu? Tansiyonu çıkacak diye endişelenmiş, dilaltı ilacını
nereye koyduğumu düşünmüştüm.
Ben ayakta sessiz beklerken,
bir an başını kaldırıp gözlerime baktı. Ne çaresiz ne acılı bir bakıştı.
"Son kozumu da oynadım, şimdi ne yapacağım?" bakışı... Onun kanlanmış
gözlerine baktım, sonra da kendi yüreğime. Darmadağın olmuştu. Kırılıp
dökülmüş, ezilip bükülmüştü. Daha da derinlere baktım iyice, onu artık
sevmiyordum. Belki de uzun zamandır sevmiyordum. Varlığı çantamdaki cımbızdan
farksızdı. İnsan canını acıtan bu küçük eşyayı da sevmezdi ama yine de
yakınında tutardı. Çünkü çenenizde çıkan
zamansız siyah tüyü almak için ona ihtiyacınız vardı.
Şu karşımda öfkeden kaskatı
kesilmiş adama ihtiyacım var mıydı gerçekten? Her işimi kendim yapıyor, evin
temizliğinden tamiratına kadar her şeyiyle ben ilgileniyordum. Alışverişi
yapıyor, ödenecek faturaları, kirayı, vergileri ben takip ediyordum. Gidilecek
tatilleri planlıyor, ailelerle arkadaşlarla olan ilişkileri düzenliyordum. Gece
kabusla uyandığımda, yastığıma sarılıyor, uykumun arasında susadığımda, uykum
kaçmasın diye kalkmayıp sabaha kadar ağzı kuru yatıyordum. Ağladığımda
gözyaşlarımı hep cebimdeki kağıt mendile siliyordum, hasta olduğumda bana
bakmaya annem geliyordu. Odadan bir ses gelirse kalkıp ben bakıyor, korktuğumda
mırıl mırıl şarkılar söyleyerek kendimi avutuyordum. Tenlerimizse hiçbir zaman
barışmamıştı. Aşkın ve tazeliğin hatırına yaptığımız sevişmeler de bizden el
etek çekeli çok olmuştu. Filmlerde ve kitaplarda rastladığım ateşli aşklar,
bedenimi hasetlikle kasıyor, beni öfkelendiriyordu. Bu düşünceler saniyelik
hızlarla zihnimden akıp geçmişti, o gece. Tıpkı bugün gibi yağmur yağıyordu.
"Sabaha ekmeğimiz yok, istersen işe giderken poğaça alırsın" deyip
odadan çıkıp yatmaya gitmiştim. Arkamdan gelen şangırtının, kardeşimin Prag'dan
getirdiği o çok sevdiğim vazodan geldiğini biliyordum. Sabaha bir de kırık
dökük temizleyecektim.
Kırılan vazo parçalarının
saçıldığı salonda sızdığı o geceden sonra tam bir hafta geçti. Bir hafta
boyunca hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam ettim. Ondan yarım saat önce
yatarak, ondan yarım saat sonra evden çıkarak. Bizimle ilgili bir şey
düşünmemiş, ne zamandır yapmak istediğim işleri yapmıştım. Çiçeklerin
topraklarını değiştirmiş, kütüphanedeki kitapların tek tek tozunu almış, her şeyin
olduğu hiç toplanmayan çekmeceleri düzenlemiş, evin sigortasını yenilemiş, iki
aydır vermediğimiz apartman aidatını vermiş, uzun zamandır aramadığım
akrabalarını arayıp gönül almıştım. Yine her sabah ve her akşam çay demlemiş,
arada parlasın diye çaydanlığı limon tuzu ile kaynatmıştım. Ama bu sabah
farklıydı. İçimdeki bir ses, artık bu çaydanlıkta tek kişilik çay demleneceğini
söylüyordu.
Mutfaktan çıktım, evden
çıkmak için 15 dakikam kalmıştı. O ise dış kapının önünde paltosunu giymiş
öylece duruyordu. Ayakucunda geçen yıl kredi kartında biriken puanlarla
aldığımız valiz vardı. Şort giymemiş, rakı değil çayını bile içmemiş, saçlarına
jöle sürmemişti. Bisiklete de binmeyecekti, belli. Arabanın, nazar boncuklu anahtarlığını
çekiştirerek çıkarıp, bir kenara attı. Hışımla kapıyı açtıktan sonra durup bana
döndü. Uzun zamandır ilk kez gözlerime bakıyordu. "Keşke o valizi
almasaydın, fermuarı tutukluk yapıyor" dedim. Bunu derken gülümsüyor
muydum bilmem? Dönüp içeri yürüdüm. Kapanan
kapının sesini mutfaktan duyduğumda çayın altını yakmış, buzdolabındaki
magnetleri tek tek çıkarmaya koyulmuştum.
Hande Çiğdemoğlu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder