Ey, insanlara güvenmeyen, kötü olduklarını ileri süren, korkaklığı, yalancılığı, fesatlığı anlatıp duranlar! Hadi düşünün; siz neden öyle bir çevredesiniz? Neden değerli ilişkiler üretememişsiniz? Ve en önemlisi, her türlü örnekten niye en kötü olanlarını referans alıyorsunuz?
Umudumuz
ve Güzelliğimiz Büyüyor!
İnsanların kötü olduğunu ileri süren birçok kişiye mutlaka
rastlıyorsunuzdur. Çevrenizdeki sohbetlerde, sosyal paylaşım ortamlarında, bu
yönde hevesle görüş bildirenler ne çoktur. Hatta bazıları hızını alamaz, insan
türünün diğer canlı türlerine göre çok daha vahşi ve yıkıcı olduğunu anlatır.
Evet, “kötü” olma hali, galiba sadece insana özgü. Diğer canlılarda
görülen şiddetin “spor” gibi, “nefret” veya “eğlence” gibi açıklamaları yok.
Oysa örneğin Erich Fromm, insandaki yıkıcılığın ve şiddetin biyolojik
veya genetik bir mesele olmadığını anlatır. İnsana çok yakın türdeki diğer
canlılarda, hatta insan evriminin önceki dönemlerinde bu tür “kötülükten zevk
alma” eğilimi bulunmadığına dikkat çeker. Dolayısıyla, “insan kötülüğü” aslında
kültürel bir olgudur. Yani “insan doğası” ile değil, daha çok, içinde yaşanılan
koşullarla açıklanabilir.
Bu nedenle, “insan kötülüğü”nden söz etmek, ancak kapitalizm
eleştirisiyle ilişkili biçimde dile getirilince anlamlı olabilir. Biyolojik ve
kültürel mirasa aykırı biçimde, insanların bencilce yaşamasına, grup içinde
bile sadece rekabet anlayışıyla davranmasına neden olan koşulların, kuşaklar
boyunca yaygın bir huy yarattığı açık bir gerçek.
Ne var ki, insan kötülüğünden ve çevredeki kötü insanlardan, çoğu zaman
böyle bir ilişkilendirme yapılmadan söz ediliyor. Bu tutumun, bilimsel bir
tartışma hevesinden kaynaklandığı söylenemez elbette. Çoğu durumda, bu sözler
hayatın gelişimiyle ilgili neden sonuç ilişkisi kuramayanların ve koşullarına
mahkum olmuş insanların görüşünü yansıtır.
KÖTÜLERE KARŞI
Antoine Leiris, en yıkıcı koşullarda bile insan kalabilmenin müthiş bir
örneği olarak karşımıza çıkıyor. Kesinlikle kişisel bir hikaye değil onunki:
13 Kasım 2015’te Paris’te bir stadyumdaki konserde bomba patlar. Yeni
evli Antoine, o sırada evde 17 aylık oğlu Melvil’e bakmaktadır. Çünkü karısı
Helen konsere gitmiştir. Helen ölür. Boşu boşuna ölür. Onlarca yıl sonra
Fransa’da ilk kez olağanüstü hal ilan edilmesine neden olan o korkunç gecede,
aynı anda birden çok yere saldırı gerçekleştirilmiştir. IŞİD teröristlerinin
gerekçesi, Fransa devletinin Ortadoğu’da kendileriyle savaşmasıdır. Önceden
istihbaratı alınan ama önlenemeyen bir katliamdır bu. Yüzden fazla kişiyle
birlikte Helene, kötü insanlar arasındaki iktidar savaşlarının kurbanı
olmuştur.
Böyle bir durumda, Antoine’ın içinin nefretle dolması beklenir, değil mi?
Hele kitaptaki ayrıntıları okudukça, dünyadan habersiz küçük Melvil’in yürek
yakan annesizliğe alışma sürecine tanık oldukça, bizim bile içimizden öfke
taşar.
Aynı şekilde, Antoine’ın durumu da çok zordur. Kendi acısı kadar, çevresindekilerin
hiç alışkın olmadığı ilgisiyle de uğraşmak zorundadır. İnsanların, etrafında
mutsuz ve acı çeken birini görmek istemediklerini fark eder. Tesellilerle avutup
mutsuzluğunu almak, doğallıktan uzaklaştırmak isterler onu. Oysa Antoine,
acısını yaşamalıdır.
Aslında dünyanın her yerinde, cenaze törenleri ve taziye uygulamaları bu
ikili gereksinimi karşılamak için değil mi? O ritüeller, bir yandan kişinin
acısını yaşamasını, yaşarken de hafif atlatmasını, dostlarıyla paylaşmasını
sağlar; bir yandan da etrafında mutsuz insan görmenin verdiği huzursuzluktan
kurtulmak isteyen “çevre”nin normale dönme beklentisine katkı sağlar.
Antoine da, böyle, ritüellerin hem acıyı hafifleten faydasını görür hem
de çevresindeki ilginin yüküne katlanmak zorunda kalır. En ağır yük ise, çok
alışkın olduğu annesini özleyen bir bebeğin bakımını tek başına üstlenmektir.
İYİLER İÇİN
Aslında çektiği acı ve yaşadığı zorluklar karşısında Antoine’ın tek
başına kaldığını söylemek doğru değil. Çevresinde, kolay rastlanamayacak içten
ilişkiler de gelişir. Kreşteki diğer çocukların anneleri her gün çorba, hoşaf,
ev yapımı yiyecekler getirirler. Bu Melvil’in iyi beslenmesinden çok, anne
şefkatini hissetmesi içindir. Asıl eksikliğin farkındadır diğer anneler.
Posta kutusu da Melvil’e gelenlerle dolup taşmaktadır. Çeşitli
ülkelerden, şehirlerden, çocukların yaptığı resimler, gönderdikleri selamlar
gelir.
Böylesine büyük bir ilgiyi ateşleyen, Antoine’ın sosyal medyada yazdığı
sözlerdir. Teröristlere hitap etmiştir o paylaşımında. Kitabın adına da
kaynaklık eden metinde, teröristlere bile şöyle der: “… olağanüstü bir varlığın
hayatını çaldınız, hayatımın aşkını, oğlumun annesini aldınız, ama nefretimi
alamayacaksınız. Sizden nefret etmeyeceğim.”
Bu tavır, hiçbir şekilde kötülükleri affetmek, terörü hoşgörmek anlamına
gelmiyor. Tersine, kötülüğe karşı bir direniş gerçekleştiriyor Antoine. Oğlunun
bir nefret atmosferinde yetişmemesi için uğraşıyor. İleride, “kötü insan”la
karşılaşmayı kendi kötülüklerine mazeret kabul edecek insanlar, öyle bir Melvil
bulamayacaklar. Antoine bunun için; kötülüğün, yobazlığın, iktidarların
kazanmaması için mücadele ediyor.
Bu tutumu; kreşteki çocukların annelerine, karısıyla birlikte konsere
gitmiş olan ve sağ kalan arkadaşına, çevresindeki birçok insana karşı bir sorumluluk
da yüklüyor ona. İyi insana bir tür örnek haline gelmiştir, bir yol gösterici,
bir direniş umududur artık. Kahramanlığa mecburdur.
Ey, kötülüğe mazeret arayanlar! Başka insanlara bakarak kendi tavrını ve
dünya görüşünü belirleyenler! İnsanlara güvenmeyen, kötü olduklarını düşünen,
korkaklığı, yalancılığı, fesatlığı anlatıp duranlar! Hadi söyleyin; siz neden
öyle bir çevredesiniz? Neden değerli ilişkiler üretememişsiniz? Ve en önemlisi,
her türlü örnekten niye en kötü olanlarını referans alıyorsunuz?
Oysa Antoine Leirisler de yaşıyor bu dünyada. Melviller büyüyor, umudumuz,
güzelliğimiz büyüyor!
Nefretimi Alamayacaksınız
Antoine Leiris
Çeviren: Melisa Leclere Muratyan
Kafka Yayınları
Kasım 2016
124 sayfa
--
İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri
Erich Fromm
Çeviren: Şükrü Alpagut
Say Yayınları
712 sayfa
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder